Menu
HARUN CANDAN İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • HARUN CANDAN İLE SÖYLEŞİ

HARUN CANDAN İLE SÖYLEŞİ


İlk romanın Hayalname’nin yayınlanmasının üzerinden 10 yıl geçti. Beş romanın yayınlandı. Geriye dönüp bakınca nasıl bir toplamla karşı karşıya olduğunu düşünüyorsunuz? Onuncu yıl konuşması yapsanız neler derdiniz? 

İçindeyken nasıl geçtiğini anlayamadığım 10 yıl, beş roman. Şimdi geriye bakıp düşününce, bir romandan diğerine giden yolları, durakları, edebiyatın derin vadilerini, çöllerini, engebeli ve tekinsiz arazilerini, kuytu ormanlarını, tehlikeli geçitlerini görüyorum. Sanırım son olarak, tırmandığım dağdan indim. Şimdi uçsuz bucaksız bir sahildeyim. Buraya kadar düşe kalka ben geldim. Buradan sonra bir teknenin gelip, beni alıp başka limanlara götürmesini bekliyorum. Tam olarak bu ruh halindeyim. Anlatması kolay değil.

İlk romanınız Hayalname, “Babam bana kaderin ne olduğunu anlatmaya çalıştığında on iki yaşındaydım.” cümlesiyle başlıyor.  Birbirlerinden çok farklı romanlar olsa da “kader” meselesi arka planda gizli gizli kendini hissettiriyor. Nedir kaderle meseleniz?

Bu hikaye yazıcılığı ile alakalı bir durum olabilir. Normalde kaderin doğrudan muhatabıyız. Alınyazımız neyse onu yaşıyoruz. Ya da her neyse işte. Malum, anlaşılması güç konular. Öte yandan, kalemi elimize aldığınız vakit, hikâye diye yazdığımız şey de aslında bir nevi kader. Bir karakterin kaderini yazıyoruz. Ve tabii bu da bizim kendi kaderimizde var olan bir şeyin açığa çıkışı. Kaderin içinde kader. Küçük bir çocuğun oyun kurması gibi… Belki yazmak da büyükler için bir nevî oyundur. Neden olmasın?

Romanda farklı alttürlerin imkânlarını kullanıyorsunuz. Sizinle yapılan bir söyleşide “Önemli olan nasıl söylediğim değil, ne söylediğim, diye düşünüyorum.”  Diyorsunuz. Peki, kurgunun imkânları size neyi anlatmak için birer vesile?

Elbette ilk romanı yazan kişiyle son romanı yazan kişi aynı değillerdi. Son romanın üzerinden geçen zamanla beraber, şimdiki benle o zamanki ben de aynı değiliz. Ama bir de değişmez bir öz var. Kitaplarım da böyle olsa gerek. Söylediklerim zaman içerisinde değişmiş gibi gözükse de, derinlerde saklı hakikat hep orada. Yazar olarak vazifem, bu hakikati kendi imkanlarım dahilinde ve kendi miktarımca aktarmak. Bu, ben hakikati buldum, kavradım, özümsedim ve başkalarına aktarıyorum anlamlarına gelmiyor tabii. Yanlış anlaşılmasın. Bu bir yolculuk. Yol devam ediyor. Yolda oldukça, deneyimlerimizi, duygularımızı, anladıklarımızı, duyduklarımızı, hayallerimizi, belki birileri okur da bizim gibi hisseder diye yazıya döküyoruz işte…

Romanlarınızda arka planda yoğun okumalar yaptığınızı görüyoruz. Bu bazen “Sonsuzluğun İlk Günü”nde olduğu gibi Lidyalılar hakkında oluyor bazen “Yarınsız”da olduğu gibi yakın bir dönemin gazete haberleri hakkında oluyor. Romanlarınızda malumat ile hikâye arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

Denge. Hayata dair birtakım sırlar varsa, bunlardan biri de dengedir herhalde. Bir meseleyi romanda irdeleyeceksem, hakkını vermem gerektiğine inanıyorum. Bu hem atmosfer kurmak açısından önemli, hem de esasen işe olan saygının bir tezahürü. İnsan ne yapıyorsa yapsın elinden gelenin en iyisini yapmalı. Ben de imkanlar el verdiği ölçüde anlatacağım konuyla alakalı okumalar yapıyorum. Sanırım tarihi bir roman ya da romanın içinde tarihsel bir referans söz konusu ise, ibre malumata biraz daha kayabilir. Onun haricinde hikâyenin kendisi, kurgulanmış olan ağır basar. Okuyucuyu bilgi bombardımanına tutmak falan, bunlar hiç sevmediğim şeylerdir. Çoğu röportajımda söylemişimdir, kendim okurken sıkılmayacağım romanlar yazıyorum. Evet her şeyden önce ben de bir okurum. Dengeyi buradan hareketle geliştirdiğim bir refleksle sağlıyor olabilirim. 

Romanlarınızda sinematografik bir tat da var. Sinemayla aranız nasıl? Bir seyirci olarak tercihleriniz neler? Seçme şansınız olsa hangi romanınızın hangi yönetmen tarafından filme uyarlanmasını isterdiniz? 

Başka yazarları bilmiyorum ama ben bir romanı evvela sinema perdesinde izler gibi kafamda izlerim. Tek bir harf yazmadan önce ilk yaptığım budur. Tekrar tekrar. Sonra da izlediğim şeyi yazıya döküyorum. Belki de bununla alakalıdır sinematografik tat. Ya da olay anlatmayı sevmemle alakalı da olabilir. Durumun ağır bastı yazıları görselleştirmek zor, bazen de imkansızdır. “Olay” ise bunun tam tersi. Sinema ile çok derin bir ilişkimiz yok maalesef. Ortalama bir seyirciyim. Yönetmenlik meselesi ise çok çetrefilli. Hayalname’yi Cohen kardeşler çeksin isterdim sanırım. Sonsuzluğun İlk Günü, Christopher Nolan. Yarım Ay, Bong Joon-ho. Yarınsız, Paul Thomas Anderson. Yağmur Dinecek Kimse Bilmeyecek, Martin Scorsese. 

Gündeminizde neler var? Neler yazıyorsunuz bugünlerde? 

Son olarak, bir yeniden yazım projesi kapsamında, “Saltıkname” üzerinde çalıştım. Sarı Saltık’ın serüvenlerini, gazalarını anlatan gerçeküstü ve destansı bir metin. 15. yüzyılın ikinci yarısına tarihlenen bir eser. Biraz sadeleştirip, genç okuyucular için daha cazip hale getirmeye gayret ettim. Tabii bu mevcut bir metnin tekrar yazımıydı. Ben de ilk kez böyle bir şeye kalkıştım. Kendi romanlarıma gelecek olursam… Açıkçası bu günlerde üzerinde düşünsel anlamda mesai harcadığım birden fazla hikaye olsa da, hangisini yazmaya başlamam gerektiğine karar veremiyorum. Bugüne kadar da seçici sayılırdım ama bundan sonrasında, beş kitabın ardından, sanırım daha çok titizleniyorum. Bir kitabı yazmaya başlamam için içime sinmesi lazım. “Bu da böyle bir kitap oluversin” gibi bir düşünceyi kabul edemem. Galiba doğru anın ya da hikâyenin gelmesini bekliyorum. Sonuçta piyasa yazarı değilim. Üzerimde herhangi bir baskı yok. Yazmadığım, okunmadığım, konuşulmadığım sürece varlığımdan bir şey eksilmiyor. Beni ben yapan şey yazdığım kitaplar değil, kitapları kitap yapan benim. Zamanın bana en güzelini getireceğine inanıyorum.


SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları