Ben uzaklardayken bana söylendiğine göre kapalı tutulduğu dört duvar arasında, kirli beyaz çarşafının üzerinde oturup, başını havaya kaldırıp, gözlerini yumarak, gövdesinin sallanmalarıyla gıcırdayan demir karyolanın sesine aldırmadan, avazı çıktığı kadar, ama bir tek kelimesi anlaşılmadan, avazı çıktığı kadar, tüm hastaneyi başına toplayacak kadar, avazı çıktığı kadar yani, böğürüyormuş. Bana öyle dediler. Böğürüyor dediler.
Böğürmüyor, şarkı söylüyor demedim onlara. Dilsiz bir adam şarkı söylediği zaman, etraftan bakanlar onun böğürdüğünü sanarlar demedim.
Tabi bunu ben şaşkınlığın ve üzüntünün eşliğinde ‘o nasıl, ne yapıyor’ deyince söylediler. Öncesinde onu oraya kapattıklarını ve neden oraya kapattıklarını da söylediler tıp insanı merhametiyle, paldır küldür. Dilini ısırdığını, yani kopardığını. İçim burkuldu, midem kalktı, gözlerim doldu, bu gibi şeyler oldu. Toparlanmayı beklemeden yola çıktım. Gece terminalden bindim otobüse, sabah saatlerinde indim büyük şehre. Hastaneyi bulmak zor olmadı. Beni telefonla arayan kadın sesi –adı Süreyyaymış, ama verdiği haber ona bir suret belirlememe engel oldu, ismi bile olmayan sade bir ses kaldı hafızamda- ayrıntılarıyla tarif etmişti.
Hastaneye girip arkadaşımın adını söyledim. Bir takım kağıtlara baktılar, adımı ve arkadaşımın adını yinelememi istediler. Yaptım söylenenleri. Hayatım boyunca uyumlu bir insandım ben. Aslında biz. Bunu neden söyleme gereği duydum, bilmiyorum. Aslında biliyorum. Aslında devam etmeliyim belki anlatmaya.
Beni odasına kadar götürdüler en eski arkadaşımın. Yıllarca görüşmemiş olmak neyi değiştirir? Odası mı? Hücre demeliydim belki. Kasvetli soğuk, duvarlar yıpranmış, boyaları dökülmüş, tavanın köşesi sararmış… rahatsız oldum. Seni buraya nasıl koyarlar? İçim ezildi bir kez daha. Demir karyola, bir de tahta masa. Masanın üzerinde kağıtlar. Kalem bir de. Pencereden aydınlık girmeye korkuyor gibi giriyor. Sandalyede oturuyor, iki kolu iki yanından salınmış, başı sağa doğru eğik. Suratı bembeyaz. Hareketsiz, kaskatı. Korkarak çekinerek iki adım attım. Beni fark etse, bana baksa, ben ona bir şey demek zorunda kalmadan önce o başlasa. Başıyla bir selam yeter. Ama fark etmedi. Ya da bilmiyorum, hareket etmedi, tepki vermedi. Karşısındaki sandalyeye oturdum. Ellerimi nereye koyacağımı bilemedim, bocaladım. Nasılsın, diye geveledim. Başı hareket etmedi, gözbebekleri kaydı üzerime doğru, bende buluştu, benim gözlerimde. Baktı ve karikatür gibi sırıttı aniden. İçim ezildi demiş miydim. Şimdi korktum da.
“Şarkı söylüyormuşsun, anladım ben,” dedim. Söyledikten sonra pişman oldum hemen. Yüzüne vurur gibi. Sonra bu düşünce de rahatsız etti beni. Uzun bir süre sustum. Ama o bana bakmaktan vazgeçmedi hiç. Gözleri üzerimde, kilitlendi bakışları sanki.
“Neden yaptın?” dedim çaresizlik içinde. Başka ne diyeyim. Bir süre bekledim. Cevap gelmedi, hareket etmedi hiç. Yola çıkmadan karını aradım, son zamanlarda değişmeye başladığını söyledi, başka biri oluyormuşsun ama olamıyormuşsun da aslında… bunları mı söyleyeceğim. Söyleyemem ki, nasıl denir?
“Neden,” dedim, “Neden ısırdın dilini, ne söyledi de kopardın onu?”
Cevap bekleyen gözlerimle baktım, bana kilitlenen gözlerine. Gözbebekleri titremedi bile, kırpılmadı bile, bir süre bekledi, sonra elini kaldırdı, ama dikkatten kaçmasın, elini kaldırırken de, masanın üzerindeki kalemi bulurken de, defteri önüne çekerken de gözbebekleri hareket etmedi, üzerimde sabitlediği gözlerini kırpmadı bile. Yazdı. Sonra bıraktı kalemi elinden, düşürür gibi tenezzülsüz. Kağıdı da önüme itmedi. Öylece bakmaya devam ediyor, gözlerinde kin var ama muhatabı ben değilim, muhatabı benden büyük. Kağıda ne yazdın? Elimi uzattım, gözlerimi kaçırdım ondan. Defteri çektim önüme, okudum eğri büğrü yazısını.
“Söyledikleri değil, söyleyemedikleri için kopardım onu.”
Güray Süngü, 1976 yılında İstanbul Kadırga'da doğmuştur. İlk eserlerini Hece Edebiyat Dergisinde yayımlamıştır. Daha sonraki yıllarında Hece Öykü, Vio Edebiyat, Kaçak Yayın Özgür Edebiyat gibi dergilerde kısa öyküler yazmıştır.Güray Süngü, öykülerinde en fazla ölüm, yalnızlık ve yabancılaşma temalarını işlemektedir. Çoğunlukla zihin bölümleri ile gelişen kurgu ağırlıklı öyküleri tercih etmektedir.
Güray Süngü, Düş Kesiği adlı romanını 2010 yılında yayımlamıştır. Roman Oğuz Atay roman ödülünü kazanmıştır. Yazarın son romanı olan Kış Bahçesi 2011 Türkiye Yazarlar Birliği roman ödülüne layık görülmüştür.