“Mesuliyet Günlerinde Şiir” önemli bir kitap bence. Bir kuşak meselesi etrafında örülmüş. Ancak kuşak tartışmalarını konu alan metinlerde tekrar edilegelen ezberlerin dışından bakıyor konuya. 2010 kuşağı “biricikliğini” mümkün kılan fırsatı ne ölçüde kullanabiliyor/kullanabilecek?
Şu an görünen o ki kullanamıyor. Aslında şiir matbu dergilerde sürerken bu biricikliğin farkındaydı 2010 Kuşağı. Ancak ne zaman ki şiir geldi internete dayandı o zaman resmen palas pandıras bir hal aldı. Yaptım oldu anlayışı sardı ortalığı. Bir baktık, “canımız istedi çıktık” mottosuyla bir e-dergi çıkmış, iki üç sayı sonra, yine “canımız istedi kapatıyoruz” sululuğuyla kapanıvermiş o e-dergi. Bunun nedeni temel nedeni şiiri ciddiyete almamak, hayatımızın merkezine koymamak, varoluşumuzu ve bu toprakları bütün bütün şiire borçlu olduğumuzu bilmemek. Bunu derken şairi, meleklerle insanlar arasında bir yere koymuyorum. Ama bu tavrın ne undergrand ile ne de protest tutumla ilgisi var. Şiir tarihinde hiçbir zaman (Dadacılarda bile, salt deneycilerde bile) böylesine keyfi bir durum görülmemiştir. İşin temelinde keyif olunca da ortaya bırakın büyük ya da cins şiiri, ortalama bir şiir bile çıkmıyor. Genel geçer neyse oraya savruluyor şair. Dün toplumcu gerçekçiydi bugün toplumsal cinsiyet şiiri, kadın şiirleri falan. Bunlar güdümlü şiirler bile değil. Çünkü o toplumcu gerçekçi neredeyse tüm şairlerin poetika bilgisi, kronoloji bilgisi vardı. Şiir tarihini bilirlerdi. Canımız istedi dergi çıkardık, canımız sıkıldı kapandık diyen bir can’ın, oturup kuram okuyacak, teori okuyacak, düşünecek bir sabrı ya da ciddiyeti olabilir mi? Bu denli meşakkatli bir işte emek harcayabilir mi? Bunun nedeni de büyük oranda bu arkadaşların hemen hiçbirinin matbu dergi mutfağından geçmemiş olmasıdır. Matbu dergiye şiir gönderen adam reddedilir, günlerce maile cevap bekler, şiirine revize gelir, “bizim oğlan” denip yer bulamadığı zamanlar olur vs. Bunlar görünüşte çok eski bir yöntemin ifadesi gibi görünebilir. Eski bir kafa sanılabilir. Fakat buradan geçmeyen kişi, o demin dediğim sabrı bilmez örneğin. Sabrı bilmediği için her ortaya koyduğu işten sonra “yaptım oldu” der. Halbuki o şiir, o yenilikçi şiir, o benzersiz şiir kendinden 20 yıl önce denenmiştir zaten. Birbirleriyle bağlantılı bunlar. Sabrı yok ki şiir tarihini bilsin. Bilmediği için de yazdığını “yeni sanır. Bir iki kez dergilerden reddedilince, revize alan kişi de gider kendi e-dergisini kurar. Dergi dediğim de peş peşe dizilmiş 15 tane şiir. Ne eleştiri ne teori metni var. Ne de sağlam bir söyleşi ya da deneme. İşte benim 2020 Kuşağı içerisinde adını andığım kişilerin birçoğu bu matbu dergi sürecinden geçmiştir. Eline eleştiri yazısı değmiştir. Kendinde önceki isimlerle bir söyleşi yapmıştır falan. Bunları yapmayan (2010’ların ikinci yarısından itibaren yazan isimler diyelim) isimlerse, 2010’lu yılların biricikliğini kullanamıyor. Hatta bunun farkında bile değil.
İsmet Özel, Sezai Karakoç ve Ahmet Oktay şiirleri arasında nasıl bir ortak payda var? Bu ortak payda şiirin bugününe hangi imkânların veya çatışmaların yol haritasını çiziyor?
En büyük ortak payda, üçünün de “buralı” olmasıdır. Adına ister yerli diyelim ister başka şey. Ama her halükârda üçü de, Karakoç’un ifadesiyle, kulağını bu topraklara yapıştırmıştı. Örneğin, şiir ortamında birçok sağcı/İslamcı/mütedeyyin ismin “hocaefendi” dediği, birçok solcunun ise Abant Toplantılarında zarflardan para aldığı bir dönemde şiirinde FETÖ’yü ele almış ve bu adamların ne mal olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Üçündeki bu bilinç tabii ki şiirlerinin de temelini oluşturur. O bilincin ürünüdür şiirleri. Yoksa ilk elden bakıldığında hem poetikaları hem de politikaları birbirlerinden çok uzak görünürler. Ama bu açıdan yaklaşınca -en azından duyarlık anlamında- temel bir ortaklı bulunuyor üç isimde de. Örneğin -ilk soruda dediğim “yaptım oldu” anlayışının sonucu olan- birçok deneysel çalışmaya mutantlaşma diyor Ahmet Oktay. Sezai Karakoç hakkında söyledikleri de malum. Bu mutantlaşmaya karşı takınılan ortak tavrı görmek için de İsmet Özel ve Karakoç’un külliyatına bakmak yeterli olur. Ya da Edebiyat Yazıları ile Çenebazlık ve Şiir Okuma Kılavuzu’na bakabiliriz. Bu yüzden yaptım oldu diyen, yeryüzü şairi olmaya çalışan, kulakları yurt dışında olan o kelli felli isimler veya daha gençleri Karakoç’u müzelik etmeye, İsmet Özel’i YouTube videolarına hapsetmeye çalışır. Ahmet Oktay’ınsa adını bile anmaz. Kısacası Karakoç, Oktay ve Özel arasındaki ortak nokta buralı olmaları, şiirlerinin bu düşünce ve hassasiyetin bir çıktısı olmasıdır. Bu ortak paydayı görebilen, kavrayabilen isimlerinse öyle ya da böyle şiir tarihine kalacaklarını ve şair olabileceklerini düşünüyorum. (Kimse kendini “şiir tarihine kalmak gibi bir derdim yok” diyerek kandırmasın.)
“Türkçe edebiyat”, “Türk edebiyatı” polemiğini “kritik” kılan tam olarak ne?
Kritik kılan tam olarak Türkiye’dir. Bakın bu sadece şiir içi bir mesele değil. Hatta büyük oradan şiir dışı bir mesele. Ama öyle önemli bir mesele ki, tüm kuramını metne bağlayan isimler bile işi gücü bırakıp buna dahil oldu. Halbuki sana ne dimi? Sen git video-şiir yap. Ama öyle değil. İşin sonunda Türkiye var. İlk soruda dedim ya, şiir varoluş meselesidir diye. O varoluş meselesi ise önünde sonunda Türkiye ile başlayıp Türkiye ile biter. Bu yüzden Türkçe edebiyat zokası öyküde, romanda, denemede, müzikte, sinemada bir yere kadar tuttu da, Türk şiirinde tutmadı. Çünkü Türk şiiri doğrudan Türkiye demektir. Türkiye’yi vatan kılan büyük oranda kılıç erbabı değildi, şairlerdi. Kılıçla alınan toprağı Türkler her zaman şiirle vatan kılmıştır. Siz şiirden Türk’ü atarsanız, elinizde şiir yazacak bir Türkiye de kalmaz. İşin özü budur. “Türkiye’de yaşayan halklar…” falan, bunlar işin kakofonisi. Lafı evirip çevirme faslı. Türk şiiri diyemeyen, “İtalyan hissiyatıyla şiir yazıyorum” diyor. “Bizim barbar imajımızı Avrupa’da düzeltmeye çalışıyorum” diyor. Bunları ilk söylediğimiz zaman da bana şovenist ve ırkçı demişlerdi. Bir başka arkadaşımıza da “atalarınızın şiirine iman ediyorsunuz” demişlerdi. Halbuki etnik kimliği gözeten onlardı. Çünkü Türk edebiyatına Türkçe yazan Kürt ve Ermeniler de dahildir örneğin. Ama onlar Kürt edebiyatı, Ermeni edebiyatı, Alman edebiyatı veya Fransız edebiyatına karşı Türkçe edebiyatta ısrarcı… Ne diyelim…
Hem “Kitaplar Arasında” bölümünde hem de “Şair Neye Yarar Hatırlamazsa” bölümünde Ferruh Tunç, Mehmet Müfit, Ercüment Uçarı, Tevfik Akdağ, Levent Sunal gibi bugünün edebi kamusunun “hiç yaşamamış” gibi davrandığı şairlerden bahsediyorsun. Türk şiiri bu ve benzeri isimleri fark etmeyerek neden mahrum kalıyor sence?
Öncelikle, şunu söyleyeyim, Ferruh Tunç’u “hiç yaşamamış” isimlerin dışında tutmak gerekiyor. Çünkü Tunç bugün hala yazan ve Allah sağlıklı ömür versin, yaşayan bir şair. Fakat, hakkındaki yazımda da söylediğim gibi, Tunç, hemen hiçbir kitap ya da antolojide göremediğimiz kanonsuz bir şair. Kısaca söylemem gerekirse, kanonsuz olmasının nedeni ise, hem 70 hem de 80 Kuşağı ile anlaşamaması, barışamamasıdır. İki kuşağın da dışında ve ötesinde bir şiir yazar.
Tunç dışında saydığınız isimler ise bir tür şiir arkeolojisidir benim için. Mesela şu an elimde Tekin Kipöz’ün kitabı var. Bu isimleri niye okuyorum, peşlerine düşüyorum peki? Bugün, hemen hepimizin okuduğu bir şair havuzu var. Kime sorsak aynı isimleri sayar. Saymakta da hakkımız var. Kimse Turgut Uyar dururken Tevfik Akdağ’ı usta bellemez kendine. Fakat ben zamanla, döneminde belli bir tanınırlık ve saygınlık kazanmış, ama bugün neredeyse unutulmuş isimlere de yöneldim. Bu bir yandan kişiliğimin bir sonucu bir yandan da hayatımın merkezine koyduğum şiire bir tür saygıydı.
Bu şiir arkeolojisi, ilk sorudaki cevabımla da yakından ilgili. Özellikle genç isimler, şiire yeni başlayan arkadaşlar, bu tür isimleri bilmeyerek, fark etmeyerek şiir tarihimizi de eksik öğrenmiş oluyorlar. Eksik öğrenen kişi ise, örneğin, Ercümend Behzad Lav’ın 50 yıl önce yaptığı işlerden habersiz kalacak ve bugün kendi yaptıklarını belki “ilk” belki “yeni” sayacaktır. Bu da onu şiirin en büyük düşmanı klişeye düşürecektir. Bir gün Samed Karataş ve Osman Konuk ile sohbet ediyorduk. Osman Abi, yanına gelen birçok gencin şiir tarihinden habersiz olduğunu söylemişti. Demek istediğim bu. Hem genç hem de yaşını başını almış bir sürü isim şiir tarihinden habersiz. Bu da onları klişeye götürüyor. Çok çabuk yorulmalarına, düşmelerine yol açıyor. Yani bu isimleri araştırmak, onlar hakkında yazmak; hem geçmişte yapılan hataları (=klişeleri) hem de şiir “yeni”nin tarihini görmemizi sağlıyor.
Yeni şiir kitabın “Yeryüzü Değil” hayırlı olsun. İlk iki kitabından farklı bir ses var bu kitapta. Bu farklılaşmayı sen nasıl değerlendiriyorsun?
Ben en başından beri, ne yapmaya çalıştığını bilen biriydim. Planlı programlı olmak değil demek istediğim. Yani Türk şiirini ve kendimi biliyorum. İkisini de çok iyi biliyorum. Bu yüzden Yeryüzü Değil’de sesimin farklılaşması tesadüf değil. Aslında Yüzüm Şimdi Cumhuriyet ve Ömrüm Yettiğince Savaş’ın da birbirlerinden farklılaştığı, Ömrüm Yettiğince Savaş’ın, ilk kitaptan ileri bir aşamayı imlediği bariz bir şey. Yeryüzü Değil de tabii dediğiniz gibi farklı bir noktada duruyor. Bunun temel nedeni ise, bu kitapta hem Türkiye’ye hem dünyaya hem de kendime ve hayatıma çok daha soğukkanlı bir şekilde yaklaşabilmemdir. Bu soğukkanlılık bana daha eleştirel bir bakış açısı kazandırdı. Her zaman akıl ile duygu dengesini tutturdum, fakat bu kitapta akıl -sadece- bir adım daha önce çıktı. Aslında akıl demek tam doğru olmaz, biraz önce söylediğim gibi, eleştirel bakış açısı bunun adı. Bu da biçim ve biçemde bir farklılaşmayı sağladı. Fakat benim farklılaşmadan kastım salt yeni bir biçim peşinde koşmak değildir. Çoğu kez klişe olan bir şeyden, yeni bir duyumsamaya ulaşabilmektir. Akıl ve duygu dengesi de zaten duyumsamadır. Turgut Uyar her şey naylondandı diyor. Ben yine naylonu ya da neon ışıklarını gündeme getirebilirim. Ama yeni bir duyumsama ile…
Kitabın adı niçin “Yeryüzü Değil”?
Yeryüzü Değil, aslında bir taraf tutma ifadesi. Söyleşinin en başından beri dediğim şeylerin bir toplamı gibi. Yani Türk şiiri, kulağımızı yaşadığımız topraklara yapıştıralım der, buradadır; yeryüzü şairinin gözü kulağı dışarıdadır. Kimi Amerika’yı gözler kimi Çin’i, fark etmez. Yeryüzü şairi; bizim barbar imajımızı kurtarmaya çalışır, kendini İtalyan gibi hisseder, şiirleri çeviri kokar, vatanı ruy-ı zemin’dir. Örneğin İlhan Berk Türk olmayı ve Türkçeyi cezaevine benzetir. Bunun tek nedeni ise şiirlerinin çok fazla çeviri yapıp yurt dışında satılmaması. Türkçe edebiyat meselesi de bunla ilgilidir örneğin. Siz Türk edebiyatında, Türkiye’de, Türklükte, bura’da ısrar ederseniz ne şiirleriniz çevrilir ne de yurt dışında satarsınız. Ama Türkçe şiir dendi mi hem akademik kapılar hem performanslar hem de fuarlar falan birden açılıverir size. İsmet Özel Türklükte ısrar ederken kimi kuşak arkadaşları, “ben dünya vatandaşıyım” der örneğin. O ekipten İsmet Özel dışında kim kaldı? Tanzimat’tan, II. Meşrutiyet’ten, Mavi Anadoluculuk’tan, Hümanizmden ve bizi mektebe döndürmeye çalışan 40’lı yılların “çeviri seferberliği”nden beri, bura’lı şair ile yeryüzü şairinin kavgası -evet kavgası- sürüp gider. Gidecek. Türkçe, 13-14.yüzyıl’da Yunus’un önünde diz çöktü. O Türkçe’nin 40’lı yıllarda, “bizler öğrenciyiz ve Yunan tragedyalarından öğreneceğimiz çok şey var” denerek, klasik Yunan ve Latin edebiyatlarının önünde diz çökmesi istendi. İşte Yeryüzü Değil ifadesi, bunların külliyen reddidir.
Şiirin “siyasetteki” işi ne? Şiirlerin siyasetçileri niçin rahatsız etmeli?
Bizde siyaset ve şiir, daha en başından beri iç içeydi. Hatta biraz abartarak Orhun Abileri’ne kadar vardırabiliriz işi. Kanuni Sultan Süleyman’ın Fuzuli’ye bir türlü istenen düzeyde önem göstermemesi ya da Şeyh Galip’in Galata Mevlevihanesi’nin tüm onarımını III. Selim’e dolayısıyla devlete yaptırması Osmanlı Devleti’nde öteden beri siyaset ile şiirin iç içe olduğunu gösterir. Osmanlı sultanlarının birçoğunun divan tertip ettiğini biliyoruz. Yakın tarihimizde de Cumhurbaşkanı Erdoğan okuduğu bir şiir yüzünden hapis yatmıştı. Yine aynı Erdoğan’ın hemen her seçim kampanyasında diline pelesenk ettiği mutlaka bir şiiri oluyor. “Sakarya Türküsü”, “Sürgün Ülkelerden Başkentler Başkentine”, “Çanakkale Şehitlerine”, “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” vs.
Örneğin, 16. yüzyıl divan kâtiplerinden Talikizade, hükümdarlara dair şu özellikleri aktarır: “On birinci hassa kuvvet-i şi’riyedür. Bu nesl-i hümayundan gelen padişah-ı zûfunun cümlesi sahib-i tab-ı mevzundur. Saltanat nice mevrusları ise kuvvet-i şi’riyye dahi ol vechle mevruslarıdur. Sultan Osman Gazi’den berü cümle gelen padişahlar şair ve irad-ı nazma kadirlerdür.”
Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Erdoğan’ın şiir konusundaki tavrı yalnız basit bir ilgi ile açıklanamaz. Çünkü biliyor, Türklerde güçlü bir iktidarın yolu şiirden geçer
Fakat şiirimiz siyasetçileri uzun zamandır rahatsız etmiyor. Bu, Türkiye şartları için çok büyük bir sorun. Çünkü, daha önce de dediğim gibi, Türkiye, şairler eliyle vatan kılınmıştır. Osmanlı ve Selçuklu başta olmak üzere Türk tarihinin hiçbir döneminde siyasetçiler karşılarına şairleri almak istemezdi. Aksine hep yanlarında bariz bir güç olarak durmalarını isterlerdi; hicvin oklarını fırlatmaları için.
Cumhuriyet’te de böyleydi elbet. Devlet erki, belki şairlerin hamisi değildi ama yine de onları karşına almak istemezdi. Bu yüzden hemen her zaman şairlerin peşinde olmuştur, fiziki olarak takip etmiştir, dergileri, kitapları baskı altında tutmuştur, sansürlemiştir vs. Bunlar iyi bir şey değil elbet ama siyasetçilerin şairlerden “korktuğunu” gösteriyor. Onlara karşı tedbir aldığını gösteriyor. Bugün, böyle bir şey yok. Şairler risksiz adamlar olarak görülüyor. Çünkü uzun yıllar ihanet perisinin soğuk saraylarıyla sokak prensesleriyle uğraştı Türk şiiri. Bunlarla zaman geçirdi. Siyasetçiler senin soğuk sarayından niye korksun? Doğrudan konuşan, siyaseti şiirinin gündemi yapan, tarihe yaslanan şairler de bir yandan siyasetçiler bir yandan da buzdan saraylarında oturan şairler eliyle bazen popülist bazen şovenist bazen de cahillikle suçlanarak iyice pasifize edilmeye çalışıldı. İşin içine yeryüzü şairleri de girdi tabii. Açık Toplum akademisyenleri girdi. Liberaller girdi, performansçılar girdi vs. Böyle bir ortamda şiir, siyasetçileri rahatsız etmemeye başladı doğal olarak. Benim, “Şiirlerim Siyasetçileri Neden Rahatsız Etmiyor?” şiirim de bu gerçeğin bir ifadesi, eleştirisi, belki de hicviydi.
“Ben Kandan Hayatlar Yazdım Hep Değiştirsinler İstedim” şiirinin arka planını anlatır mısın?
Yeryüzü Değil’de yer alan bu şiir, son yıllarda büyük bir hızla artan, allak bullak bir hal alan ve hiçbirimizin zihninde hiçbir şekilde oturtamadığımız kadın cinayetleriyle ilgili bir şiir. Maalesef birçok kadın cinayeti ve şiddeti gördük ama duyar duymaz benim ruhumu ürperten, 2020 yılındaki Nurtaç Canan cinayetiydi.
Şiir, kitaptaki, “Ahıska’dan Maraş’a Bu Ne Biçim Maraş”, “Hatırlamak Zorunda Kaldığın Günler” ve “Şiirlerim Siyasetçileri Neden Rahatsız Etmiyor?” ile aynı kaygıları taşıyor. Baştan sona siyasi şiirler. Fakat günümüzde yazılan birçok siyasi şiirden farklılar. Özellikle “Ben Kandan Hayatlar Yazdım…” Çünkü bugün, kadın cinayetleri ve hakları konusunda yazılan hemen her şiirin, tıpkı 40 ve 70’lerde yazılan toplumcu şiirler gibi mazmunlara dayalı, klişe imgelerle örülmüş, sloganist ve bu gibi nedenlerden dolayı yapıntı olduğunu görüyorum. Ben de böyle bir konuda şiir yazarken, bu hatalara düşmemek için, bir yöntem olarak, formu öncelemeye çalıştım. Burada da Ömer Şişman’ın “Yerini Bulamayan Bir Z Raporu” şiiri, ilham/çıkış noktam oldu.
2023’te iki kitabın yayınlanmış oldu böylece. Yine de soralım. Gündeminde ve tezgâhında neler var?
Bazı arkadaşlarım kızıyor ama ben yazmaya, onların demesiyle sık yazmaya, devam ediyorum. Yeryüzü Değil yayımlandıktan sonra üç şiir, Mesuliyet Günlerinde Şiir’den sonra da yine üç eleştiri yazdım. İkinci eleştiri kitabım için kafamda bir taslak var. Kafamdaki meselelerle ilgili bir taslak. Kısmet olursa onunla uğraşacağım, uğraşıyorum. Bunun yanında son 3-4 yılda yazdığım denemeleri derleyip topluyorum şu aralar. Onlar daha “soft” yazılar. O denemelere 5-6 yazı daha eklemeyi düşünüyorum. Ondan sonra, kader kısmet…
1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.