Menu
ALİ IŞIK İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • ALİ IŞIK İLE SÖYLEŞİ

ALİ IŞIK İLE SÖYLEŞİ

İlk öykü kitabın “Bekleme Salonu” 2014’te yayınlandı. Elbette evveliyatı da var. Yine de bu dokuz yılı soralım. Öykü yazma tecrüben sana neler öğretti? 

Okuryazarlığın insana sunabileceği en önemli imkân sanırım arama gayretini sürekli hale getirmesidir. Ne bulduğundan ve neye ulaştığından bağımsız olarak bu gayretin insanı diri tutan bir tarafı var. İnsanın kendisini sıradanlaşmaktan ve sele kapılmaktan korumasının bir hayli zor olduğu bir çağda yaşıyoruz. Ben de ne zaman arama ve anlamlandırma gayretinden uzaklaştımsa öykü elimden tuttu diyebilirim. Düş kurmaya devam etme isteğimi yazdığım, üzerine düşündüğüm öyküler harladı. Düş kurmayı unutmaktan, dünyaya kendimi kaptırmaktan oldum olası korktum. Öykülerle metafizik irtibatımı kuvvetlendirdiğimi düşünüyorum. Elbette içinde yüzdüğünüz mekândan ve zamandan ayrılmanın farklı yolları ve yöntemleri de var. Benim için şimdiden ve buradan ayrılabilmenin, uzaklaşabilmenin yolu öykü düşünmek ve yazmak oldu. Takdir edersiniz ki zamanla ve eşyayla aranıza mesafe koyabilmeniz kolay olmuyor. Bu noktada öykü yazmanın faydasını gördüm. Ayrıca öykünün insanın yalnızlığını serinleten bir tarafı da var. Bu serinliğe ihtiyacımız var. 

Bir öykü daha yazmak, mevcut öykülerine bir tane daha eklemek için nasıl bir motivasyondan yola çıkıyorsun? 

Tema hususunda seçici olduğumu söyleyebilirim. Bu seçiciliğin işimi zorlaştırmakla birlikte beni tekrardan ve çalakalem yazılmış metinlerden kurtardığını düşünüyorum. Yazarların yazma motivasyonları, gerekçeleri zaman zaman değişiyor, yenileniyor. En temel motivasyonum beni daha düzenli bir okur hâline getirmesi ve hayretimi zinde tutmasıdır diyebilirim. İnsan bir hiç olarak yaşamak ve ölmekten de korkuyor açıkçası. Başkalarının hissettiklerini anlamak, onların penceresinden dünyaya bakmak için de yazıyoruz. Çünkü insan, ötekini kavrayarak kendine bakabiliyor. Meselemiz de kendimizle zaten. Kendimizi ömür boyu keşfetmekle meşgulüz. Nitekim kendini keşfeden, insanı keşfediyor. Bunun da en sağlıklı yöntemi ötekini keşfetmek. 

Her öyküden sonra yenisini, daha iyisini yazamama endişesi insanı üretken kılıyor. Bu durum doğal olarak sizi motive ediyor. Öykü yazmayı, işin acemisi olarak sürdürmek gerekiyor. Böyle olunca yeni öyküler dışarda sizi bekliyor zaten. Yazmadan, onlardan kurtulamıyorsunuz. 

“Kullandığım her sözcüğün gölgesinin metinde kapladığı alandan daha genişine düşmesini dikkat ediyorum.” diyorsun. Bu durum yazı alanını sınırlamıyor mu? Yoksa sen bu sınırlara talip misin? Niçin? 

Bilakis genişletiyor. Sözcüğün uzandığı yer, metinde kapladığı alandan ibaret değildir. Genişliği ve derinliği göründüğünden ileriye gidemeyen sözcüklerin metne faydadan çok zararının olduğunu biliriz. Çünkü söz çoğaldıkça etkisi azalıyor. Okur, sözün gölgesinin mesafesinde kendisine geniş bir alan bulur. Edebiyat metninin başlıca görevi de okuru tanımadığı ya da geçip gittiği alana çekmek. Ona bir şeyler söylemek, buyurmak ya da öğretmek değil. Okur metinde ne görüyorsa bu alanda görüyor. Ne hissediyorsa sözcüğün gölgesinin uzandığı o uzaklıkta hissediyor. 

Kitaplarına isim verirken neleri dikkate aldın?

Her kitabın ayrı bir ad koyma hikâyesi oldu. İlk kitabım dosya bütünlüğüne ulaştığında öykülerin ilkinin adı Bekleme Salonu’ydu. Kitabın adı olabileceğini yazarken hissetmiştim. Öyle oldu. Beni Hikâyeden Çıkart, benim o günlerdeki halet-i ruhiyemin içinde yüzen bir başlıktı. Hem o öyküleri yazarken hem de başlığı belirlerken zorlanmadığımı hatırlıyorum. Uzaklık Yaralar, uzaklardan yazdığım öykülerin bütünüydü. Sanırım başka bir ad koyamazdım. Üç Günlük Dünyanın İkinci Günü de dünya üzerine, zaman ve hayat üzerine çokça kafa yorduğumuz günlerde doğdu. Pandemi günleriydi. Kitap adlarını belirlerken elbette dostlarımla da istişare ediyorum. Dosyanın öyküleri yazılırken yavaş yavaş zihnimizde beliren kitap adı, sonradan pek değişmiyor aslında. Dönüp dolaşıp yazarken kitap adı olabileceğini düşündüğüm isme geliyor. 

Bir söyleşide “Yazılan öykülerin bazılarının hikâyesi, derdi, meselesi yok sanki.” diyorsun. Yazardan slogan atmasını beklemediğini yazdıklarından kolayca anlaşılıyor. Peki, “hikâye, dert, mesele” üçgenini biraz açıklar mısın?

Eskiden dergiler yeni yazmaya başlayan yazarların yetişme yerleriydi. Genç yazarlar için adeta okuldu. Şimdi böyle bir okul neredeyse kalamadı. Hiç kalmadı demek iddialı olur. Elbette birkaç dergi bunu sürdürmeye gayret ediyor. Ama genel olarak edebi kamu bu meseleyi ıskalıyor. Metnin ya da dar anlamda öykünün derdini anlatmak kolay bir mesele değil. Burada elbette yazarın buyurgan bir aziz görevi üstlenmesi gerektiğini kastetmiyorum. Öykünün arka dünyasını şekillendiren sesten, duygudan bahsediyorum. Ayrıca edebiyat metni dil bakımından da tema bakımından da demlenmiş, damıtılmış metinlerdir. Demlenme ve damıtma işlemine pek zaman ayrılmıyor. Dolayısıyla dil demlenmiyor ki dert, mesele demlensin. 

Bir öykü enflasyonu tehlikesi var mı sence? Varsa çaresi nedir? 

Elbette var. Ama bunun edebiyata yararı mı olacak zararı mı olacak, onu zaman gösterecek. Temalar çeşitlendi, zenginleşti. Buradan bir hayır murat edilebilir. Mesele öykünün çok yazılması değil aslında. Nitelikli öykünün azalmasında. Öykünün okura ulaşmadan herhangi bir eleştiriye, düzeltiye tabi tutulmamasında. Günümüz genç yazarlarının bir kısmının, bir yolculuğa talip olmamasında. Yoksa neticede iyi edebiyat metni her zaman gayretli okur tarafından keşfedilir. Bir şekilde bugüne bir şey söyler ve yarına da kalır. Bahsettiğiniz öykü enflasyonun tehlikesi okuru vasatla oyalıyor. Onun işini bir nebze daha zorlaştırıyor. Artık bir çaresinin olduğunu düşünmüyorum. 

“İnsan Neden Hikâye Anlatır?”, her ne kadar kolektif çalışma olsa da bütünlüklü bir dosya ile karşı karşıyayız. Bu kitapta yer alan yazı konularını ve bu konuları kaleme alan yazarları seçerken neleri gözettiniz?

Hikâyenin ve hikâye anlatıcılığının etraflıca incelendiği bu metinler için ilk olarak “Neden anlatırız?” sorusunun peşine düşerek bir çerçeve oluşturduk. Hikâye anlatıcılığıyla pratik ilişkisi olan yazarların katkılarıyla hikâyeye teorik perspektiften yaklaşan hocalarımızın katkılarını harmanladık. Metinlerde mükerrer hususlardan kaçınmak için yazıların sınırlarını yazarlarıyla birlikte belirledik. Yazıların tamamı, “İnsan Neden Hikâye Anlatır?” sorusu merkeze alınarak seçilip sıralandı. Hikâye anlatmayı merkeze alarak hayata, hikâyenin işlevlerine, anlatmanın zorunluluğuna, anlatmanın bin bir yoluna, hayatı kavrama biçiminde hikâyenin rolüne, büyük hikâyeyi oluşturan küçük hikâyelere, kıssalarla masalların açtığı dünyaya, hikâyenin manevî boyutuna, postmodern toplumda, dijital dünyada hikâyenin durumuna, sese, düşünceye, resme, göçmenliğe, hikâyenin fantastik yapısına odaklanıldı. Her yazar kendi zaviyesinin hakkını vererek tahkiye serüvenini boyutlandırdı ve ortaya bu eser çıktı. İnsanın neden hikâye anlattığı elbette bu metinlerden ibaret değil. Ancak anlatma düzeyimize kayda değer bir katkısı olacağını düşünüyorum. 

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle