Mahalledeki Hayalet, bir mekâna ithaf ediliyor: Arda caddesine. Mekân ile öykü, mekân ile yazma arasında nasıl bir ilişki kurarsınız?
Mekân elbette önemli. İnsanı büyüten, küçülten, şekillendiren, yorumlayan, tanımlayan bir mefhum. Enerjisiyle çevreliyor, kokusuyla belleğinize işliyor. “Enerji” ve “koku”ya vurgu yapmak isterim özellikle. Çünkü dijital çağda bir mekânı evinizden çıkmadan, sanal platformlarda gezip görmeniz mümkün. Mekânı, tıpkı oradaymışcasına görebilir, duyabilir, bilgi düzeyinde tüm ayrıntılarına vakıf olabilirsiniz. Ancak bu gezip görmede iki şey eksik kalır: Birincisi, enerjisine dahil olamazsınız; ikincisi ise kokusunu alamazsınız. Bu sebeple, bana göre sanal mekânla gerçek mekânı ayıran bu iki şey, mekân mefhumunda insanı büyüten, küçülten, şekillendiren, yorumlayan ve tanımlayan şey demek. Dolayısıyla da insanın genel olarak hikayesini, özel olarak da yazımını, öyküsünü belirlememesi imkânsız.
Arda Caddesi’ne gelirsek, orası benim doğup büyüdüğüm mekân. Tüm hayat hikayemi etkilediği gibi, öykülerime de gerek insanlarıyla gerek enerjisiyle, kokusuyla iz bıraktı. Tümüyle orada geçen bir iki öykü dışında mekân olarak kitabımın tamamında olmasa da beni büyüttüğü, şekillendirdiği için kitabı Arda Caddesi’ne ithaf ettim.
Uzun bir zaman sonra çıktı Mahalledeki Hayalet. Bu sürede, “hâlâ bir kitabım yok” diye kendi kendinize eziyet ettiğiniz oldu mu? Malumdur çünkü, -her ne kadar buna karar verecek olan tek kişi yazarın kendisi olsa da- uzun süre kitapsız bir yazar olmak bir miktar huzursuzluk verir.
Yazmak, bana sonradan gelen bir dürtü. Uzun yıllar kendime, sadece okur olarak hayatımı devam ettireceğimi söyleyip durdum. Sonrasında ilk öykümü yazdığımda bu benim için bir sürprizdi. İlk öykümün çok değer verdiğim yazarlar tarafından beğenilmesi, asırlık bir dergide yayımlanması da sürprizdi. İkinci ve üçüncü öyküleri yazışım da ve benim için mihenk taşı olan tüm dergilerde öykülerimin yayımlanması da öyle… Bu sebeple “kitabım çıksın” beklentisinde olmadım, çıkınca sevindim yalnızca. Zaten kitap olacak niceliğe ulaşmam da -az yazdığım için- on yıl sürmüştü. Uzun süre öykü yazmadığım zamanlar, içimde birikenler yüzünden huzursuzluk yaşadığım oldu ama bu huzursuzluğun kitabımın olmamasıyla ilgili olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
Bir söyleşinizde, öyküye dair teorik okumalar yaptığınızı, teoride iyi ancak öykü yazma konusunda daha verimsiz olduğunuzu ifade ediyorsunuz. Bu konuda sizi en iyi anlayacak insanlardan biri olduğumu belirtmeliyim. Genellikle öyküye dair kuramsal kitaplar okumanın öyküyü beslediği söylenir. Bu konuda ne söylersiniz?
Teorik okumalar elbette öyküyü besler. Diğer tüm okumalar gibi. Sizi besler çünkü.
Teoride iyi, pratikte kötü olduğumu söylediğim mevzu, spesifik bir konuydu. Bir dönem yaptığım yoğun mit, arketip, fenomenoloji okumalarıyla vardığım, anlatının nasıl olmasıyla ilgili düşünsel sonuç, pratikte kalem oynatamayacağım kadar imkânsız bir hedefe sürüklemişti beni. Bu da öykü yazma konusunda yıldırıcı bir etki yaratmıştı. Ancak sonradan, tek bir yöntem, tek bir anlatı biçimi doğru olamaz, 29 harfin imkân verdiği sayısız kombinasyon uçsuz bucaksız imkânlara sahip deyip yeniden kalemi elime alma cesaretini gösterebildim.
Zor yazmak başka bir şey, yazabildiği hâlde, yazmaya vakti olduğu hâlde ertelemek başka bir şey. Birincisinde yazmaya dair bir iştiyak olsa da yazamama durumu söz konusu. İkincisinde, bizzat yazılmak üzere gelen yazının başka bir vakte ertelenmesi söz konusu. İrem Ertuğrul’un yazı konusundaki durumu, ısrarı nasıldır?
Benim durumumda sanırım iki seçenek de belli şartlarda mevcut. Birincisi, yazmak için ilham bekleyen bir insanım. Oturup bir öykü yazayım deyip de yazdığım vaki değildir. Ancak o dürtü gelmiş ve yazmaya başlamışsam maksimum iki oturuşta öykü biter. Yani yazarken değil ilham beklerken zorlanırım. İkincisiyse dünya telaşı… Üç oğlum ve tam mesaili bir işim var. Gerisini anlatmaya gerek yok
Eşiniz Aykut Ertuğrul’un öykücü olması sizin öykünüze ve yazı hayatınıza nasıl yansıdı? Aile içinde, birden fazla insanın yazıyor olması ne gibi olumlu ve olumsuz sonuçlar doğuruyor?
Eşimin öykücü olmasının, benim de yazmaya başladığım anda kullandığım türün öykü olmasına ne kadar etki ettiğini bilemiyorum. Muhakkak etkisi vardır ama neden roman değil de öykü yazıyorum sorusunu kendime sorduğumda, bir romancı gibi değil bir öykücü gibi düşündüğümü rahatlıkla görebiliyorum.
Öykü tarzımız da birbirine hiç benzemiyor. Aykut, üslupçu denebilecek bir öykücü, uzun uzun anlatmayı da seviyor. Benimse dilim çok sade ve lafı dolandırmadan en kestirme yoldan anlatmayı tercih ediyorum.
İkimizin de yazıyor olmasının sonuçlarına gelince; şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki yazma konusunda birbirimizi desteklememiz, birbirimizin okurluğuna güvenmemiz ve yazdıklarımızı eleştirebilmemiz ikimize de iyi geliyor. Olumsuz tarafı ise, frenleyen bir taraf olmadığı için kütüphanemizin giderek bizi evden atmaya doğru genişlemesi.
Kitaplara ilgisi olan bir aile ortamında büyümediğinizi söylüyorsunuz. Şu anda hem kitaplarla hem kültürel faaliyetlerle haşır neşir bir aileniz var. Okuma konusunda bu iki farklı atmosferi kıyasladığınızda neler söylersiniz?
Okuma konusunda en önemli şart içten gelen iştiyak bence ve bunun bir matematiği olduğunu çok da düşünmüyorum. Kitaplara ilgisiz değil ama maddi olarak güç yetiremeyen bir ailede büyüdüm diyelim. Buna rağmen okumayı öğrendiğimden beri oradan buradan bulduğum her kitabı okuyacak kadar mevcuttu o iştiyak bende. Ortaokul çağlarındayken Atatürk Kütüphanesi’ne üye olup cennete düşmüş gibi olmuştum ve gerisi geldi…
Şimdi evde büyük denebilecek bir kütüphanemiz var, işlerimiz dolayısıyla da bolca kültür sanat konuşulan bir ev. Çocuklarımız gelecekte nasıl olacaklar bilemiyorum. Ancak kendimden yola çıkarak okuma iptilası sizi bulacaksa buluyor diyebilirim.
“Bu Öyküde Sanal Reklam Uygulanmaktadır” isimli öykünüzde, Yeni Türkiye’nin nelerle karşılaşacağı konusunda anlattıklarınız ve ülkede yaşanan birtakım acayiplikler, virüsle karşı karşıya kalan Türkiye’yi de anlatıyor gibi. Salgın üzerine öyküler, şiirler yazma düşüncesi bir süre sosyal medyayı meşgul etmişti. Güncel bir meseleye dair öykü yazma isteğinin uyandığı oluyor mu sizde? Bu meseleye nasıl bakıyorsunuz?
Ben öykünün yaşanmışlıktan beslendiğine inanıyorum. Yaşanmışlık ise zaman isteyen bir süreçtir. Güncel bir meseleye dair yazabilmek için, en azından, bir insanı dönüştürecek kadar uzun bir sürenin geçmesi gerek bence.
Bir söyleşinizde, nasıl yazacağınızı bilemediğinizi söylüyorsunuz. Yani kendi formunuzu, kendi sesinizi bulma noktasında bir belirsizlik yaşadığınızı ifade ediyorsunuz. Bunu aşmak için kendi kendinize salık verdiğiniz şeyler var mıdır?
Nasıl yazacağımı bilmemekten kastım az önce dediğim meseleyle ilgiliydi, bir dönem yaptığım yoğun okumalarla ulaştığım, beni yıldıran sonuçla alakalı… Kendi formumu ve sesimi bulamadığımı düşünmüyorum. Aksine kendi sesime çok fazla sadık olmam, daha başka şekillerde de yazma konusunda beni frenliyor sanıyorum.
Öykülerinizde bazı kadınların makus talihinden bahsediyorsunuz. Kadınların iç dünyalarını, yaşantılarını öykülemede başarılısınız. İkinci öykü kitabınız için tematik bir bütünlük içerisinde kadınların dünyasına daha yakından eğilmeyi düşünüyor musunuz? Daha doğrusu ikinci öykü kitabınız için zihninizde oluşan bir çerçeve var mı?
Amacım hiçbir zaman kadınların iç dünyalarına eğilmek değildi ancak kalemim daha çok buna çalıştı ister istemez. Yazacağım mevzulara da öykünün gidişatına da önceden karar vermiyorum. Dolayısıyla ikinci öykü kitabım da muhtemelen belli bir çerçeve içinde olmayacaktır.
Bu güzel söyleşi için teşekkür ederim.
Söyleşiye değer bulduğunuz için ben teşekkür ederim.
İskenderun’da doğdu. Kahramanmaraşlı. Hece Öykü, İtibar, Yedi İklim, Türk Dili dergilerinde öykü ve deneme yazdı. Millî Gazete, Dünya Bizim ve Edebistan isimli kültür sanat sitelerinde, kitap incelemeleri ve söyleşiler yaptı. “Nuri Pakdil’in Tiyatrolarında Vicdan” isimli yüksek lisans tezini hazırladı.