Menu
AKİF HASAN KAYA İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AKİF HASAN KAYA İLE SÖYLEŞİ

AKİF HASAN KAYA İLE SÖYLEŞİ

İlk kitabın “Islak Kibritler”den bu yana dokuz yıl geride kaldı. “Serçe Risalesi” beşinci hikâye kitabın. Geçen yıllar ve yazdığın kitaplar sana “hikâye” hakkında neler öğretti? Geriye dönüp henüz ilk kitabını çıkarmamış haline bir tavsiyede bulunmak istesen ne olurdu bu?

Aslında geriye dönüp bakmak yerine her zaman an’a ve yarına bakmayı tercih ettim. Oysa 
dün olup bitenler, an’da olanlardan ve gelecekte olacaklardan daha fazla veri içerir. Distopik bir meseleyi ele alırken bile aslında dünün mirasının yarına yansıması üzerinden sözümüzü söylemeye çalışırız. Bu anlamda geçmiş gelecekten daha canlıdır. Bizi biz yapan, sahip olduğumuz değerleri kıymetlendiren de yaslandığımız müktesebattır diyebiliriz. Her yeni gün elbette yeni tecrübeleri de beraberinde getiriyor. Islak Kibritler bir ilk kitap olmaktan öte, yıllarca verdiğim emeklerin toplamı ve ortaya koyduğum bir eser olarak benim için ayrıca kıymetli. Ve fakat dünya dönmeye devam ediyor ve söylenecek sözlerle birlikte yeni öyküler birikiyor. Bu birikim bahsettiğin gibi dokuz yıllık zaman içinde beş kitap olarak önümüzde duruyor. İnsanlığın hikâye ırmağı da gürül gürül akmaya devam ediyor. Edindiğim bütün tecrübeler aslında beni o hikâyeye daha fazla yaklaştırıyor. Bir insan olarak bundan beri olmam zaten mümkün değil. Öyleyse, insanlık hikâyesinden payıma düşenlerin öykülerini yazmaya ömrüm yettiğince devam etmek istiyorum. Hz. Adem’le başlayan ve kıyamete kadar sürecek olan o soy hikâyeye ben de bir katkı yapabilirsem kendimi bahtiyar addederim. Kurduğum cümlelerin bana şahitlik etmesini dilerim. 

Diğer taraftan insanlık hikâyesinin büyük bir baskı ve saldırı altında olduğunu düşünüyorum. 
İnsanın, saf ve soy bir varlık olarak kalmasının gittikçe zorlaştığına inanıyorum. Alın teri ve emeği sömürülen milyarlarca insana vaat edilen, diğer insanlardan daha fazla konfora sahip olma seçkinciliği. Böylece kurulan bu acımasız sistem, Kamboçya’da günde bir dolara çalıştırdığı bir çocuğun ürettiği ve ömrü boyunca asla giyemeyeceği ayakkabıyı iki yüz dolara satarak büyüyor. Üstelik bu çocuklar maruz kaldıkları kimyasallar yüzünden daha otuzlu yaşlarında ölüyor. Adaletsiz gelir dağılımı ile beslenen bu doymak bilmez sistem, medya ve reklam aracılığı ile insanı bir çeşit bağımlı hâline getiriyor. Böylece daha fazla edinme isteği ile eşitlik, hak, paylaşma, adalet gibi kimi insani değerler yavaş yavaş geriye çekiliyor. Elimizde ise arsız, doymak bilmez bir tüketim şiddeti kalıyor. İşte o zaman da birisi çıkıp “Avrupa’nın geleceği Afrika’nın fakir kalmasına bağlıdır. Afrika’nın fakir kalması için elimizden geleni yapacağız.” diyebiliyor. Bunu da üst perdeden ve fütursuzca söyleyebiliyor. Bu baskı ve kıstırılmışlık içinde, insanlığın hikâyesinin üzerindeki baskı ve aldığı yara edebiyatın meselesi olmayacaksa kimin meselesi olacak diye düşünmeden edemiyorum. Evet, hikâye bu ve ben buradayım. İnsanlık hikâyesine yapılan her müdahalede sorumluluğum olduğunu düşünüyorum. Çünkü biz yaşarken oluyor her şey. Ve güneşin altında bugün varsak, taşıdığımız vebal omuzlarımızda bir emanet olarak durmaktadır. 

Geriye dönüp zaman zaman kitabı çıkmamış hâlime kimi tavsiyelerde bulunuyorum. Bazen 
kendimi payladığım da oluyor. Geçmişte oyalanmak, bir çeşit nostaljik coşumlar olarak değil ama “Şunu acaba şöyle yapmak daha mı güzel olurdu?” dediğim zamanlar oldu. Ama sonra olabileceklerin en güzel şekilde olduğu konusunda bir mutmainlik içinde yeni öykülere yöneldim. Bundan başka ne söylesem fazla kişisel kalır.

Hikâyelerin küçük zincirlerle birbirine bağlanıyor. “Esnek Hikâye”, “Gergin Hikâye”, “Yorgun 
Hikâye” gibi. Hatta “Hikâye Hırsızı”nda önceki kitaplarına gönderme yapan bir hikâye de var. Her ne kadar her biri başlı başına hikâye olsa da alttan alta kurduğun bağlarla okumak ilginç bir tecrübe oluyor okur için. Peki, bu bağları sana kurduran, hikâyeleri bitirmene engel olan bir yanda da “romana” dönüşmeyen şey tam olarak ne?

Öykü yazmayı, kurguyla oynamayı seviyorum. Bazen öykülerin birbirini çağırdığı oluyor. 
Mayalanıyor. Böyle olunca da kayıtsız kalamıyorum. Kimi devam öyküler çıkıyor. Ama bunlar da en fazla üçleme olarak kalıyor. Fakat belli bir yerden sonra fazladan bir cümle kursam bütün öykü bozulacak ve emeklerim heba olacak gibi hissediyorum. Daha doğrusu o noktaya geldikten sonra bir cümle daha kursam sırıtacak, böylece de öyküye hakaret etmiş gibi olacağımı düşünüyorum. O yüzden bazı küçük bağlantılarla üçleme olarak kalıyor. Bu da belki bir tarz olarak haneme yazılabilir. Bundan başka ne söylesem zorlama olur. 

Daha önce de roman yazmak istediğimi, hatta kimi notlar aldığımı söylemiştim birkaç yerde. 
Bundan vazgeçmiş de değilim. Ama paçamızdan çekip duran maişet derdi, hayat hengâmesi şimdilik bunu ertelememe sebep oluyor. Bir gün inşallah diyeyim. Ya Hak. 

En fantastik hikâyende bile bir “gerçeklik düzlemini” kurmaya, bir “gerçekliğe” atıfta 
bulunmaya çalışıyor gibisin. Hikâyende “ejderha” da olsa “toplumsal” bir boyut okunabiliyor. Nedir bu kopmamaya çalıştığın “gerçeklik”? 

Savaş görüntülerini, insanların başında patlayan bombaları bir simülasyon gibi konforlu ve 
güvenli evlerimizden bize izletenlere, elindeki kumanda koluyla binlerce kilometre uzaktaki insanların yaşamları hakkında karar verip onları hayattan koparanlara, bizim gerçeklik algımızı sakatlayanlara karşı elimde olan tek şeyle, yani öyküyle itiraz etmeye çalışıyorum. Soruna en yalın cevap bu olabilir. 

Diğer taraftan şunu da mutlaka eklemem gerekiyor. Sanatçının olaylar olmadan önceki 
tutumuyla, olaylardan sonraki tutumu arasında bir fark yoktur. Olmamalıdır. Çünkü sanatçının sahip olduğu değerler, müktesebatı ve estetik bilinci ona zaten bir sabite sağlamıştır. Tam da bu sabite üzerinden sanatını icra eder. Elinde olan ve yaslandığı bu zemin onu olaylar ve durumlar karşısında daha korunaklı bir konuma getirir. Böylece icra ettiği sanat kıymetlenir. 

Bir olay gerçek olsun ya da olmasın, sanatçı ele aldığı meseleyi derinlikli bir dille anlatmaya 
mecburdur. Yalnızca inandırıcılığı artırmak, okuyucuyu gerçekliğe yaklaştırmak anlamında değil, sahip olduğu estetik bilinç sanatçıyı derinlikli olmaya zorlar. Özellikle, itiraz ettiğimmeseleleri edebiyatın, daha doğrusu öykünün alanına çekmeye çalışırken bazı klişelere de dokunmuş oluyorum sanırım. Bugün bize acayip ambalajlarda gerçek diye sunulanlara karşı uyanık kalmanın sanat üzerinden yolu bu gibi geliyor bana. İnsanlığın acılarıyla beslenenlere karşı isyanımı ancak böyle dile getirebiliyorum.

Bir ideolog tavrıyla konuşmak istemem. Ancak pragmatik kimi günlük telaşlara kurban edilen 
insani değerlerin asli hüviyetini korumak ve kendi gerçekliğini iade etmek de sanatın bir meselesidir bana göre. Yoksa bu kadar politize olmuş bir dilden kendimizi sakınmak imkânsız hale geliyor. 

Kitaba ismini veren “Serçe Risalesi” ve distopik bir hikâye olan “Tekno Hayat 7.0 S” bütün 
karanlık atmosferine rağmen bir “umut” mesajıyla bitiyor. O “umut” nedir? Biraz bahsetmek ister misin? 

Umut çok büyük bir şey. Bütün olup bitenlere karşı koşarak sığındığımız bir liman. Ne olursa 
olsun bizi diri tutan bir cevher. Bir umut güzellemesi yapmak değil maksadım ama bence insanın taşıdığı canın bağlı olduğu iptir umut. Bu bağlamda, bir yazar olarak öykü kahramanlarımın umutlu olması gayet doğal bana göre. Umut karanlığın, zulmün ve insani değerlere karşı işlenen her suçun panzehiridir diye düşünüyorum. 

Fıtri hikâyesine dönmesini umduğum insandan ve de her şeye rağmen bizden ümidini 
kesmeden her gün güneşi doğuran Allah’tan ümidimi kesemem. 

“Bizim Köyden Neden Hiç Futbolcu Yetişmediğine Dair Bir Çocukluk Hikâyesi”nde biraz da 
“Edebiyatımızda neden güçlü bir otosansür mekanizması var?” sorusunun cevabını okudum? Belki aşırı yorum yaptım bilemiyorum. Sen ne dersin?

Bahsettiğin öyküyü Acâibü’l Mahlûkât atölyesi için yazmıştım. Bir gulyabani öyküsü olduğunu 
kitap zaten söylüyor. Bundan başka benim öykülerin ne söylediği ya da ne anlattığına dair kuracağım her cümle okuyucuya haksızlık olur diye düşünüyorum. Sen böyle anlamışsın. Bir başkası daha farklı bir anlam çıkarabilir. Bu zenginliğe halel getirmemek için başkaca bir şey söylemekten imtina ediyorum. 

Bir söyleşide "Melodramın en asil duyguları, fikirleri bile bayağılaştıran bir tarafı var." 
diyorsun. Biraz açar mısın? Yazdıklarını bundan nasıl koruyorsun?

İnşallah koruyabiliyorumdur. Gayret ediyorum diyeyim. Ağlak metinler okumayı hemen 
hiçbirimiz sevmiyoruz. Okumayı sevmediğim metinler yazmak istemedim hiçbir zaman. Bundan özenle kaçındım. Bazen yazmak istediğim bir meseleyi yıllarca ertelediğim oldu. Öykü kendi dilini bulsun diye beklettim. Bu sabrın karşılığını aldığımı düşünüyorum. 

“Çizgi ile Yazgı” isminde bir kitaba editörlük yaptın. Hasan Aycın’ın çizgilerinden yola 
çıkılarak yazılan bu hikâyeler için neler demek istersin?

Benim bilinçli yaptığım ilk okuma yazılı bir metin değildi; bir çizgiydi. Demiryollarında çalışan 
babam, ilkokulda okumaya yeni başladığım günlerde bir akşam elinde bir dergiyle geldi eve: İslam dergisinin Hac özel sayısı. Yakın zamana kadar duruyordu o dergi ama taşınırken kaybettim sanırım. Derginin küçücük yazılarını okuyamadım elbette ama içinde benim yaşımda bir çocuğun ilgisini çekecek bir şey vardı: Bir Hasan Aycın çizgisi. O çizgiyi merakla uzun süre incelemiştim. Onun üzerinden kendimce hikâyeler kurmuştum. Şimdi böyle bugünden geriye bakınca farkında olmadan sağlam bir temel atmışım kendime göre. Uzun yıllar sonra aynı çizgilerle yeniden karşılaşınca aramızdaki ünsiyetten mülhem hiç yabancılık çekmemiştik. Ezelden bir tanışıklık vardı aramızda. Daha sonra Hasan Abi ile tanıştık. Ben de o çizgileri daha sağlıklı okumayı öğrendim zamanla. Kitabın takdim yazısında da dediğim gibi, bu çalışma aslında eskilerin komşu tabağını boş çevirmeyip elde olandan bir şeyler, hiç olmadı bir yemelik tuz koymaları gibi de anlaşılabilir. Öykücünün hediyesi öykü olur elbette. Bu çalışma uzun zamandır aklımda vardı. Öykü yazarı arkadaşlarıma bahsettim. Hemen hepsi olumlu cevap verdiler. Böylece ortaya Çizgi ile Yazgı çıkmış oldu. Çizgilerden hareketle öykü yazılması anlamında bildiğim kadarıyla ilk çalışma bu. Umarım yeni ve farklı kitapların önünü açar ve örnek teşkil eder. 

Kitapta çok kıymetli ve yetkin isimler yer aldı. Çağrıma cevap vermelerine çok sevindim. 
Hepsine buradan yeniden teker teker teşekkür ederim. Biz yazdığımız öyküleri iki kapak arasına alıp ortaya koyduk. Takdir okuyucunun ve eleştirmenlerindir.

“Serçe Risalesi” henüz çok taze. Yine de sormak isterim. Tezgâhta neler var? 

Sürpriz yok. Yine kısmet olursa öyküler yazacağım. Dergilerde yayımlayacağım. Kitaplık çapa 
eriştiğinde dosyamı yayınevine göndereceğim. Ama şunu söylemek isterim, tezgâhta her zaman yazılacaklardan çok okunacaklar var. Şimdi bu son sorunu da cevapladıktan sonra hızlıca okumalara dönmek istiyorum. 

SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle
Diğer Yazıları