Hasan Aycın’ın “Çizgizâr” adlı sergisi Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda törenle açıldı. Hasan Aycın’ın da yer aldığı törende sanatçının dostları, arkadaşları, tanıdıkları büyük bir kalabalıkla katıldı. Törende Mustafa Aycın, Ömer Lekesiz ve İhsan Kabil sanatçının hayatı, çizgi anlayışı konusunda birer konuşma yaptılar. 164 Çizgiden oluşan sergi 31 Ocak 2009 tarihine kadar açık olacak.
ASIM ÖZ'ÜN HASAN AYCIN'IN SANATI ÇEVRESİNDE ÖMER LEKESİZ'LE YAPTIĞI SÖYLEŞİ:
Bu hafta Cemal Reşit Rey´de bir sergi açıldı: 30. Sanat yılında Hasan Aycın ve Karikatür Sergisi Çizgizâr. Bu, Hasan Aycın´ın 30. sanat yılı doğrultusunda gerçekleştirilen bir etkinlikti. Umarım tek etkinlik olarak yetim kalmaz. Aycın belgeseliyle, tanıtıcı konuşmalarıyla, açılan sergisiyle-eksiklerine rağmen- anlamlı bir etkinlik. Serginin açılışına düşünce ve edebiyat dünyası başta olmak üzere pek çok kişi katıldı. Aycın´ın çizgi sanatı dalındaki çalışmalarını amatörce izleyenler bu vesile ile bir kez daha bir araya gelme olanağı buldular. Sergi açılışına katılan konuşmacılardan biri de eleştirmen Ömer Lekesiz´di. Lekesiz sergide yaptığı kısa ve özlü bir konuşmayla Aycın´ın sanat ve hayat dünyasını çerçeveledi. Lekesiz´in yapıtları arasında Hasan Aycın´ın çizgi dünyasını inceleyen bir çalışmasının olduğunu da hatırl(t)amak gerekiyor: Hasan Aycın Çizgilerinden Örneklerle Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj ( 2. Baskı Hece Yayınları, 2003) Bu çalışma Lekesiz´in diğer kitapları gibi, üzerinde durulması gereken çalışmalardan birisi. Ömer Lekesiz, Hasan Aycın çizgilerini merkeze alarak yaptığı bu çalışmada, bir yandan çizgi sanatına ilişkin kuramsal bir çerçeve oluşturmayı deniyor, öte yandan kimi imge ve simgelerin de İslami karşılıklarını veriyor. O´nun çizginin anlamlandırılması, çözümlenmesine ilişkin çabaları, kılı kırk yararcasına, sabırla oluşturulmuş birikimin, olabildiğince samimi bir tavırla ifadesidir hakçası. Özellikle bizim koşullarımızda, görsel okuma eksikliğinden dolayı yeterli sayıda okuyucuya ulaşmayacak olması, onun söyleşiyle de olsa üzerinde durulmasını daha da önemli kılıyor. Bu çerçevede Ömer Lekesiz´le Hasan Aycın´ı ve çizgilerini konuştuk.
Kitabınızın giriş kısmında çizgi sanatına kuramsal açıdan yaklaşan bir bakış var. Bu bakış çizgi sanatı ile karikatür sanatı arasında temel bir fark olduğunu ortaya koyuyor. Çizgi sanatının hem kuramsal yanıyla, hem de örnekleriyle ilgilenenler için paha biçilmez birer kaynak durumunda olan giriş kısmıyla başlayalım istiyorum. Çizgi sanatının kuramsal temelleri denildiğinde neler söylenebilir?
-Karikatürle çizgi arasındaki fark nicel olmaktan çok nitel bir farktır. Ki bu fark plastik sanatları Antik Yunan´la, Sümer´le ya da Mısır´la başlatmamıza göre de değişmez. Çünkü hangisine yönelirsek yönelelim bir mağara duvarına, kil ya da taş üstüne yapılan ilk modellemenin, figüratif çizimin veya konturlarla belirlenmiş bir gölgenin hayati / insani bir nedeni vardır. Örneğin Sikyonlu Butades´in yaptığı ilk modelleme, kızının aşk acısını azaltma amacını taşır; uzaklara gitmiş olan sevgilinin mağara duvarına yansıyan yüz gölgesi hatırası ebedileştirilmek, varlığı somutlaştırılmak ve sanki hep "burada"ymış gibi kılınmak için konturlarla belirlenmiştir.
Hasan Aycın´ın öncelikle "lisanına hürmeten" çizgi kelimesini kullanması benim de taşıdığım aynı hürmetin bir sonucudur. "Hatt" yani "çizgi" İslam sanatlarının kullandığı ortak bir terimdir. Ayetlerin teker teker inişini hatırlatırcasına, onlarla "hüsn-ü hatt" olarak mekanlarımızı donatır, her bir yönde sanki yeni inmiş gibi okuruz ayetleri. Hal böyle olunca, karikatür gibi yabancı bir sözcüğü kullanmak yerine kendi kültürümüzün, dilimizin kelimesini kullanmak öncelikli bir tercih olmalıdır. Hasan Aycın bu tercihi yapmıştır; bize de onu izlemek düşmüştür.
Konunun teknik boyutuna gelince: Çok fazla eğip bükmeye gerek yok; bizim konumuzun öznesi olan "çizgi" karikatürün kullandığı imkânları kullanmaktadır. Ancak, sadece İslam sanatı açısından değil, Akdeniz´in doğusundaki figüratif sanatlar açısından baktığımızda konu farklı bir boyut kazanmakta ve tam burada "çizgi" tanımlaması özel bir nitelik ve nicelik yüklenmektedir. Karikatürün imkânları, hatt, bezeme, desen, nakış, minyatür gibi doğulu sanatlarla birleştirilerek kullanıldığında yepyeni bir söyleme ve eyleme tarzı ortaya çıkmaktadır. Karikatürün imkânından söz ediyorum, karikatürün kendisinden değil. Karikatürün kendisi kültürel olarak doğu sanatlarıyla bütünleşemez ancak onun imkânlarını kullanan çizgi sanatı bu şansa sahiptir. Hasan Aycın’ın çizgilerini bu anlamda bir yenilik saymak, onu bulunduğu noktadan alıp ideal noktaya taşımak gerekir.
Aycın çizgileri gülmece dergilerinde yayımlanan kıvrak ve yumuşak gülmece anlayışıyla çizilen çizgilerden hangi noktalarda farklılık gösteriyor?
-Karikatür yığınların ortak dilini, bakışını, muhalefetini temsil eder. "Yığın"sa ya kahkaha ya da nara atanlar topluluğuna verilen bir isimdir. Ezelden bize intikal eden, son olarak da Şeyh Galip tarafından sınırları netleştirilen anlayış odur ki, sanat yığınlar için yapılmaz. Hasan Aycın´ın çizgileri tam da bu nedenle gülmece dergilerindeki benzerlerinden ayrılır. Öncelikle onun derdi güldürmek değil, tebessüm ettirerek düşündürmek, deyim yerindeyse düşünmeye onu sevimli kılarak yöneltmektir. Düşünmek ve düşündürmek insanın görevidir; tebessüm etmek ise Nebevi bir tutumdur. Hasan Aycın´a insana en yakışanı, Nebevi olana denk düşene izlemek düşmüştür.
Benzer duyarlılıkları paylaşan, insan ve toplum adına benzer kaygıları taşıyanların, ilgi alanları içinde çarpıcı çalışmalardan etkilenmemeleri neredeyse olanaksız. Görmeyle düşünme arasındaki ilişki, görülenin anlamlandırılmasıyla ilgili bir sürecin anlatımıdır bir bakıma. Düşündüren çizgileri anlamlandırmak da düşünsel bir çabayı gereksinir. Hasan Aycın çizgilerini kitap düzleminde okuma düşüncesi nasıl oluştu sizde?
-Görmenin, İslami anlam ve terbiyesi, batılı anlayıştan çok farklıdır. Batılı anlayış görmekten "zahir" olanı kasteder. Ama İslami anlayışta gözle görmek sadece görüş biçimlerinden biridir. Hemen her duyu İslami anlamda bir görüşü ifade eder ve bunların hepsi "zahiri" olanı kadar muteberdir. Aynı fark düşünme konusu içinde geçerlidir. Biz düşünürüz yani fikrederiz ama aynı zamanda tecessüste, tefekkürde, tefehhümde de bulunuruz. Hasan Aycın´in çizgilerini görürken, harama bakma konusunda menedilen ancak Allah´ın işaretlerini anlamak için gerekli sayılan "iki gözüyle birlikte bakmak" esasını izlememiz gerekir. Bu esas sözünü ettiğim tüm bakışları zaten kendiliğinden peşinde sürüklemektedir. Benim Hasan Aycın´ın çizgilerini anlamaya çalışma niyet ve eylemimin bir kitaba dönüşmüş olması, tümüyle batılı eğitimden geçmiş biri olarak İslami bakış ve düşme konusundaki çelişkilerimi öncelikle kendim için ortadan kaldırma çabasının bir sonucudur. Kitaptaki metinler yazılarak Hasan Aycın´a sunulmuştur. Onun, söz konusu aynı çelişkileri taşıyanlara da ışık tutabileceği kanaatinden hareketle kitap olarak yayınlanmasına karar verilmiştir ki, kitap olarak yayınlanmasaydı da ne Hasan Aycın için ne de benim için değişen bir şey olmazdı sanırım.
Çizgide göz şüphesiz bir ana organ. İmgeye, imgelemeye, imge gücüne eksenli bir okuma, sonra da yazma çatısı. Seçtiğiniz alanın malzemesinin ağırlıklı olarak yazı olması, yazının da görsel dille taban tabana zıt olduğu yönündeki rivayetler hatırlandığında yazılı bir metni okumakla çizili bir metni/çizgiyi okumak arasında, görme ve yazma arasındaki ilişkinizi nasıl açıklarsınız?
-Hangi kültürün şartlanmasıyla bakıyorsunuz; bakışınıza ve imgelere hangi kültürün penceresinden ışık düşürüyorsunuz bu öncelikle çok önemli. Evet görünen dünyanın dili hiçbir zaman yazılı dile çevrilemez. Biz bu çevrilememeyi iki şekilde anlarız: Öncelikle böyle bir eylem, işlem gerekli değildir çünkü görünenlerin dünyası bir tecelliler dünyasıdır; tecelliler ise sizi onun asıl sahibine, halk edicisine götürmekle yükümlü birer araçtır; bu anlamda her şey bir araç olduğuna göre onların araçlığını Sahibinin varlığından dolayı idrak etmek varken çevirisi ile uğraşmak gereksiz bir tutum olacaktır. Konunun diğer boyutu ise, imgelerin pornografiyi hatta giderek asıl yasak olan put ve putçuluğu beslemesidir. Bunun için Akdeniz´in doğusundaki kültürlerde, özellikle de İslami kültürlerde imgeler somutlaştırılmaz bilakis imha edilir. Çok gerilere gitmeye gerek yok, Sezai Karakoç´un şiirlerine bakınız örneğin. İslami düşüncesinin seyyaliyet mantığını ve başlangıç için gerekli olan imgelerin bitiş noktasında, bitiş noktasında gerekli olan imgelerin başlangıçta imha edilişini onun tüm şiirlerinde görebilirsiniz. Hal böyle olunca imhası gerekli olan şeyin çevirisiyle uğraşmak da kendiliğinden gereksizleşmez mi?
Yaptığınız konuşmalarda Hasan Aycın´ın hayatının ve sanatının vahdete işaret ettiğini ve "hayatının sanatı, sanatının da hayatı" olduğunu özellikle vurgulama gereği duymanızın nedeni nedir?
-"Hayat / sanat; sanat / hayat" ikilemesini ilk kez Attar için kullanmıştım. Çünkü Attar´ın, ağırlığınca altın teklif edenlere değil, bir çuval samanı verene satılmayı istemesi kölesi olduğu Moğol çerisine saçlarını yoldurmakla kalmamış, yine onun tarafından salt bu nedenle şehit edilmesi sonucunu getirmişti. Aslında Attar´ın söylemek istediği, Nevruzi´nin şu beyitinde söylemek istediği şeydi: "Ehl-i irfan olanın bil hatırı virân gerek." Ben Hasan Aycın´ı Attar´ın torunu olarak tanıdım, sevdim ve onun sanat çabasıyla Nevruzi´nin sözüne tabi olduğunu gördüm. Divan edebiyatımızın en çok şiir yazan şairi "La edri"dir ve bizim tarihimizin en meşhur olanlarının mezar taşı yoktur. Müslüman için sanat da hayat da suya yazılandır; fenadan devşirilip, fenaya savrulandır. Ben de vurgulamadığımı sanırım bunun için vurgulamışımdır.
Aycın çizgilerinin beslenme kaynakları denildiğinde neler söylenebilir?
-Ezanın okunduğu mekanlar, o ezana yürüyen insanlar, sadece ve sadece o ezanın sesini pekiştirmek için söylemiş ve yazmış olanlardır.
Hasan Aycın´ın çizimlerindeki simgelerin ontolojik kaynağının İslâm tasavvufu olduğunu ifade ediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
-Birkaç gün önce, beni tüm sanatların alanında tutmak için özel gayret gösteren bir sevgili arkadaşımın ısrarıyla Nacer Khemir´in Baba Aziz filmini izledim. Orada, bir ceylanın peşine düşüp çölde kaybolan prensin hikâyesi de anlatılır. Ceylanı avlayayım derken kaderine avlanan prens aklını yitirmiş ve çöl ortasında bir su öbeğindeki suretine dalıp gitmiştir. Aslında anlatılan İslami bir hikâyedir ancak Narkisoss´un metaforu kullanılır. Bu nedenle, tasavvufun "İslam" kavramıyla sınırlı bir düşünme ve yaşama biçimi olduğunu sanıyorum. Sanki bizim İslam tasavvufu olarak adlandırmaya çalıştığımız düşüncenin sınırları İskenderiye´den başlayıp, Japonya´da bitiyor. Hasan Aycın´ın bendeki genişlikte olmasa da yine geniş bir tasavvuf algısının olduğunu sanıyorum. Kurtuluşu için kuyudaki Hintli´ye sarkıtılan ipin, onun tarafından yılan gibi oynatılışını içeren bir çizgisi aklıma geliverdiği için şimdi bunu söylüyorum. Daha net bir söyleyişle, Hasan Aycın´ın da her doğulu sanatçı gibi bir ayağı İslam dairesine çakılı olarak, tüm dünyayı dolaştığını sanıyorum. Çizgilerinde çoğunlukla kullandığın su, kuş, balık, kayık, merdiven gibi simgelerinde buradan beslendiğini sanıyorum.
Çocukluk edebiyat başta olmak üzere sanatçılar için yoğun bir "background" sayılabilir. Aycın´ın çocukluk yıllarının sonraları, çizgi yaşamını usulcacık beslemiş olduğunu söylemek olanaklı mı?
-Mümkündür sanırım. Çünkü yedi yaşına kadar tarlada, dağda, bayırda tekrar alınmak üzere bırakıldığı dünyayı otuyla, çöpüyle, börtü böceğiyle şenlendirmek düşmüş kendisine. Zaman zaman bırakıldığı yerde unutulup, karanlıklara kalmış yine aynı şekilde siyahı, beyazı, ayı, yıldızı, samanyolunu inceden inceye ancak bu vesileyle keşfetmiş olmalı.
İlk çizgisi Yeni Devir´de çıkmış Hasan Aycın´ın. Yetmişlerin sonunda. Kimilerine göre Postmodern çağın/zamanların başlangıcı. Yaşadığımız coğrafyanın ise acılarının katlandığı tarihlerin birbiri ardı sıra gelmeye başladığı yıllar... Bu noktada; siyasal, insani durumlar Aycın´ın çizgi dünyasında ne tür etkiler bırakmıştır, sizce?
-Her sanatçı kendi zamanının çocuğudur. Hasan Aycın´ın yaşadığı coğrafyayı ve hadisatı doğal olarak kendi inancının penceresinden, perspektifinden görmüştür. Filistin başta olmak üzere bu coğrafyada kanayan her yerin önce onun mü´min gönlünde kanaması ve sanatına yansıması kaçınılmaz bir sonuçtur.
Çizgilerin birbiri ardına sökün eden çağrışımları gerek yaşantı içeriği, gerek görsel dil açısından çözümleme isteği kaçınılmaz... Kimlik bunalımı, paradoksallık ve yabancılaşma sorununa epey dirsek atan epeyce çizgisi var Aycın´ın. Yabancılaşma sorunu ile Hasan Aycın çizgileri arasındaki etkileşim üzerine neler söylersiniz?
Yabancılaşma sorunumu var yoksa kendi kimliği ve anlayışıyla kendisi olma çabası mı var yeniden bakmak gerekir. Ben daha çok ikincisini doğru olacağını sanıyorum. Değişim Sünnetullahın bir gereğidir. Ancak yabancılaşma terketme, maddileşme, nefsini kurtarma niyet ve eyleminin bir sonucudur. Deyim yerindeyse bile isteye yabancılaşma kafirleşme, fasıklaşma niyetinin bir uzantısıdır. Hasan Aycın, hem Sünnetullah üzere bir değişmenin, hem de yabancılaşma olgusunun bu anlamda bir tanığıdır, sanatına yansıttıkları da tanıklıklarıdır.
Aycın çizgilerinin çocuk kitapları dışında siyah-beyaz olarak çizilmiş /basılmış oluşunu nasıl açıklarsınız?
-İşin tekniğiyle ve evrenselliğiyle açıklanacak bir durumdur sanıyorum.
Aycın çizgileri ile yeryüzünün başka yerlerindeki çizgiler arasında akrabalık kurulabilir mi? Örneğin Hasan Aycın çizgilerinin Naci Ali çizgilerine yakın yanları var mı?
-Naci el-Ali, meşhur müstearıyla Hanzala, Filistin özneli bir eylem ve çabanın içinde olmuş ve bu hal üzre şehadet şerbetini içmiştir. Hasan Aycın son tahlilde bir Osmanlı´dır; onun Filistin´i sadece işgal edilmiş kutsal beldemiz değildir, dünya coğrafyasında kanayan her yerdir. Bu nedenle Hasan Aycın´ın çizgileri teknik açıdan Hanzala´nın çizgileriyle benzeşir ama yüklendiği içerik ve mesaj düzeyinde onunkinden farklılaşır.
Aycın´ın ilk albümlerine yazı odaklı olarak katkıda bulunan isimlerden biri de sizsiniz. Son yıllarda Aycın´ın albümlerinin yazıya yaslanmadan yayımlanmasını nasıl karşılıyorsunuz?
-Ben dahil artık kimsenin söyleyecek bir sözünün olmamasına bağlıyorum bunu. Hasan Aycın albümlerini söylenecek doğru sözlere kapalı tutmaz bilakis o sözlerin muhataplarıyla buluşması için özel bir çaba gösterir sanıyorum.
Hasan Aycın´ı çocuklar hem yazar hem de çizer olarak tanıyorlar: ünlü Keloğlan masallarını bambaşka bir biçimde yazmış ve çizmişti. Yine çocuklar için kırk hadis ve başka çalışmalarda çizgilerini gördük Aycın´ın. Onun çocuklar için çizdiği çizgileri inceleme imkanınız oldu mu?
-Hasan Aycın´ın sanat çabasının tümü içinde evet, özel olarak hayır.
Sanat, edebiyat dergilerinin bazı özel sayıları/dosyaları gerçekten "özel"dir. Hazırlayanların kotarmakla, iyi sanat-edebiyat izleyicilerinin de sahip olmakla övündükleri kimi özel sayılar bulundukları kitaplıkları zenginleştirirler. Siz, çizgi kertesinde, belki ondan da çok edebiyat özellikle de öyküyü, öteki sanatları izleyen, dergicilikte özel sayı denen sunuşun önemini bilen bir eleştirmen olarak Hasan Aycın odaklı dergi sayıları için neler söylersiniz?
-Elzemdir derim elbette ama bir üzüntümü de bu vesileyle dile getirmeliyim: Bilim Sanat Vakfı geçen yıl vefakarlık gösterip Hasan Aycın üstüne bir oturum düzenledi. Orada benim dışımda İhsan Kabil ve nesir çalışmaları üstüne Sibel Eraslan konuştular. Çizgizar´ın açlışında da sizinle birlikteydik, konuşmacıları siz gördünüz. Biz bir iki kişi konuşuyoruz başka kimse konuşamıyor kibriyle söylemiyorum bunu. Bir yazıyla, şiirle şöhret olmanın özendirildiği günlerdeyiz; ekranlarda lafla peynir gemisi yürütmenin maharet olduğunu sananlarımızın sayısı gün geçtikçe artıyor. Bu nedenle adlarına özel sayılar çıkarılabilecek bir sürü değer sessiz sedasız kenarda bekliyor. Süheyl Ünver, Peyami Gürel, Hasan Aycın... Siz bunlar üstüne yazabilecek babayiğitleri bulun ben hem tüm yazdıklarını yakmaya hem de yeni bir dergi çıkarmaya hazırım.
Aradan geçen yıllar içinde Hasan Aycın Çizgilerinden Örneklerle Çizgi Sanatında Dil ve Mesaj kitabınızla ilgili olarak "şu da girseydi iyi olurdu," gibi, ya da "şurası şöyle tasarlansaydı daha mı otururdu acaba?" türünden bir şeyler geçti mi içinizden?
-Geçmedi çünkü yukarıda da söylediğim gibi o çalışmayı ben kendim için yaptım. Ama düşünce dediğimiz şey su gibi, akması da sürer, mecra da değiştirir. O yazıları şimdi yazıyor olsaydım elbette daha farklı yazardım. Buna rağmen benim sözlüğümde "keşke" sözcüğü yer almadığı için, o kitabı layık olduğu rafta bırakıp, yenisini yazmayı tercih ederim.
(HAKSÖZHABER.NET'TE YER ALAN BU SÖYLEŞİ, 27 OCAK 2009 TARİHLİ MİLLİ GAZETE DE KÜÇÜK DEĞİŞİKLİKLERLE YAYINLANMIŞTIR)
ÖMER LEKESİZ’İN TÖRENDE YAPTIĞI KONUŞMANIN METNİ:
Diyor ki Şeyh Galib:
“Yeni bir yol acana, sanat erbabına bir şey öğretene adam denir.
Sözünde tam bir açıklık olmamalı, birçok tercrübeyle onu tamamlamalı.”
Sanatçının sözünde istese de tam bir açıklık olamaz, çünkü o, Allah’tan aldığını, hayata yaymakla tekrar Allah’a sunandır.
Sanat ilahi olana öykünen, ilahi olanı seçkinleştiren ve onun erişilmezliğini, benzersizliğini zikredendir.
Allah’ın sözlerinde yüzde yüz bir açıklık olmadı ki, sanatla nasiplendirilenlerin sanatlarında açıklık olsun.
Çünkü sanatçı, acıyan yüreklerden devşirir sanatını.
Çünkü sanatçı, mazlumların ahını kaleminde toplayandır.
Çünkü sanatçı, kelimelerini zalimlere taş olarak atandır.
Çünkü sanatçı, hayat depremini yazandır; çünkü hayat hatırası viran olandır.
Çünkü sanatçı, dünyanın neresinde olursa olsun akan her kanın sıcaklığını bağrında duyandır.
Çünkü sanatçı, ezelden ebede şeytani olanla Rahman’ın askeri olarak savaşandır.
Çünkü sanatıçı, Firavunların yaktığı ateşlere atılan bir damla su, Romalı gladyatörlerin kılıçlarına başkaldıran bir köle, Paris’te bir dilim ekmek dilenen afrikalı bir kız çocuğu, Manhattan’ın ayazına karşı kartonlara sarınan bir zenci, kocasını yemene gönderen bir gelin, fizan sürgününden dönemeyen bir erkektir.
Çünkü sanatçı, yazgılanmış olandır, seçilmiş, sorumlu kılınmış olandır.
İşte bizler bugün burada, kelimenin tam anlamıyla bir sanatçıyı, bir çizer Hasan Aycın’ı değil, adı Hasan Ayıcın olan bir çizeri konuşmak ve eserlerini görmek üzere bunun için toplandık.
Hasan Aycın, “sanatçı” vurgusuyla iletmeye çalıştığım tanımlamaların kavşak noktasında durandır.
Hasan Aycın, hayata da sanata da inancının, dünya görüşünün penceresinden bakan bir sanatçıdır.
Yolda yürürken kaç hamalı sırtında taşır, yüreğinden kaç güvercin uçurur, kaç hastanın sızlayan yarası olur, kaç insanın geçmişteki seslerini bugüne taşır ya da kaç sahabenin ayak izlerine basarak yürür bunları bilmek gerçekten zordur.
Ayasofya’ya bakarken Fatih’in oraya ihtişamla girişini gördüğünü, Sultanahmet’e bakarken onun üstüne kurulduğu hipodromdan aç aslanların kükreyişlerini duyduğunu, zavallı kurbanlarının feryatlarını dinlediğini düşünenlerdenim.
Müşterek gezmelerimizden de biliyorum, örneğin ben Balat sokaklarındaki rengarenk çamaşırların savruluşuyla dalga geçerken, o Eba Eyyüb’ül Ensari’nin de şehid düştüğü İstanbul kuşatmasında, Müslüman komutanın Bizans kralıyla yaptığı sulh antaşmasının şartlarını mırıldanır, o beldeye gömülme izni alınan şehitlerin hangi alanlarda defnedimiş olabileceğin dair ihtimaller yürüterek, hangi alanların hangi şehitlerin bedenleriyle mübarek kılındığını belirlemeye çalışır.
Hasan Aycın’ın her çizgisinin onun bu bakışından, algısından, anlayışından doğduğunu da hemen burada söylemem gerekir.
Bunun için çizgilerinin imlediği şeyleri tutarlı olarak anlamlandırmak ve çözümleyebilmek için “hayatı sanat, sanatı hayat” olan çizerin tam imgesini çizgisinden önce bilmemiz elzemdir.
Peki nedir Hasan Aycın’ın, sanat ortamındaki, dostlarındaki, arkadaşlarındaki imgesi:
Hasan Aycın’ın sanatçı olarak imgesi, düşüncesinin divanesi olmak yüzünden başında binlerce çıban-göz çıkmış, zihnindeki uğultudan beslenen o çıban-gözleri kapatmak için elleriyle başını kapatmış ama bu kez çıban-gözlerin ellerinin üstünden çıkmasını engelleyememiş bir insanın portresidir.
Sanatçı anlattığımız gibi olunca, çizgileri nasıl olur? Elbette kendisince, kendisiyle, kendisi için ve kendisinden olur.
Çünkü onun portresi ve sanat çabası, İbn Arabi, Mevlana, Şebüsteri, Attar... hemen her İslam felsefecisinin ve edebiyatçısının imgesinden birer örnek taşır.
Bu yanıyla Hasan Aycın, kendisinden önceki ve bizzat beslendiği sanatçılar için de bir yeni zaman aynasıdır.
Bunun için çizgiyi sanat eylemeyi seçmiştir Hasan Aycın; çizgi, hem evrensel bir dil olmakla tüm kültürleri içerir, hem başka dile çevrilemeyen bir dil olarak biriciktir.
Hasan Aycın, Tanzimat’la birlikte kültür hayatımıza giren karikatür tanımını kullanmayı bunun için tercih etmemiştir.
Karikatür, çizginin deformasyonuyla mizah üretmek içindir.
Karikatürün teknik imkanlarını doğrudan kullanan Hasan Aycın içinse çizgi, çizgilerce düşünmek, düşündürmek, bir dünya görüşünü temsil etmek, bir kültürü taşımak, bir medeniyetin dünyasına kapı açmaktır.
Çizgi ile onun muhatapları, başkasının gülünçlüğünden keyif üretenler değildir; onun muhatapları, bir çizgi üstünden geçmişi kucaklayan, kollarını geleceğe açan, düşünen, düşündüren, sorumluluk taşıyan, dünden bugüne yaşananları sorgulayan ve sorgulatanlardır.
Tam da bu nedenle, Hasan Aycın için zaman bölünemez, mekan ayrıştırılamaz.
Dünya hala Adem’in indiği ve Peygamber Efendimizin ilahi anlamını nihai olarak belirlediği dünyadır; hayat da hâlâl Habil ile Kabil arasında süren bir savaştır.
Bunun için çizgileri münferit halleri değil, insanlık hallerinin toplamını yansıtır.
Bebek İsmail’in topuk darbeleriyle fışkıran Zemzem, ikiye bölünmüş Kızıldeniz’e bağlanır; bebegine su bulmak için eteklerini safa ile merve arasında savuran Hacer, Bosna’daki, Gazze’deki, Eritre’deki yavurları arasında dolaşır.
Siyon yıldızları, amerikan bayrağından yapılmış heybelere doluşur.
Çehar yar-i güzin’le çerçevelenmiş Hilal, tüm evreni ve insanlık hallerini kuşatır.
Çılğın kalabalıkların önünde tek engel olan Minare, Sinan’ın çabasına bağlanır.
Dünya müstadaflarının sessiz çığlıkları onun hançeresinde toplanırl
Mektup taşıyan güvercinleri, muştu taşıyan yüreklere, üniversite önlerinde okuma hakkı isteyen meleklere katılır.
Amentü gemisine Nuh kaptanlık ederken, yunusları dua denizlerinde salınır.
Filistin’li şehid çizer Naci el-Ali’nin, namı-ı diğer Hanzala’nın ellerini arkasına bağlamış zayıf ama vakur çocuğu, Hasan Aycın’ın içinde hiç ölmeyen çocuğa bağlanır.
Birazdan birlikte gezeceğimiz sergide de görüleceği üzere, Hasan Aycın, en zahmetsiz çizgilmiş gibi görünen çizgilerinde bile yüksek düşüncenin burçlarında dolaşır.
Çünkü onun çizgileriyle anlattığı hayat, nebevi olanda özetlenir, açıklanır, yorumlanır.
En kaba hatlarıyla Hasan Aycın’in çizgilerindeki hikaye budur.
Ve yine derki Şeyh Galib :
“Ey hikayeyi bilmeyenler! Şeyh Attar onu eksik mi bırakmıştı?
O hikaye işte bu kadardır; bundan ötesi sonu gelmeyen yalandır.”
MURAT MENTEŞ'İN HASAN AYCIN'LA YAPTIĞI SÖYLEŞİ:
Usta çizer Hasan Aycın’ın eserlerinden oluşan Çizgizar adlı sergi, Harbiye CRR’de 31 Ocak’a kadar gezilebilecek. Sergi vesilesiyle büyük çizerle buluştuk. Yıllardır merakla ve hayretle takip ettiğimiz çizgileri hakkında konuştuk. Aycın sıcak ve mütevazı üslubuyla, gayet neşeli ve şaşırtıcı sözler sarfetti… Sanat hayatınızın 30. yılında Çizgizar adlı bir sergi açtınız. Daha önce sergi açmış mıydınız?
Geçmiş yıllarda İstanbul’da birkaç tane, Bursa’da ve Köln’de sergi yapıldı. Fakat onlara ben katılmamıştım. Orijinaller yoktu, reprodüksiyonlardan oluşuyordu. Cemal Reşit Rey’deki sergi için ilk diyebiliriz.
Sergi fikri nasıl doğdu?
Birdirbir dergisinin yönetmeni Alparslan Durmuş, 30. yıla dikkatimizi çekti. Ben farkında değildim. Alparslan söyleyince bir de baktım ki doğru, 30 yıl olmuş. 30. yılda bir sergi açma fikri Erol Olçak’tan geldi. Erol’un projesi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü’nün katkılarıyla sergi gerçekleşti.
Çizgizar, ‘çizgi bahçesi’ demek…
Serginin adı da bana ait değil. Kardeşim Mustafa Aycın koydu adını.
Eserlerinize ‘çizgi’ deniliyordu hep. Fakat sergi afişinde ‘karikatür’ yazıyor?
Afişteki yazıyı ben yazmadım. ‘Karikatür’ adlandırmasını reddetmiyorum, fakat sımsıkı sahiplenmiyorum da. Çizgi kelimesi ise ‘çizik’ anlamına gelebileceği gibi, yol, üslup, tarz anlamına da gelen, güzel bir kelime.
Çizdiklerinize karikatür denmesini istemiyor musunuz?
Tercih etmiyorum. Karikatür; gülünçleştirmenin ve dolayısıyla küçük düşürmenin bir aracı olabiliyor. Bu nedenle ‘karikatür’ adlandırmasını benimsemiyorum. Doğu Avrupalı Çek, Bulgar, Rus, Polonyalı karikatüristler arasında, bizdekinden farklı bir karikatür yaklaşımı da ağırlık kazanıyor. Fakat yine de ben insanın eşref-i mahlukat (yaratılmışların en şereflisi) olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla bu inanışa gölge düşürecek bir sakıncayı üstlenmiyorum.
30 yıldır çiziyorsunuz, hiç güldürmediniz?
Çizdiklerim sıkıcı mı?
Asla değil.
(Gülümsüyor.) Tamam, kahkaha attırmıyor. Hatta bazen gözyaşı döktürüyor. Fakat en çok zihinsel ve duygusal bir hareketlilik doğuruyor sanırım.
Evet, şöyle bir bakıp geçmek mümkün olmuyor. Durup düşünüyoruz. Hemen hemen tüm çizgileriniz yazısız; neden?
Güzel Sanatlar’a gitmedim. Çizerlerden oluşturduğu ortamlarda bulunmadım. Mizah dergilerine katılmadım. Dolayısıyla belli kabuller çerçevesinde hareket etmedim. Bununla birlikte, elbette bir ifadeye varma, bir tarz oluşturma gayreti gösterdim. Yazısız çizgi, görülmeye, keşfedilmeye değer bir nitelik taşımalı. Bu bana cazip geldi. Yazının ayrı bir yeri var.
Siz aynı zamanda yazarsınız da?
Yazdım yazar bilindim, çizdim çizer bilindim. (Gülümsüyor.)
Çizer olmak…
Ben, çizer olan Hasan Aycın değil, Hasan Aycın olan çizer olarak anılmak isterim.
Ne demek bu?
Yaptığımız iş, bizim insanlık serüvenimizin, insan olma yolunda ilerleyişimizin bir yansımasıdır. Kendimiz olmayı başardığımız nispette, eserimiz, ürünümüz, emeğimiz bir anlama kavuşur. Albümlerimden birinin adı Asâ’dır. Yanımdan ayırmadığım, yolculuğumu kolaylaştıran bir şey çizgi. Fakat yol benim yolum. Yolcu da benim.
Çok ilginç?
“Kem âlât ile kemalât olmaz” derler. Yani kötü araçlar kullanarak olgunlaşamazsınız. Bu anlamda ben, çizdiklerimin hem yapısal, hem de işlevsel olarak kötülükten uzak olmasına özen gösteriyorum.
Sanat eserinin de bir araç olduğunu mu söylüyorsunuz?
Bir kimse, ‘İnsan nedir?’ diye sorduğunda, kendisiyle muhatap olur. İnsanın macerası cennette başladı. Sonra cennetten dünyaya geldik. Şimdi yeniden cennete gitmeye çalışıyoruz. Doğrusu, cennetten hiç çıkmamayı isterdim. Eserlerimiz, bu yolda bir taşıt ya da bir azık gibidir.
Sanat serüveniniz açısından kimlerle akrabasınız?
Cumhuriyet dönemini göz önünde tutarsak, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören ve İsmet Özel’in benim yorumuma göre birleşen, birbirine eklenen, kesişen yolları var. Ben de bu hat üzerindeyim.
Fakat bu saydıklarınız arasında hiç çizer yok?!
Bu isimlere Gönenli Mehmet Efendi ve Mehmet Zahit Kotku’yu da ekleyebilirim üstelik. Ben evet, çizerlerle değil mutasavvıf, düşünür, şair ve yazarlarla akrabalık kurdum. Bu tür yakınlıklar insana vergidir, her istediğiniz kişiyle yakın olamazsınız.
Bu durumda fazla özgün bir sanatçı olmuyor musunuz?
İlk albümüm Bocurgat’ın adını İsmet Özel vermişti. Albüm de, ona ait olan Çıdam Yayınları arasında çıkmıştı. Dahası, albüme çok önemsediğim bir takdim yazmıştı. Bana, öncesinde ‘Sen bir ekol müsün, takipçilerin var mı?’ diye sormuştu. Ben de ‘Bilmiyorum’ demiştim. Hakikaten takip ettiğim çizerler yoktu, takipçilerim olup olmadığından da haberdar değildim. Şimdi sergide gençler geliyor. ‘Sizin çizgilerinizle büyüdük’ diyorlar. İnsanız, hoşuma gidiyor
Usta bir çizersiniz ve ustanız yoktu… Çok acayip?
Bir gün iki şair, Hasan Selami Binay ve Şükrü Caner bir gün geldiler. Şükrü’yle ilk karşılaşmamızdı. Bocurgat yeni çıkmıştı. Şükrü kitabı aldı, kurcaladı ve ‘Bunları sen çizmiş olamazsın’ dedi. ‘Eğer sen çizdiysen neden televizyona çıkmıyorsun, niçin hiç ortalarda görünmüyorsun?’ dedi. ‘Yahu ben çizdim’ dedim. Bu defa ‘Senin gizli bir ustan var besbelli. Onu bir gün bulacağım ve senin foyanı meydana çıkaracağım’ dedi.
Siz ne dediniz, Şükrü Caner ustanızı bulabildi mi?
Bir şeyler söyledim. Yo, Şükrü ustayı bulamadı. Artık aramıyor da zaten.
Ayda ortalama kaç ‘çizgi’ çiziyorsunuz?
20 – 25 tane çiziyorum. 4-5 yıldır Millî Gazete’ye ayda 15 tane çiziyorum. Hece, Hece Öykü, Birdirbir, Yedi İklim, Mostar gibi dergilere de çiziyorum.
Ünlü şairlere, yazarlara, düşünürlere ithaf ettiğiniz çizgileriniz var…
Onların bendeki karşılıklarını çizmeye, kendi ifade tarzımla onları anlatmaya çalışıyorum. Onlar bir nevi benim ailem. Onlarla bir gönül bağı kurduğumu açığa vuruyorum: Malcolm X, Muhammed Hamidullah, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Atasoy Müftüoğlu…
Genel itibarla ferah, sakin ve stilize bir tutum var çizgilerinizde…
Öyleyse ne mutlu. Çünkü benim elimden çıkan bir işten hiç kimsenin bizar olmasını istemiyorum. Hepimiz, Hz. Adem’in, bir peygamber olan babamızın geniş ailesiyiz…
Esrarname ve Sahipkıran adlı iki romanınız var…
Esrarname, hayatın anlamını arayan insanın masalıdır. Sahipkıran’a kaynaklık eden Hamzanâme, sözlü edebiyatımıza ait bir eser. Dedemden büyük amcama, amcamdan bana intikal etmiş bir defterde yazılı bir nüshası vardı. Osmanlıca, haliyle. Üzerindeki tarih, 250 küsur sene öncesine aitti. Orada anlatılan olaylar ise İslamiyet öncesinde geçer. Ben bu sözlü hikayeyi yeniden kurguladım.
Çünkü?..
Bize miras kalmış, fakat sahiplenmediğimiz bir kültürel birikim var. İmam-ı Gazali der ki “Anlattığım kıssaların gerçek olup olmadığına bakma, kıssalardan alacağın hisseye bak.” Biz, hisse alma yeteneğimizi de kaybettik sanki. Bu nedenle, modern anlatılara da özgün bir bakışla yaklaşamıyoruz. Eğlence endüstrisinin ürünleri, genel itibarla bir hikmet arayışı, ibret alma, hisse çıkarma için elverişli değil…
Romanlarınız Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter gibi, fantastik romanlara benzetildi. Siz ne diyorsunuz?
Batıdaki modern fantastik anlatılarla bir alakam yoktur. Ben menkıbeler, kıssalar üzerinden yazıyorum. Tolkien’den konuş deseniz, konuşamam. Fakat Feridüddin- i Attar’ı saatlerce konuşabiliriz.
Yazar olarak yeni projeniz nedir?
Şimdi, Nam-ı Diğer Battalnâme adlı, iki kutuplu dünyanın anlatıldığı, Sahipkıran’ın devamı niteliğinde bir kitap üzerinde çalışıyorum.
Edebiyat alanında da önemli işler yaptığınız halde, sanırım hep çizer olarak anılacaksınız… mı?
Ben, çizgilerimi çizerken neysem, Sahipkıran’ı yazarken de oyum. Yazdıklarım da, çizdiklerim de benim nazarımda değer taşıyor. Fakat bir listeye girmek, bir sıralamada yer almak türünden kaygılarla hareket etmiyorum. Bütün bunlar birer sesleniştir, davettir, hitaptır. Ve hitap, muhataba özeldir. Yani herkes, kendi payını, hissesini alır.
KUDÜS’TE BARIŞ SAĞLANAMAZSA, DÜNYANIN GERİ KALANINDA HUZUR BULAMAYIZ
Mizah dergilerinde değil, edebiyat dergilerinde çiziyorsunuz…
Çünkü kendimi oralarda daha rahat hissediyorum.
Çizgilerinizde ağaç, kök, kuşlar, gökyüzü, güneş, kitap, merdiven gibi cisimler öne çıkıyor. Neden?
Ben her fırsatta köye kaçarım. Çiftçi değilim, ziraatla alakam yok, ama tabiatla alakam yoğun. Genel olarak doğal unsurları çiziyorum. Çocukluğum da köyde geçti. Ayrıca ben 8 yaşında yürüdüm. Hastaydım. Dolayısıyla, yürümeyi öğrenme sürecimi biliyorum, hatırlıyorum. İlkokul 2. sınıfa kadar hep avludan, kışın pencereden tabiatı seyrettim. Yıllarca her gün günbatımlarını izledim. Sanırım, çizdiklerime bunlar yansıdı.
Çizmeye ilk nasıl başladınız?
Henüz okula gitmiyordum. Bir insan figürü çizdim. Rahmetli annem, “Aman oğlum, yarın ahirette ‘Bu çizdiğin insana can ver bakalım’ derlerse n’aparsın?!” demişti. Bu ikaz, benim için bir tür disiplinin başlangıcı oldu.
Okulda resim derslerinde başarılıydınız herhalde?
Öyleydim evet. İmam Hatip Lisesi’nde okurken, okulun resim atölyesinin anahtarı bende dururdu. Dekorları ben hazırlardım. Duvar gazetesinde Murteza diye bir tip çiziyordum; bant karikatürü şeklinde. Sesimiz diye bir de matbu okul gazetemiz vardı. Orada da kısa yazılar yazıyordum, çünkü çizginin basıma hazırlanması biraz zor işti.
Leman dergisinin geçen hafta yayınlanan Filistin özel sayısında sizin de çizgileriniz var…
Evet, üç tane çizgimi kullandılar. Benden izin istendi. Ben de ‘Olur’ dedim tabii. Gazze’deki yıkım, hepimizi derinden etkiliyor. Leman ekibini de bu konudaki hassasiyetlerinden ötürü tebrik ediyorum.
Filistin’le ilgili çizgilerinizin derlendiği bir kitabınız da çıktı: Kudüs Ey Ey…
Bence dünya gündeminin ilk maddesi Kudüs’tür. Çünkü, Kudüs peygamberlerin anayurdudur, insanlığın beşiğidir, barışın yuvasıdır. Orada barış sağlanamazsa, dünyanın geri kalanında huzur bulamayız.
Ve?
Zayıflar, güçsüzler hiçbir zaman kaybetmez. Çünkü acz, güçsüzlerin ürperti veren gücüdür. İnsan, tutunabileceği hiçbir şey kalmadığı haldeyken Allah’a yöneliyorsa, acz odur. Acz, iflas değildir.
(Star gazetesi, 25.01.2009)