Menu
ABDULLAH HARMANCI'YLA SÖYLEŞİ
Söyleşi • ABDULLAH HARMANCI'YLA SÖYLEŞİ

ABDULLAH HARMANCI'YLA SÖYLEŞİ

-Edebiyata girişin nasıl oldu? Nasıl başladı bu aşk?

-Bir akraba kızının şiir yazdığını duymuştum. Karaman’da orta mektep öğrencisiydim. 1986 filan. Ondan sitayişle bahsediliyordu. Ona çok imrenmiştim. Okulda Türkçe derslerinde ben kompozisyon okurken, sınıf gülmekten bir hal oluyordu. Millet bana yazdıklarını okutup düşüncelerimi soruyordu. O günlerde durmadan dinlenmeden “Çile” okuyordum. Necip Fazıl vari şiirler yazmaya başladım. Hece ölçüsünü muntazaman uyguladığımı hatırlıyorum. Şiirlerimi okuyanların bana bir şaşkınlıkla baktıklarını hatırlıyorum. Bu iyiydi. Böyle böyle şiire uzun seneler “asıldım”. Konya’nın mahalli gazeteleri benim şiirlerimle doluydu. Özellikle 90-91 yılları. Hatta bazı antolojilerde o şiirler yer aldı. Ama ben şairliği/şiir yazma mücadelesini ömrümün sonuna kadar götüremeyeceğim zehabına kapıldım. Belki saçma sapan bir kuruntuydu. Belki bir sezgiydi. Ama ben şiiri bırakıp romanlar yazmaya başladım. 1992 gibi. Altınapa Barajı’nın kenarında Değirmen Köy vardır. Orada geçen bir çocuk romanı yazdım mesela. İki çocuğun birbirine duydukları aşk. Bir yaz boyunca süren. Sonunda kız ölecekti. Kızın mutlaka ölmesi gerekiyordu. Bunu daha romana başlamadan kesin olarak belirlemiştim. Neden? Romanın bitebilmesi için böyle bir “acı”nın şart olduğunu düşünüyordum. Çok ilginç. Öykülerimde de var bu kaygı. İllaki öyküyü nasıl bitireceğim sorusunun cevabını bulmadan kaleme sarılmam. Bu durum, sanırım, bazı öykülerimi yeterince işleyemememe neden oldu. Neyse. Epeyce roman denemesi yaptım o zamanlar. Üniversiteye girişimin ilk seneleri. 1993’te öykü yazmaya karar kıldım. O gün bugün, kendimi yazıya/öyküye adadım. Çok iddialı bir cümle oldu bu, ama bu iddiaya sahibim, iyi şeyler yazdım, demiyorum, yazıyı çok önemsedim, buna eminim.

-Edebiyat dergileri ile olan alakan, yazı hayatın boyunca, nasıl ilerledi?

-1994 yılının aralık ayında, Dergah’a bir öykü yolladım. Hemen birkaç hafta sonra, Ocak 1995’te yayınlandı öyküm. Geçenlerde arkadaşlar bana bir “sürpriz parti” düzenlediler, orada da sözü edildi, herkes benim yayınlanan ilk öykümün “Kinetiks” olduğunu sanıyor. Hâlbuki “Kinetiks” yayınlanmadan önce, bir buçuk sene kadar önce, Dergah’ta “Ezilmiş Bakırdan Yapraklar” yayınlanmıştı. Kısacık, iki katmanlı, ama duygusallık oranı abartılmış bir öyküydü. O gün bugün, başta Dergah olmak üzere, pek çok dergide öyküler yayınladım. Hece, Jurnal, Aşiyan, Çerağ, Yediiklim, Kırklar, Düşçınarı... gibi dergileri saymak lazım. Hece Öykü, ilk sayısından beri neredeyse her sayısında yer aldığım bir dergi. Edebiyat dergileri, yakın zamana kadar “yazar” olmanın, yaratıcı yazarlık anlamında yazar olmanın tek şartı gibiydi. Bugün artık bu profilde olmayan yazarların da edebiyat dünyasında var olduklarını görüyoruz. Ama bizim için büyük bir şanstı. Hâla da öyle.

-Seni (öykü) yazmaya sevk eden şey nedir?

2007’nin son cuma günüydü galiba. Eski bir öğrencimin kendini astığını öğrendim. Sebep... Bir çeşit “namus intiharı”... Çevresinde çıkan söylentilere tahammül edememiş. Kim tahammül edebilir ki? Bu olay beni çok sarstı. Ben çok sayıda “namus” öyküsü yazdım. Hatta yukarıda bahsettiğim “Ezilmiş Bakırdan Yapraklar” öyküsü, ilk öyküm, kötü yola düşmüş bir kadını anlatıyordu. Yerlere Göklere’de böyle öyküler var. Simit satan bir öğrencim kalbimi burdu. Onu yazdım. Yanımızdaki apartmanın önüne koskocaman bir market diktiler, adamın evi zindana döndü. Kimdirler, necidirler, bilmiyorum, ama onlar için çok üzüldüm. Onların öyküsünü yazdım. Başlarını örttükleri için akademik hayatları sönen Müslüman entelektüellerin durumları içimi yaktı. Onları yazdım. Yazmak bir çaresizliktir. Cemal Süreya “Küfür bir saldırmama eylemidir.” demiş. Yazmak da öyle. Yazmak bir eylemsizliğin eylemi... Buraya kadar söylediklerim neden yazıyor olduğum sorusunu büyük oranda açıklıyor sanırım. Ama başka noktalar da var. Bazen sadece biçimsel bir yapıya ulaşma isteğinin beni öyküye götürdüğünü sanıyorum. Bir biçim içinizde canlanıyor. Her şey o biçimin hatırına oluşuyor. Ne anlattığınız bu noktada çok da önemli olmuyor açıkçası. Yani, biçim özü var ediyor. Genelde söylendiğinin aksine...

-Bu söylediklerinden hareketle, seni “biçimci” bir öykücü olarak görebilir miyiz?

-Her sanatkâr biçimcidir. “Yaratıcı yazarlık” bağlamında düşünüyorsanız, eserin biçimi hakkında kaygılara sahip olmayan bir sanatkâr olamaz. Öykü türü, biçimsel titizliği çok fazla gerektiren bir türdür. Belki de, öykü türünde biçimsel denemeler yapılması, öykü türünün yapısı bakımından sanki daha kolaydır, demek istiyorum. Asıl söylemek istediğim başka bir şey daha var: Ben bir gün, kendimle ilgili olarak bir şeyin farkına vardım: Yazdığım öykülere, okuduğum öykülere, izlediğim filmlere, daima, daima biçimi, üslubu açısından bakmışım. Ne anlatıyor? Bunun pek farkında olmamışım. İşlediği şey nedir? Yazdığım yazılara bakıyorum. Bazı öykü kitapları hakkında yazdığım “eleştiri” yazılarına. Bunlara “izlenim” yazıları demek daha doğrudur. Onlar da öyle. Bir “anlatım” problemi hep kafamda yaşadı durdu. Peki neyin anlatımı? Belki size garip gelecek ama bu soruya yeni yeni kafa yormaya başladım. Sadece yazdıklarım açısından demiyorum. Okuduğum, izlediğim pek çok eser için söylüyorum bunu.
Neyin anlatımı? İçimi burkan şeyin anlatımı. Öze yönelik olarak kafa yormamış olmam, yazdıklarımın bir öze sahip olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Hakkımda yazılan yazılar, bu konuda oldukça çok veri sunuyor bizlere. Ama her zaman hayatı “ıska”lamak gibi bir korkuya sahip olmuşum...

-Yani?

-Hayatı ıskalamak birkaç türlü olabiliyor. Biçim deneylerine boğulmuş öyküler görüyoruz. Bu anlamda biçimci bir yazar olduğumu elbette kabul edemem. İnsanın acısını, sevincini, derinliğini yakalamaktır amaç. Öz budur. İnsanoğlu var oldukça hangi edebiyat akımı gelirse gelsin, hangi edebiyat dönemine girilirse girilsin, insan ruhunun derinliklerine girmek, insanın
o şaşırtmacalı, karmaşık dünyasını yansıtmak, edebiyatın odağı olacaktır. Enstrümanlar değişebilir. Yazı türlere göre, çağlara göre... Hayatı, insanı “ıska”lamanın bir başka türü daha vardır. Edebiyat vasıtasıyla insana “doğru yol”u göstermek gayreti... Tabii ben bu cümleyi kurar kurmaz, okuyucuların aklına, “hidayet romanları” gelmiş olabilir. Ya da bir dönem Türkiye’de “sosyal gerçekçi” olarak adlandırılabilecek olan romancılar bir çeşit “ideolojik şematizm”e düştüler. Onlar da hatırlanmış olabilir. Ama bu kadar değil. Daha başka örnekler de var. Öykü türü, temelinde öykü anlatmayı barındırır. Bunu hepimiz biliyoruz. Fakat öykü türünün nihayetinde bir öykü anlatımı olduğunu unutan yazarların, öykünün bünyesine alamayacağı kadar çok şeyi sığdırmak istediklerini görüyorum. Elbette ki bir öykü insanın varoluşsal bağlarına vurgu yapar, elbette ki bir eserin derinliği onu “edebi”leştiren vasıflarındandır. Ancak öykünün bünyesine alabileceği yükün ve bu yükü alış biçiminin bir sınırı, bir usulü olmalıdır. Ona çekemeyeceği kadar büyük oranda bir fikir, bir mesaj, bir hikmet yüklemek, onu kendisinden uzaklaştırmak anlamına gelir. Öykü, öyküdür. Öykünün temel araç ve gereçleri vardır. Onları yok sayamazsınız. Onları görmezden gelemezsiniz. Bu da insanı ıskalamaktır. Hayatı ıskalamaktır.

-Hece Öykü 24’te yayınlanan “Öykücünün Korkuları” ilginç bir yazıydı. Ne çok korkuları varmış bir yazarın, diye düşündüm...

-2006 yılında uzun bir öykü yazdım. Kitap sayfasıyla yetmiş seksen sayfayı geçti galiba. Orada genç bir öykücünün, edebiyata attığı ilk adımlar, ilk heyecanlar, zaman içinde, “yazar olma” adına başından geçen tecrübeler anlatılıyordu. Orada aşama aşama bir yazarın öykü yazma yolunda karşısına çıkan problemler, bu problemleri giderme anlamında kendi kendine aldığı kararlar filan vardı. Bir nevi “seyr ü süluk” idi bu. Bahsettiğiniz yazı, bu uzun öyküden aklımda kalan nirengi noktalarıdır, denebilir. Bir öykücü metin içi ve metin dışı anlamıyla nelerden korkar, nelere titizlenir? Yeni yeni öyküler yayınladığım günlerde, bana bir arkadaşımın, öykülerimdeki “yoğunluk” probleminden bahsettiğini hatırlıyorum. Yoğun metinler yazmadığımı söylenmişti bana. Örneğin bir Sadık Yalsızuçanlar’ın Hece’de de yayınlanan “Neco” öyküsü, yoğunluk denilen şeyin ne olduğunu ve benim o zamanlar neyi başaramadığımı çok nefis bir biçimde gösterebilir. Yani bir şey kafanıza dank! ediyor ve siz artık o hatayı yinelemiyorsunuz. Yanıla yanıla öğrenmek. Size yöneltilen her türlü eleştirinin doğru olduğunu düşünüp bunları ciddiye almak elbette ki mantıklı bir hareket olmaz. Ama ben Yerlere Göklere’yi yayınladıktan sonra, kitaptaki “kısa kısa öykü”ler hakkında düşünmeye başladım. Daha doğrusu, kısa kısa öykü türü üzerine düşünmeye başladım. Aslında daha önceden de düşündüğüm bazı problemlerin kendi metinlerim için de söz konusu olabileceğini düşündüm. Nedir? “Kısa kısa öykü” türü çok kolay bir şekilde zekânın oyuncağı haline gelebiliyor. Yani bir zekâ oyununu öykü zannedip hemen kaleme sarılmanız mümkün olabiliyor. Bir atasözü, bir vecize, bir fıkra, bir hikmetli söz, sözümona, kısa kısa öyküye dönüşebiliyor. Kendi kendime kısa kısa öykü yazma konusunda bu kadar hevesli davranmama kararı aldım. Öykücünün korkuları saymakla bitecek şeyler değil doğrusu...

-Yukarıda bir yerde, kendi eleştiri yazıların için “izlenim yazıları” dedin. Bu cümleyi açar mısın? Ve buradan hareketle, günümüzde edebiyat eleştirisinin yönünü nasıl görüyorsun?

-Ben öykü yazıyorum. Öykü yazdığım için, yayınlanan bir öykü kitabı benim ilgimi çekiyor. Okuyorum. Okuduğum zaman, çok olumlu veya çok olumsuz tarafları dikkatimi çekiyor. Bu noktalara değinen bir yazı yazıyorum. Bu eleştiri mi şimdi? Değil. Ben izlenimlerimi yazıyorum. Abdullah Harmancı’nın özellikle biçimsel noktada odaklanan “huzursuzluk”ları...
Bu “eleştirmek” değildir. İlk diyeceğim bu. İkincisi: Türkiye’de eleştirmenlerin büyük bir bölümü, William Faulkner’ın, başarısız şairlerin öykü, başarısız öykücülerin roman yazdığı gibi bir genellemesini abartırsak anlayabileceğimiz bir geçmişe sahiptirler! Yani üniversiteden değildirler. Bunun olumlu ve olumsuz sonuçları mevcuttur. Olumlu sonucu, eleştirmenin yaratıcı yazarlıkla iştigal etmiş olmasının kendisine sağlayacağı avantajlarla ilgilidir. Şiiri en azından denemiş birisi şairleri daha iyi anlayacaktır. Olumsuz tarafı ise... Elbette ki bu problemin çok farklı sebepleri olabilir. Ama ortada bir gerçek var. Belli bir eleştiri anlayışını, teorisini benimseyerek o eleştiri disiplini çerçevesinde eserler vermiş, adını o disiplin ya da disiplinlerle özdeşleştirmiş isimlerin azlığıdır. Bir başka husus da: Eleştirmenin düne kadar var olan kısmi gücü bugün yok denecek mertebeye inmiştir. Eleştiri, bir eserin değerini tayin ederek okurları yönlendirme gücünü yitirmiştir. Okurla yazar arasına medya girmiş, medya, okuru seçiminde özgür bırakmamış, iyiyi ve kötüyü belirleme ekâbirliğini göstermiştir. Buna rağmen, örneğin Osman Özbahçe’nin “dergilerde şiir” başlıklı yazılarının sanatçılar arasında sebep olduğu heyecanı, tartışmaları, hareketlenmeyi düşünürsek, eleştirmene elbette ki ihtiyacımız var. Eleştiriye elbette ki muhtacız.

-TYB 2007 Yılın Hikâyecisi Ödülünü Yerlere Göklere ile aldın. Bu kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misin biraz da?

-2003, 2004 ve 2005 yıllarında yazdığım öykülerden yapılmış bir seçme bu. Neredeyse tamamı kitap yayınlanmadan önce dergilerde yayınlandı. Fakat kitap geç yayınlanmış da olsa, 2006’da yazdığım öyküleri buraya dâhil etmedim.

-Neden?

-Tabii bir kitap ne zaman “kitap” olur, demek istiyorsunuz. Yazarı yeni temalara yöneldiğinde. “Başka” bir şey anlatmaya başladığında. Kendi öykü/şiir serüveni içerisinde yeni bir durağa geldiğinde, yeni bir kitap da başlamıştır şüphesiz. Bir önceki kitabı buradan kesip atabilirsiniz. Bu ideal olandır. Yani tam da bunu uyguluyorum, demek istemiyorum. Ama böyle olması sizi kendinizi yinelemekten de alıkoyar. Ben son yıllarda daha “sosyal içerikli” metinler yazmaya başladım. Önceki senelerden gelen izlekler de bir taraftan sürmeye devam ediyor. Bu sosyal içerikli öyküler bir başlarına bir kitap olurlar mı, bilemiyorum. Ancak giderek sayıları artmaya başladı. Dolayısıyla ben dördüncü öykü kitabımı biraz da buradan başlatmış oldum. Ama kendime hiç güvenmiyorum. Yaşadıklarım, okuduklarım, izlediklerim, bana çok başka şeyler yazdırabilir, beni çok farklı temalara çekebilir. Bazen yazdıklarınız için ya da sizin için söylenmiş tek bir kelime bile buna sebep olabilir. Neyse. Sözümüzün başına dönersek 2003-2005 senelerinde yazıldığım öyküler Yerlere Göklere’yi oluşturdu.

-Kitabın “Manzara Resmi” ile başlayıp “Bir Cumartesi” ile devam edip “İlk Cinayet”e ulaşması ve “Aralık”la sona ermesi bana anlamlı geldi. Kitabın adıyla da ilişkili bir düzenleme galiba bu.

-Ali Şeriati’nin Sanat’ı, Paul Klee’nin Modern Sanat Üzerine’si, Nasr’ın sanatın derin yönü üzerine yazdıkları, pek çok film, pek çok resim, tabii ki Doğu Öyküleri’nin o unutulmaz cümleleri, “Manzara Resmi” gibi bir öyküyü yazmama neden oldu galiba. “Başka bir dünya mümkün müdür?” diye soruyor Klee. Benim aradığım da böyle bir şeydi. Başka bir dünyanın rengini, kokusunu hissettirebilir miyiz, yazdıklarımızı okuyanlara. Şeriati’ye göre sanat zaten bu. Yitirilmiş cennetin hatırlanması. Rüyalarımızda gördüklerimiz belki işte o sanatla oluşturmaya çalıştığımız atmosfere ait yerler. Ben öyle rüyalar gördüm ki, bir değin bin Tarkovski, bir değin bin Salvador Dali öylesi harikulade görüntüleri sanatında var edemez. Çocukluğumun bir kısmını zorunlu olarak geçirdiğim Sivas’ın bir kasabasını rüyamda yeniden gördüm... Ama sanırım izlediğim filmlerin de etkisiyle, hala beni rahatsız eden yoğun bir görsel cümbüştü içine düştüğüm... Kasabayı baştanbaşa kat eden muhteşem kameralar gibi çalışan gözlerim, daha önce hiçbir yerde görmediğim pastel renklere bürünmüş sokaklar, evler, duvarlar... Hala o rüyayı zaman zaman hatırlıyor ve yeniden bir şaşkınlık yaşıyorum. Demek ki bu rüya, sanat eserinin işlevini üstlenmiş oluyor. Bizi etkiliyor. Bizi şaşırtıyor. Buraya kadar anlattıklarımız, kitabın ilk birkaç öyküsü için geçerli. Sizin de belirttiğiniz gibi, kitap giderek gerçeğe ve hatta çirkine, çirkefe, bayağıya doğru evrilen öyküler anlatıyor. Bir karı kocanın kavgasını anlattığım “Bir Cumartesi” çoğu okurun dikkatini çekti. Ama hemen herkes “Yokuş Aşağı”dan bahsetti.

-Fatma Karabıyık Barbarosoğlu da, bu öyküden hareketle iki yazı yazdı. Ve sana bazı sorular yöneltti. Sense suskun kalmayı tercih ettin.

-Aslında Fatma Hanım’ın hareket noktası, bu öykü değil. Bu öyküyle ilgili olarak bana sorulmuş bir soruyu cevaplandırırken, ben, Türk erkeğinin gönlünde modern hanımlar vardır ama hepsi geleneksel hanımları tercih eder, çünkü geleneksel hanımlar daha az maliyetlidir, gibi bir cümle kurdum. Bu cümlenin üzerine kimi yorumlar yapıldı. Ben hikâyeciyim ve benim bir amacım da toplumun tipik reflekslerini yakalamaktır sanırım. Kavramlarla terimlerle de konuşmak durumunda değilim. “Yokuş Aşağı”da, modern eğilimler taşıyan sevgilisi ile geleneksel denebilecek bir eşe sahip olan karısı arasında kalmış ve ne yapacağı konusunda iyiden iyiye şaşalamış bir entelektüeli yazmıştım. Fatma Hanım’ın da belirttiği gibi, yaşadığımız dünyada, kendisine her anlamıyla “geleneksel” yaftasını vurabileceğimiz insanlar ya yoklar ya da onları bulmak çok zor. Peki ben neden bir grup kadına modern, bir grup kadına da geleneksel diyebiliyorum. Nasıl diyebiliyorum? Hepimiz hayatın içerisinde birtakım mukayeseler yaparız. Her şey bir başka şeyle kıyaslanır. Bir şeye verdiğimiz değer bir başka şeye göredir. Böyle düşününce elbette “Yokuş Aşağı”daki Kısmet, Nazan’a göre gelenekseldir. Televizyonun var olduğu bir çağda, tam anlamıyla geleneksel denebilecek kimsenin kalmadığını söylemek yanlış olmaz. Varsa bile çok ekstrem bir örnektir. Bu arada, “geleneksel kadın”la İslami kaygılara sahip, örtülü, ama entelektüel bir çizgisi de olan, en azından üniversite okumuş kadınları birbirinden ayırıyorum. Türkiye’de zorunlu eğitimini bitiren kızını liseye göndermeyen, okumasının çocuğuna zarar vereceğini düşünen, dini eğitim almasını yeterli bulan ve kendileri öğretmen, avukat filan olan muhafazakâr erkekler var. Yani bu beni çok şaşırtıyor. Kızının geleneksel çizgiden uzaklaşmasını istemiyorlar. Müslüman feminist mi olacak Allah’ını seversen, diyor adam. Bunu diyen kişi üniversite okumuş. Ne demek istediğim, bilmiyorum ki anlaşılıyor mu? Üçüncü bir kadın tipi var. Benim geleneksel kadın derken kastettiğim çizgi başka, bu çizgi başka. Ve tabii bu bana ait bir keşif değil...

-Necip Tosun’un son öykü kitabı için yazdığın yazıda: “Necip Tosun, bir yazar olarak kendi iç dünyasının heyecanlarına kapılıp hep oradan beslenmek yoluna gitmiyor. Bence Türk öyküsünde ya da şiirinde var olduğu düşünülen “sıkışmanın”, “hayatsız”laşmanın, özellikle öykü türü özelinde “sokak”sızlaşmanın bir sebebi de bu. Yazarların kendi iç dünyalarından aldıkları rüzgârın peşinden ayrılmamaları...” diyorsun. Bu cümlelerden ne anlamalıyız?

-Her yazarın, sebepleri uzun psikanaliz seanslarıyla bile tam olarak belirlenemeyecek “konu”ları vardır. “Zaafları” demeliyiz belki de buna. Otomatik bir şekilde bu konulara yüklenir yazar. Bu bir çeşit kolaycılıktır. Yani zaten ruhunuz, zihniniz kendiliğinden sizi o konulara çeker, sizi oraya götürür. Yazarlar, bu içlerinden gelen rüzgârlara başlangıçta (zaten) bol bol kapılma hakkına sahiptirler. Ama yıllar ilerledikçe, “başka”sına yönelmek gerekir. Gene kendinizi de anlatsanız, artık başka birinin, bedenine ruh vermeyi öğrenmelisiniz. Bu “zaaf”, çok farklı konulara yayılmış da olabilir. Kimseye sosyal gerçekçi öyküler yazmasını öğütleyecek halimiz yok. Ama hiç kimse de bize, iç boşaltmalarını “öykü” olarak sunamaz. (Mesela ben Muhteris’teki birkaç öyküde bu hataya düşmüşüm.) Yukarıda “eleştiri”yi konuştuk ya. İşte eleştirmen burada devreye girip herkese haddini bildirmelidir. Bunu yapan eleştirmenler de var bugün. Hâlâ var. Şükür ki var.

-Bu günkü edebiyat ortamının içinde bulunduğu durumu nasıl görüyorsun?

-Otorite yok oldu. Herkes kendi krallığını ilan etti. Herkesin yayınevi var. Herkes yazar. Herkes şair. Herkes editör. Daha hiç adını duymadığınız kişilerin, “edebiyat anılarım” filan diyerek kitaplar yayınlamaları yakındır. İç bulandırıcı. Çok güçlü enstrümanlarla, popüler kültürün seviyesizliklerine düşmeden, savaşmak gerek. Güçlü enstrümanlara ihtiyacımız var. Bu, pespayeleşme anlamına gelmiyor. Köşemizde mırıldanıp durmanın bir anlamı yok. Varsa da daha fazlası yapılmalı. Diyeceklerimin birincisi bu. İkincisi: Şairler birkaç Türk şairinin, öykücüler birkaç Türk öykücüsünün çevresinde/dünyasında dönüp duruyor. Genç şairlerimizin ağzında üç dört şair var. Öykü ile uğraşanların da dilinde birkaç isim. Nedir sorun? Hem yatay anlamıyla hem de dikey anlamıyla bir ufuksuzluk söz konusu. Bırakın yabancı dil bilmeyi, Türkçede bile son yıllarda önemli çeviriler yapıldı. Bu çevirilerin olsun dikkatlice izlenmesi gerek. Bunca dergi, bunca gazete, bunca televizyon, internet imkânları, hepsi, hepsi, cehaletimizi azaltacağı yerde adeta artırıyor. Örneğin Hakan Arslanbenzer ve arkadaşlarının çıkardıkları dergilerde, ufuksuzluğumuzun giderilmesi anlamında yabancı edebiyatçıların dünyasına açılan önemli adımlar atılmıştı. Böylesi örneklerin çoğalması gerek. Tabii birileri çıkıp, şu şu şu dünya edebiyatçılarını okudum, okuyorum, diyebilir. Bundan bahsetmiyorum. “Mesele” edinmek gerek. O dünyada “boğulmak” gerek. Sadece gençlere değil sözüm. Adam Öykü dergisinde 58 sayı boyunca yapılmış tüm söyleşileri okumak gibi işe girişmiştim bir ara. İlginç bir şey tespit etmiştim. Emektar öykücülere referansları soruluyor. 40. sayıda kendisiyle söyleşi yapılmış olan Mustafa Kutlu dışında, doğu anlatılarına göndermeler yapan, geleneğimizdeki anlatı örgüsüyle hesaplaşmış öykücü bulmak çok güçtü. İslam tasavvufunun bizi götüreceği metinleri/anlatıları bir düşünelim. Hepsinin “yıldız” isimleri, belliydi. Sait Faik. Memduh Şevket. Sabahattin Ali vs. Buradan çok temel meselelere doğru ilerleyebiliriz. “Sevdiğiniz öykücüler kimlerdir?” gibi bir sorudan yola çıkarak çok derin noktalara inebiliriz.

-Son olarak, hazır ödül de almışken, edebiyat ve ödül bağlamında neler düşündüğünü sorabilir miyim?

-Türkiye’de edebiyat dünyasının resmi çevreler ve bu tanımlamanın dışında kalan çevreler olmak üzere iki bölümde düşünülmesi gerektiğini söylersek, bilmem ki itiraz edenler çıkar mı? Resmi edebiyat çevrelerinin dışında yer alan edebiyatçıların, dergi çıkarma, yayınevi kurma, sanatçı yetiştirme vs gibi hususlarda çok olumlu adımlar atmış olmalarına rağmen, “ödül” düzenleme ve bu “ödül”ün kurumsallaştırılması anlamında yeterince başarılı olamadıkları görülüyor. Mesela ben, yıllar önce Emine Işınsu ile yapılmış bir radyo programı dinlemiştim. Emine Işınsu, kendisine aldığı ödüllerle ilgili olarak sorulan bir soruya, onlar ideolojik/taraflı ödüllerdi. Türkiye’de politik anlamda çok yoğun günler yaşamıştık ve bana da o dönemde ideolojik yaklaşımlarla bazı ödüller verilmişti, mealinde şeyler söylemişti. Emine Işınsu ile hayatım boyunca hiç karşılaşmadım. Liseli yıllarımda romanlarını imrenerek okurdum. Diyeceğim şu ki, Türkiye’de kaç yazar böylesine açık sözlü ve açık yürekli olabilir? Işınsu’ya bir zamanlar verilmiş olan o ödüller nelerdi ve bugün devam ettirilen ödüller midir? Araştırmak gerek ama bir kurumsallaşmanın gerçekleştirilemediği görülüyor. İşte TYB ödüllerinin bu bağlamda önemli olduğunu düşünüyorum. Her şeyden önce resmi edebiyat çevrelerinin ödüllerine karşılık, “bu taraftan” olup da kurumsallaşmayı başarmış tek ödüldür denebilir. Ben listelere şöyle bir baktım. Mesela 1981’den beri yılın hikâyecisi ödülü verilmiş. Kimlerin aldığına baktığınızda görüyorsunuz ki, ister istemez Türkiye’deki diğer ödüller gibi, TYB ödülleri de “çevresini” kollamış. Öykü ödülü, muhafazakâr, sağcı, İslamcı bir çizgiye sahip yazarlara verilmiş genelde. Ama mesela Cemil Kavukçu da almış. Buna rağmen, TYB ödüllerinin tüm dallarına baktığımızda, Türkiye’de böylesine geneli kapsayan, “taraf”, “çevre” gözetmeyen başka bir edebiyat ödülünün olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz gene de. Edebiyat ve ödül konusunun ülkemiz bağlamında, etraflıca bir araştırılması gerektiğini düşünüyorum...

(HECE ÖYKÜ, NİSAN/MAYIS 2008)

Diğer Yazıları