Dilek Kartal’a ithafen
Aslıhan Sahaflar Çarşısı’nı didik didik ettim o gün. Bulamadım kitabı. İnternetten bak dedi birkaç sahaf. Diğerleri yok diye geçiştirdi. Neden o kitabı muhakkak oku dedi o adam onu da anlamadım. Yok işte. Pasajdan çıktığımda gökyüzünü aradım. İnsanlar, insanlar, binalar. Balıkçılar bağırıyor. Aslanım buraya üç çay! Lüferler taze buyrunnn!
Galatasaray’ın önüne çıktığımda bir eylem yeni bitmişti, dağılıyordu insanlar. İstiklal’deki her zamanki eylemlerden biriydi işte. İnsanlar toplanırlar, bağırırlar ve dağılırlar. Böyle zamanlarda işim varsa da ortalığa çıkmam çökerdim bir yere uzaktan bakardım eylem insanlarına, heyecanlarına.
Eylemlere uzaktan bakmaya başlamam yakındı. Bütün lise hayatımı eylemlerin göbeğinde geçirdim oysa. Elime bir şey geçmedi. İşte hayat bir şekilde akıyor, maaşım yatmıyor arada. Ben de kirayı geciktiriyorum. Ev sahibiyle telefonda tartışıyoruz. Sigortam da tam yatmıyor bazen. Hayat böyle bir şey. Üniversite okuyamadım. Katsayı uygulaması ilk bizim dönemi vurmuştu. Sonra üniversiteye böyle girmek mümkün müydü? İstanbul Üniversitesi’nin önünde her sabah eylemler oluyordu ama kopma erken başlamıştı. Direnememiştik. Dirensek de kapı dışarı edilecektik. Emir büyük yerdendi.
Böyle düşüne düşüne insan selini yara yara durağa geldim. Şimdi iki vasıtayla eve. Bir günlük iznim yine yollarda tükenmişti. Önce Eminönü sonra Bağcılar- Ateştuğla.
Eminönü durağında beklerken bir kadın oturdu yanıma. Ayaklarında kirli spor ayakkabılar, içindeki pijama çorabından taşmış. Çiçekli eteğinin üstüne belli ki başkasından kalmış deri, birkaç beden büyük, eğreti bir ceket. O kadından başkasının anılarını fena halde belli ediyor üzerinde. Kınalı saçları ince beyaz tülbentinden çıkmış. Elleri başka bir coğrafyaya ait gibi yabancı bana. Hemen yanına koyduğu büyük siyah poşeti durağa yeni biri gelince önüne alıyor. Poşetin içinde karton gibi bir şey var. İçine doğru sızdırıyorum kaçamak bakışlarımı. İnce çıtalarla çerçevelenmiş büyük bir fotoğraf olduğunu anlıyorum. Kadın bana bakınca gözlerimi çevirdim hemen, o sırada otobüs geldi. İkimiz de bindik. Bizim bindiğimizi gören ön koltuktaki iki delikanlı kalkıp bize yer verdiler. Poşetin içindekileri daha yakından gördüğümden durumu daha net anlıyorum. Günlerden cumartesi.
Teyze hüzünlü bakışlarıyla bana dönüp sen nereye gideceksin kızım deyince içimden bir şeyler kopup gitti ona. Ateştuğla dedim. Ona o çıtayla çerçevelenmiş fotoğraftaki kim demek istiyordum. Ben sormadan anlatmaya başladı.
“Kızım ben Dargeçitliyim, on sene oldum göçtük buraya. Oğlumu alıp gitti askerler. Haber alamadık. Kimse bize bir şey demedi. Oğlum Fahrettin’im daha yirmi yaşındaydı. Akşam evde otururduk kardeşleri de vardı. Alıp gittiler. Ciğerim yandı kızım. Sebep olanların yüzü kara yere gelsin. Bir ses çıkar diye senelerdir geliyorum buraya. Tek ben değilmişim meğer. Kızım oğlum imam çıkacaktı. İmam Hatip’te okuyordu. Kime ne zararı vardı. Amcaoğlu dağa çıktıysa o çıkmadı ki. Bizim oralarda hayat zordur kızım. Gündüz asker korkutur, gece gerilla korkutur. Vallah benim oğlum kötü bir şey yapmadı kızım. Diğer evlatlarım kurban gitmesinler diye çektik geldik buraya. Akrabalar kol kanat gerdi ama ciğerimin yangını geçmiyor kızım. Kemiklerini olsun verseler de aha bu benim oğlumun mezarı desem. Böyle ümitsizce bekliyorum.”
Ne diyeceğimi bilemiyordum. Ben de İmam Hatip’te okudum, dedim. İnsan bu durumlarda sadece kendisiyle ünsiyet arardı ya. Ben de onu söyleyivermiştim. Allah sabır versin dedim. Çok zor dedim. Yetmiyordu ama kelimeler. Ne denirdi ki. Televizyonlarda yarım dakikalık haberdi onlar. Nereden bilecekti. Her acı uzaktan kolaydır sadece.
Teyzeyle Eminönü’ne geldiğimizde isminin Fatime olduğunu öğreniyorum. Fatime Teyzeciğim oluyor artık. Ateştuğla otobüsüne de birlikte bineceğiz. O benden birkaç durak önce inecek. Seviniyorum buna. Otobüs hareket ettiğinde uzun uzun camdan bakıyor. Vedalaşıyor sanki İstanbul’la.
Ben açıyorum lafı. Biz de zulüm gördük teyze. Bilirim haksızlığı da seninki başka tabi. Evlat acısı başka bir şeye benzemez derdi annem. Bizim de hayallerimizi öldürdüler be teyzecim. On bir sene okuduk, dediler ki üniversiteye de gideceksiniz. Sonra olmaz dediler, giremezseniz, girseniz de başınızı açacaksınız. Milli Güvenlik dersi olduğunda okula kimse gelmezdi. Bize cüzamlı gibi bakardı asker hocamız, gözleri nefret ediyordu adamın. Uyku uyuyamaz olduk, yemek yiyemez olduk. Okula polisler gelirdi. Annelerimiz kapıda eylem yapardı. Ankara’ya eyleme gittik kaç kere. Olmadı ama okuyamadım ben. İçimde ukde. Bi bilsen içim yanıyor o Beyazıt’tan geçerken. Biz yüksek puanlarla bir yere yerleşemezken bizden düşük puanlılar üniversiteye girdi. Sonra ben de işe girdim, işte. Kaç senedir çalışıyorum.
“Sizin de imtihanınız zormuş kızım dedi. Evlat acısı başka, doğru demiş annen. Bizi başka görüyorlar kızım. Biz müslümanız. Vallahi ben de kılarım evlatlarım da beş vakit namazlarını kılarlar. Burada okulda Kürtsünüz siz pissiniz, Pkk’lısınız demişler benim oğluma. Arkadaşlık etmemişler. Söyleyememiş o da. Polisleri vurdular geçende öğretmen lisedeki kıza demiş sizinkiler öldürdü diye. Kızım ben nasıl koruyayım bunları. Gidip örgüte mi girsinler insan yerine konmak için. Vallah çok iyi komşularım da var ama olmuyor yine de. Bazıları bizi hiç sevmiyor kızım.”
Fatime Teyze’nin her lafı içime oturuyordu. Veda Hutbesi geliyordu aklıma. Beyaz ırkın siyaha üstünlüğü yoktu hani. Sonra dünyanın en haksızlığa uğramış insanları bizim nesildi hani. Hayallerimizle oynanmıştı. Ümitlerimiz bir bir elimizden alınmıştı. Öyle değilmiş işte. Dünyada başka acılar da varmış. Bir gün askerler gelip bir delikanlıyı sorgusuz, sualsiz alıp götürebiliyormuş. Sonra nereye gitseler yabancı oluyorlarmış. Aklım almıyordu bu olanları. Sandığımdan daha uzaktı şimdi Mardin. Sonra taş evler değil de acılar da birikmişti o şehirde. Masal şehri Mardin’in bir ilçesindeki acıya böyle şahitlik edeceğimi de düşünmezdim. Bu kadının gözleri yalan söylüyor olamazdı. Fahrettin neredeydi Allah’ım. Bir insan nasıl kaybolur? Nasıl hiçbir bilgiye ulaşılamaz? Devlet olmak kayıt altında olmak demek değil midir?
Fatime Teyze durağa yaklaşınca yüzüme baktı. Gülemiyordu yüzü, dudaklarının kenarında bir iki çizgi olacak kadar gülümsedi. Anadiliyle bir şeyler söyledi, güldü bu sefer anadilinde. Kayıp Fahrettin’e sarılır gibi sessiz sessiz söyledi.
-Bergeran bıke keçkamın. ji Xwedére emanet bin.
Haberlerde duyduğum bir acıya hiç bu kadar yakın olmamıştım. Kadının o poşete evladı gibi sarılışını unutamıyordum. Eve gidene kadar beynimin tüm kıvrımları düzleşmişti sanki. Yine de üniversiteye girememiş olmam kolay bir acı değildi. Canla kıyaslanmaz ama haksızlıktı işte. Kendimi suçluyordum çünkü neden duyarsız kaldım diye. İnsansak bihaber olmamalıydık değil mi?