Menu
AHMET ÇİĞDEM İLE SÖYLEŞİ
Söyleşi • AHMET ÇİĞDEM İLE SÖYLEŞİ

AHMET ÇİĞDEM İLE SÖYLEŞİ


“Sadakat Güzergâhı”, tam olarak “kişisel” bir düşünce tarihi değil. Ancak bir boyutuyla da kişisel. Tam olarak nedir “Sadakat Güzergâhı”?

Aslında şöyle başladı. Bir gün, kahvede bir kâğıt partisi sırasında sorulduğu için,  oturup en çok etkilendiğim üç filmi hatırlamaya çalıştım. Ne bileyim, Antonioni ve Zinnemann’ın filmlerini sayıp geçebilirdim. Hakikaten çok severim onları. Olmuyor. Biliyorsunuz çok zor bir iş. Beğenmek, başkalarının tavsiyesi yahut işte bu işin bir tarihi var, eğilimler, akımlar var. Fakat etkilenmek biraz farklı. Sonuçta şu üç filmi hatırladım. Days of Wine and Roses (Blake Edwards, 1962), Una Giornata Particolare (Ettore Scola, 1977) ve Wege in der Nacht (Krzysztof Zanussi, 1979). İlk iki filmi defalarca seyrettim, ulaşmak mümkün oldu çünkü, Zanussi’nin filmini ki bir Nazi subayla Leh bir kadının işgâl sırasındaki imkânsız aşkını anlatır,  bir kez, üstelik TRT’de seyrettim, sonradan deliler gibi aramama rağmen bulamadım. Fakat özellikle dünyalar güzeli Maja Komorowska’nın oynadığı sahneler olmak üzere, filmi neredeyse baştan sonra hatırlıyorum. Bu arada Zanussi’nin ARD’ye çektiği bu filmin kopyasını elinde bulunduran varsa, ihtiyar bir adamı sevindirebilir. Sevab işler.


Sonra bu küçük soru kitaplara taşındı. Orada da meslek, iş güç, ilgi vs. muhtelif kitapları ortaya çıkarır ama gerçekten, “biçimlendirici” olması bakımından daha net isimler ve başlıklar hatırlıyor insan. Ardından bir vesileyle muhtemelen, bunu bir kültürel-politik bir Bildungstext olarak tasarladım. Kendi inkişafımı anlatmaya çalıştım. Yılları biraz karıştırıyor olabilirim ama kitapta anlattığım süreç, ferdî bakımdan neredeyse bütünüyle doğrudur. Biliyorsunuz, insanın başkalarına borcu asla bitmez, ben kısmen ödemeye çalıştım, yâni metinlere, onların yazarlarına. Ayrıca kendi şahsî hikâyeme bağlı ideolojik ve politik sadakatımı da tekrar etmek istedim. Kitap bir sadakat hikâyesi yâni. Bir araştırma-inceleme kitabı değil. Karşıma çıkan kitaplar bir tesadüfün eseri olarak ele alınabilir ama öyle değil, “tesadüf”, çünkü dönemin ruhunun, şartlarının yarattığı bir uğrak. Birkaç defa belirttiğim üzere, politikanın ve sefaletin, yoksulluğun hâkim olduğu bir dönemdi. 


Elbette subjektif boyutu çok belirgin bir metin ama bugün daha belirleyici; dolayısıyla sözünü ettiğim isimlere ve metinlere yaklaşım subjektif denilebilir ama orada bırakmadım, nihai olmayan, tüketici olmıyan bazı hükümleri de dile getirmeye çalıştım. İsmet Özel kısmı mesela. Belge için söylediğimi onun için de söyleyebilirim, İsmet Özel’e laf söyliyenin çarpılacağı bir moment vardır ama işte gelinen yer, söylenen şeyler vs. başka bir boyuta da zorlamalı insanı. Yanımda yöremde benzer tecrübeleri olan insanlar var ama onların geldikleri yer ve taşıdıkları borçluluklar başka istikâmetlerde gelişmiş. Zaten bu tür ayrımlar, aslına bakılırsa, ne kadar işlevsel bilmiyorum; bütünüyle subjektif bir metin, objektif sonuçlar üretebilir vs. Dolayısıyla subjektiflik yahut objektiflik baştan tasarlanabilen şeyler değil; ürünün kendisinde ve giderek, sonuçta, belki hikâyenin anlatılma süreciyle beliren bir şey. Buna da yazan değil, okuyan karar verir ve bu kararın da bir faydası yoktur. Hangi nitelikle sunarsa, o nitelik baştan ölüdür.


Okurluğunuz “Sadakat Güzergâhı” için seçtiğiniz isimlerden ibaret değil. Çok farklı isimler bir arada kitapta. Sadettin Elibol, Cahit Zarifoğlu, Peyami Safa, Cemil Meriç, Ali Bulaç, İsmet Özel, Sezai Karakoç, Erol Güngör, Murat Belge, Fazlur Rahman, Şerif Mardin ve Sabri F. Ülgener var. Peki kitapta yer alan kadronun ortak paydası, seçilme gerekçesi nedir?

Tekrar ifade etmeme izin verilirse, ben bir tercihte bulunmadım. Bazılarını dışta bıraktım, bazıları mutlaka bulunsun istedim değil. Belli bir dönemde, kabaca 1977-84 belki biraz sonrası, beni gerçekten etkileyen isimleri ve metinleri hem unutulma belâsına karşı hem de kendi sadakatimi ifade etmek üzere anlatmaya çalıştım. Estetize etmedim, sansürlemedim ve olabildiğince açık olmaya gayret ettim. MEB Klasikleri, Varlık Yayınları. Ne bileyim böyle Osmanlıyı bilmek lazım deyip bir yığın yere gittik; klasik romanlar, Ruslar yâni, bir de şiir var tabii. Yahya Kemal, Samiha Ayverdi, Tanpınar hep vardı mesela. Böyle Kuhn ve Popper’e sardığımız bir dönem oldu. Saul Bellow ve Bernard Malamud okudum mesela severek. Sander’den çıkan Philip Rothlar var, Letting Go, Libby diye çevrilmiş çok ilginç gelmişti. Fakat tabii o başka bir hikâye. Burada bir ortak payda, objektif bir kriter yok, zaten çok farklı isimler. Sadece şunu söyleyebilirim, benim çizgim çok ayrıksı değil, çok ortaklıklar var. Fakat kimin nasıl ve nereden beslendiği önemli. Üstad, ben İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü’nü ciddiye alamam çünkü, ekonomi politik okudum dedi. Haklı ama “temellük süreci” farklı işliyor her dönemde. 


Fazlul Rahman dışında bütün isimler Türk. Fazlul Rahman’ı listeye alma sebebiniz ne?

Fazlur Rahman, din ve dinsellik hususunda o âna kadar hiç karşılaşmadığımız düşüncelere sahipti. Onun söylediklerine “yerli ve millî” kaynaklardan ulaşmak mümkün olmadı, olamazdı. Tarihin ve dinselliğin dokunulmazlığını ortadan kaldırdı. Mealci, şucu bucu, radikal insanlar vardı ama dile getirdikleri havada ve zerrece bilinç işareti taşımayan şeylerdi. Erol Güngör belki bir istisnaydı. Ömrü uzun olmadı maalesef. Bilinç derken, ne tarihselliği kavramaya katkıda bulunuyorlardı ne de bugünü, reel ve somut olanı anlamaya. Salih Tuğ’un İslâm ülkelerinde anayasa hareketlerine yönelik bir kitabını hatırlıyorum, çok zihin açıcı bir metindi ama çok ortalıkta duran bir insan değildi sanırım. Fazlur Rahman, modernlik vs. gibi kavramları belirlenmiş bir dirençle karşılamamayı öğretti. Bunu çok ama çok faydalı buldum, buluyorum. 

Gelecekte bugünü okuyanlar böylesi bir zenginliğe ve çeşitliliğe rastlayabilecekler mi? Yoksa düşünce hayatımız bir nostalji sandığı içinde küflenmeye mi mahkûm?

Bunun tabii şahsî bir boyutu var. Hâlâ kendi kendisine deneyerek, yani tökezleyerek, yanılarak, ileri geri giderek bir yol bulmaya çalışan birileri vardır mutlaka. Fakat bütün bu süreci dolayımlayan politik bir damar kayıp, yahut zayıf artık. Büsbütün politize olmak bazen sınırlayıcı ve köreltici olabilir ama insanın nasıl bir dünyada yaşadığını bilmesi ve yaşadığı hayatın işte yalanlarla dolanlarla karartıldığını idrâk etmesi gerekir. Verili olanla derdi olmıyanın, yatacak yeri yok. Sözünü ettiğin çeşitliliğin objektif karşılığı yok. İlişkiler, kurumlar, eleştiri vs. bunlar tek boyutlu, piyasaya, talim terbiyeye yenilerek devam ediyor hayata. 

Fiziki olarak kitap öldü herhalde. Evinde artık kitap tutmamakla övünenler var. Adam eşek kadar yaşa gelmiş, profesör olmuş, 20 yıldır hiç şiir okumadığını, romana vs. gönül indirmediğini iftiharla anlatıyor. Şimdi bu adamın öğrencisi ne kadar zenginleşebilir ki? Hayatın kendisinde, ilişkilerde bir lüks üretme, derinleşme, deneme yanılma imkânları çok sınırlı. Ancak aileden politize çocuklar biraz böyle dadanarak geliyor muhtemelen sağa sola. 

Her dönemde düşünce için baskın eğilimlerden, edebiyatta öne çıkan isimlerden, müzikte, resimde şurada burada bir standartı olan şahıslardan bahsedilebilir. Ama bunları alımlamak için, bir topluluğa ihtiyaç var. Bu topluluk nasıl oluşacak, eğitim, özellikle lise ve yüksek öğrenim buna nasıl bir katkı verecek? Gelecek pek parlak gözükmüyor. Nostalji sandığına gelince, bu kadar tozun dumanın ve hareketliliğin olduğu yerde sonuç ne diye baktığınızda, Orhan Pamuk ve işte belki birkaç isim dışında kim var? Yani Refik Halid, Reşat Nuri, Tanpınar, Yakup Kadri’yi unutturacak bir birikim var mı romanda, hikâyede? Birbirleriyle ve geçmişleriyle alışverişi kesmiş ve kliklere boğulmuş, o kliklerin zorla (maddi güç, siyasal destek vs.) yaşattığı ve öne çıkardığı malzemelerle ne düşünce ilerleyebilir ne edebiyat. Söylemeden edemiyeceğim, Türkiye’de her kesimin, düşüncede, edebiyatta, sanatta “beyazları” var artık. Medyatikler, konuşmaktan düşünmeye ve yazmaya vakitleri olmıyan, beyin çürümesine maruz kaldığı açık insanlar bunlar. Tabiatıyla bu meseleler, sadece bu topluma ait meseleler değil. Fakat burada daha spesifik bir kötülük var. Eleştiri müessesesi kayıp. Eleştiri ayırdetmeye, ayırmaya, farkı bulmaya, başkalığı keşfetmeye yarar elbette ama öncelikle sürekliliği sağlar. İlişkiyi mecburi hale getirir. Kültürde devamlılığı, düşüncede takip edilebilir olmayı dert etmeden bir yere varamaz kimse. Böyle bir sosyallik, ilişkisellikten söz etmiyorum elbette ama kaygı vardır, tasa vardır, iddia vardır, onların yokluğudur yâni. Bu saymaca, küçükburjuva, beyaz evrenden adam çıkmaz. Çıkmıyor. 

Bugünlerde neler yazıyor, neler okuyorsunuz? Gündeminizde yeni bir kitap var mı? 

Şimdi ben böyle bir kitap okuyorum ve o da şudur olmuyor, bende. Bir sürü şey var okuduğum, takip ettiğim. Her zaman okuduğum kitaplar var, bunların bir kısmı, küçük bir kısmı işte derslerle şunlarla bunlarla igili. Ama okuduğum, tekrar tekrar okuduğum kitaplar var, onları etrafımdan eksik etmem. Şiir vardır. Yazları zaman bölünmediği için mutlaka düzenli roman okumaya çalışıyorum eskiden beri. İnsan her zaman bir Cehov hikayesi okumalı, yahut bir Montaigne denemesi. 

Tematik olarak bir araya getirebilecek konuları ihtiva eden şurada burada yayınlanmış yazıları, Bazı Eski Yanlışlar Bazı Yeni Yanılgılar başlığıyla bir araya getiriyorum ve bunun için derlemede yayınlanacak yazıları tekrar yazmam gerekiyor. Onların üzerinde çalışıyorum. Bu sene, artık,  bitirmeyi ümid ettiğim bir sosyolojiye giriş denemem var. Masterşef’te Ayşeyi destekliyorum ve onu da seyretmem gerekecek. Eh 10 gün sonra Premiership başlıyacak. Gündem yoğun, hayat kısa. Böyle. 


SUAVİ

1972 İstanbul doğumlu. İlk şiiri 1991 ekim ayında Türk Edebiyatı dergisi okur mektupları sayfasında yayınlandı. Pek çok dergide dergi ve gazetede yazı, şiir ve röportajlarıyla yer aldı. Sebepsiz Serçe, Taş Suya Değince, Heves ve Tövbe Gölgeliği isminde dört şiir kitabına, Kırk Gri Hırka ve Dünyanın Çekmeceleri isminde iki hikaye kitabına imza attı. Ayrıca Pierre Karton namı-ı müstearıyla Horkhaymır’dan Alzhaymır’a Türk Aydını isimli bir de mizah kitabı mevcut.

Daha fazla görüntüle