Hece edebiyat aylık dergisinin Düşüncede, Edebiyatta, Sanatta Modernizm ve Postmodernizm Özel Sayısı'ndaki (138, 139, 140., Haziran, Temmuz, Ağustos 2008): “Türk toplumu modernizm ve postmodernizm süÂreÂcinÂde düşünce, edebiyat,
sanat ve hayatta (kazanım ve kayıplarıyla) nasıl bir dönüşüm yaşadı?” konulu soruşturmaya Zeynep Sayın, İskender Savaşır ve Ömer Lekesiz'in verdiği cevaplar:
ZEYNEP SAYIN
Birkaç satırda bu soruya nasıl yanıt verilir? Modernizm serüvenini atlıyorum. Yolun başından beri kaygan bir zemindeydi, sanırım zaman içinde daha da kayganlaştı, sulandı, sululaştı. Türkiye’de bugün düşünce diye bir şeyin olduğu söylenebilir mi? Varsa, suskunlaştı. Ortalıkta geveze bir düşüncesizlik, kaba bir nezaketsizlik, bir tür sanatsal süpermarket, geçici, uçucu, havalı şeylerle dolu bir hayat hipermarketi gibi bir şey kaldı. Müzeler, televizyon kanalları çoğaldı.
İSKENDER SAVAŞIR
Modernizmle postmodernizmin Batı’nın düşünce ve duyarlık dünyasında ortaya çıkmasıyla, Türkiye’de yaşanması arasında belirgin bazı asimetriler var.
Batı’da modernizm, modernleşme sürecinin vaatleri ile sonuçları arasındaki açı artık gözardı edilemez, daha doğrusu iyice katlanılmaz hale geldiğinde, modernleşme sürecinin kendisinin sorgulanmaya başlamasıyla ortaya çıkan bir eğilimler toplamı... Viyana Kongresi’nde ve izleyen yıllarda kurulan devletler düzeninin siyasal hayatı düzenlemedeki, devletin olsun, piyasanın olsun toplumsal nimetlerin adil bir bölüşümünü gerçekleştirmedeki aşikâr yetersizlikleri, belki de en önemlisi, kul ya da uyruk olmanın yerini alan varoluş tarzı olan yurttaş ve giderek birey olarak varolmanın beraberinde getirdiği yalnızlık, yabancılaşma ve anlam yoksunluğu, modernizmi besleyen başlıca deneyimler oldu.
Türkiye’de ise, kendisini “modernist” diye nitelemeyi tercih edecek ana akım temsilcileri ise hep modernleşme sürecinin özneleri, hatta baş aktörleri olmayı tercih ettiler. Modernleşmenin sonucu olarak varolmaya başlayan özne-bireyin sorunlarını araştırmak, sıkıntılarını ifade etmek ise, ana akımın dışında kalan, tıpkı Batı’daki modernistler gibi kendi içlerinde bir ekol oluşturmayan, ortak bir üslubu temsil etmeyen Halit Ziya, Sait Faik, Bilge Karasu gibi yazarlara ve 1950’lerle birlikte II. Yeni diye anılan şiire düştü.
Dolayısıyla Türkiye sözkonusu olduğunda, hâlâ yaşarlığını (hatta popülerliğini) sürdüren modernleşmeci edebiyat ile modernist edebiyatın zaman içindeki bitişikliklerinden ötürü sık sık birbirlerine karıştırdıkları söylenebilir. (Bir sürü örnek verilebilir ama şu an benim ilk aklıma gelen, Adalet Ağaoğlu gibi modernleşmeci bir yazarın “modernist” diye nitelenmesi, okunması, çalışılması.)
Örnekten de anlaşılabileceği gibi, daha çok edebiaytı düşünerek konuşuyorum. Ama örneğin mimarî sözkonusu olduğunda, Batı’da “modernist” diye nitelenegelen mimarî eğilimler toplamının, çok da etkili olmayan bazı istisnalar dışında ana akımının hedeflerinin temelde, modernist estetiktense modernleşmeci hedeflere yakın olduğu söylenebilir.
Postmodernizme gelecek olursak... Belki bu konuya, hâlâ çok da net kavramsallaştırmalar yapamayacak kadar yakınız. Birkaç farklı düzeyde tanımlamak mümkün görünüyor postmodernizmi... Sözkonusu olan, öznenin modern felsefenin öngördüğü gibi öz-bilinç olarak tanımlanamayacağı, hatta özbilincin kendisinin dünya üzerindeki şeyler üzerine denetim kurarken yararlı olagelmiş teknik, yöntem ve araçlarla açıklanamayacağı, hatta anlatılamayacağı iddiasıysa, modern felsefeye karşı takınılan bu eleştirel tavrın daha Aydanılanma sırasında, modern felsefenin, yazın geleneklerinin bağrında, sözgelimi Diderot’nun veriminde, Tristram Shandy’de, hatta David Hume’da dile getirildiği söylenebilir.
Yok, tanımımızı daha yakın dönemle, gençliğimize damgasınıı vurmuş olan iklimle sınırlandıracak olursak... Bu iklimin oluşmasına yol açan koşulların neo-liberal politikalarla ilişkisini bugün üç aşağı beş yukarı kurabiliyoruz. Dünya ekonomsinin 1970’lerde girdiği krize sermayenin gösterdiği tepki, meşruiyetini piyasa kıstaslarını aşan bir akılcılıkta bulma iddiasında olan kurumları tasfiye etmeye yönelmek oldu. Yalnız kurumlar değil konumlar da, özellikle de meşruiyetini son kertede öz-bilincin doğasından aldığı düşünülen (vehmedilen) aydın konumu da nasibini aldı bu tasfiye sürecinden...
Modernizmin, romantizmden devraldığı bir inanç, bir güven vardı: Teorik ya da pratik-politik düzlemde kendi tatmin koşullarını bulamasa da, özbilincin kendini sembolik ya da estetik düzlemde bütünleştiribileceğine dair bir güven....Belki, kısmen eskiden “kültürel” diye anılan alanların da hızla sermaye egemenliğinde toplumsallaşmasına bağlı olarak, bireysel özbilincin kendine burada bir tatmin koşulları alanı yaratabileceğine duyulan güvenin sarsılması, sanırım post-modern gayrı-ciddiyeti, oyunculuğu kışkırtan önemli faktörlerden biri oldu.
Üniversiteler, planlama teşkilatları, merkez bankaları, hatta IMF, Dünya Bankası gibi akılcılık iddiasında olan kuruluşların tasfiye edilme ya da belki daha doğru deyişle, piyasa karşısında özerkliklerini yitirme merkez ülkelerde -Batı’da- demokratik mekanizmalar aracılığıyla, Türkiye gibi çevre ülkelerde ise darbe tarzı araçlarla gerçekleştirildiğini biliyoruz. Postmodernizm konusundaki Batı ile Türkiye arasındaki bir asimetri olarak bu sayılabilir.
Bu asimetrinin bir sonucu, “postmodernist” nitelemesine darbe ayıbının bulaşması oldu. Belki bu yüzden, biraz da çeşitli tarihsel arızlardan ötürü Türkiye’de kültürel alanla devletin merkezî iktidarı arasındaki ilişki fazla sıkı bağlarla örülmüş olduğundan, postmodernist durumla kültür insanları arasındaki ilişki, burada Batı’da olduğuna kıyasla daha da sorunlu, hatta daha da inkâr temelli oldu... Yine çeşitli örnekler verilebilir; ilk aklıma gelenleri sayacağım. Örneğin Sevgi Soysal, 1960’lar gibi daha dünyada bu kavramın adı pek konulmamışken, Tante Rosa’da melez bir varoluşun dilini araştırmaya başlamışken, daha sonraki eserlerinde daha tanıdık bir romantik kurtuluşçuluğa “geri düşmeyi” tercih etti. Latife Tekin, daha önce Berci Kristin Çöp Masalları’ında, Gece Dersleri’nde denediği gibi, herhangi bir şekilde öz-bilinç cinsinden tarif edilemeyecek bir kadınlık üst-bilincini dile getirmeye hedefler göründüğü Muinar’ın bir köşe yazarlığı, verili kanaatlerin dile getirildiği bir mecraya dönüşmesine gönül indirdi.
Son olarak, buraya kadar söylediklerimin elbette çok kuşbakışı bir yerden yapılmış tesbitler, genellemeler olduğunu vurgulamak gerekiyor. Habermas, modernizmin “tamamlanmamış bir proje” olduğunu söylemişti. Aynı tamamlanmamışlık, post-modern çerçeve içinde geliştirilmiş ifade araçları için, belki daha da heyecan verici bir anlamda geçerli. Çünkü bu araçların, özellikle 1990’ların ikinci yarısı itibariyle, yeni teknolojik olanaklarla eklemlendiğini ve şimdilik ve eminim geçici olarak “hiper-text”, “siber sanat”, gibi adlarla çağırmayı denediğimiz yeni ufuklar, belki yeni bir anonimliğe doğru yeni kapılar açtıklarına daha yeni yeni tanık olmaya başladık.
ÖMER LEKESİZ
Modernizmle postmodernizmin birbirlerine şöyle seslendiklerini düşünürüm: “Modernizm: -Her şeyi kirlettim! Postmodernizm: -Hadi, temizlemeyelim!”
Modernizmin ahlaktan estetizme, ticaretten el sanatlarına, felsefeden bilime, dinden dinsizliğe, ruhtan akıla, vücuttan bedene, sözden yazıya, görmekten görüntüye, siyasetten sanata... “ayrıntı önemlidir” yaklaşımıya ürettiği “malumat” dağlarının, öngörüldüğü gibi insanın mutluluğuna hizmet etmemesi onun açık bir iflasıydı. Ama iç mantığında yenilgiye hiç yer vermemiş olan modernizm, iflasını ilan ederek geriye çekilmek yerine kendi içinde ürettiği, söz konusu malumatı sorunsal edinen yeni bir izmle varlığını sürdürmeyi seçti: Postmodernizm!
Peki, postmodernizm ne diyordu: “Anything goes!” “Her şey mübah” demek kapitalist algıya göre her şey ticarileşecek demektir. O halde hayat ve onu anlamlı kılan her şey metalaştırılacak! Yapacak bir şey yok sonuçta: Kirlettik, temizlemeyeceğiz, dibine kadar yaşasın kaos!
Bu bahiste benim anlam veremediğim iki “yerli” durum var:
1-Türk toplumu modernizm sürecinin içinde olmadı, olduruldu. Hal böyle olunca modernizmin kirlettiği her şey topluma bir değişim hatta nimet olarak dayatıldı. Elbette bu alil bir durumdu ve sonuçları da vahim olacaktı: Kimliksizlik, kozmopolitlik, züppelik... Modernizmin bu armağanları (!) apaçık bir şekilde orta yerde dururken, bir de postmodernizme bulaşma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor?
2-Modernizmin adı bile yokken, insanın din - dünya mutluluğu adına düşünen ve yazan insanlar neden, nasıl ve niçin postmodernin postununa oturtulmaya çalışılıyor? Örneğin Arabi, Attar, Mevlana, Şebüsteri, Sadi, Hafız, Fuzuli...
Birinci durumun tümüyle “siyaset” merkezli olduğunu sanıyor ve ilgililerinin üretebilecekleri uygun cevapların izini sürüyorum.
İkinci durum içinse, sanat - edebiyat planında yarı modernlikleri (dolayısıyla yarı doğululukları) yüzünden, yaptıklarının, yazdıklarının değil evrensel yerel bile olamayacağını anlayan bir takım uyanıkların, kraldan fazla kralcı kesilerek yeni bir sorunsal kapısı açmaya çalıştıklarını düşünüyorum. Değilse, postmodernizm saplantısıyla bize ait olmayan soruların sorunsalına sahip çıkmak, malum sanatsal kabızlıklar için yeni müshil ihtiyacını beyan etmekten başka ne olabilir?
“Nasıl bir dönüşüm?”ün tam cevabı da bana göre bu iki duruma doğru anlamlar yüklenmesinde yatıyor: Siyasete olan yoğun ilgimiz bizi nereye götürüyor? “Bizim siyasetimiz” sandığımız şey başkalarınca belirlenmiş bir siyasetin siyasetinden mi ibarettir? Madem biz kukla değiliz, o halde ötekilerin tümü neden kuklacı? Maneviyatçılık hastalığımız, edebi üçkağıtçılığımız, bireysel şan ve şöhret tutkumuz, eserlerimize hipermarketlerin raflarında yer bulma (metalaştırma) çabamız, eski kitaplara verdiğimiz yeni adlarla medyada varolma gayretimiz bizden neleri, nasıl ve niçin eksiltiyor?
Cevap arayışını bunca uzatmaya belki de hiç gerek yok; yaşanan dönüşümü tek bir cümle ile belirlemek de mümkün: “Azgın bir selin içine itildik. Boğulurken bari bir kütük edinelim.”
(HECE EDEBİYAT DERGİSİNİN 138., 139., 140., HAZİRAN, TEMMUZ AĞUSTOS 2008, DÜŞÜNCEDE, EDEBİYATTA, SANATTA MODERNİZM VE POSTMODERNİZM ÖZEL SAYISI'NDA YER ALAN BU CEVAPLAR, SİTEMİZDE EŞZAMANLI OLARAK GÜNCELLENMİŞTİR)