Şiirimizin hayatiyet arz etmesi gerçekten de yüzünün hayata dönük olmasındandır. Peki, bu 'döndüğümüz' hayat ne ölçüde şiire girebilir? Olduğu gibi girmelidir diyenlerin sesini duyargibiyim. Fakat hayatı olduğu gibi aldığımız zaman; sanatçı duyarlığını inkâr etme olasılığı ve aldığımızın basit bir haberden bir rivayetten öte gitmeyeceği gerçeği 'olduğu gibi girmeli' savını çürütmektedir. Çünkü fikri olarak olgunlaşmamış bir zihinden geçenlerin, sanat değeri olmaz. Yine hayattan algıladığımız 'bir şey' zihnimizden geçerken mutlaka değişikliğe uğrayacaktır. Dolayısıyla doğrudan ifade hiçbir zaman mümkün değildir. Deformasyon diyeceksiniz, ben de hayır diyeceğim. Deformasyon hayattan şiir için aldığımız malzemenin üzerinde oynama gücümüzün sonuç göstergesidir. Malzeme üzerinde işlettiğimiz güç; şiir olma oranında değerlidir. Siz buradaki 'güç'e şiddet de diyebilirsiniz başka bir sözcük de. Ben kendi payıma gerilim diyorum. Çünkü şiirin doğuş, oluş ve var oluş kaynağı tamamen barındırdığı gerilime bağlıdır. Şiir, hayattan beslenirken besin kaynağının 'temiz' ve 'doyurucu' olmasını önceler. Nereye mi gelmek istiyorum; şiirde gelenekten yararlanmaya... Her ne kadar günümüzün bazı genç şairleri gelenek deyince, sadece belli kalıpları anlayıp gelenekten öcü görmüş gibi kaçmaya çalışsa da benim kastım; tüm bunları kapsayan ve aşan geniş bir yükseklikten 'ayağımızı bastığımız sağlam bir zemini' yaratmamıza olanak sağlayan 'görkemli geçmiş'in izlerini çağdaş algımıza bir düzlem olarak sunma meselesi.
Bastığı zeminin her açıdan farkında olan, kuşağı içinde hece veznini çağdaş düzleme getirmesiyle apayrı bir yerde duran Ali Ayçil; bugüne kadar iki şiir kitabı yayımladı. Bunlar: Arastanın Son Çırağı ve geçtiğimiz günlerde Timaş Yayınları tarafından yeni baskısı yayınlanan Naz Bitti. Sanıyorum üçüncü şiir kitabı da yolda. Bekliyoruz...
Ali Ayçil Doksan Kuşağı'na mensup bir şair. Şiirlerini Dergâh dergisinde yayımladı. Bildiğim kadarıyla başka dergilerde hiç (şiir) görünmedi. Dergâh'ın Türk şiirine armağan ettiği has şairlerdendir. Ayçil, Arastanın Son Çırağı'nda hece veznini kullansa da belli bir hece ölçüsüne (12'li, 14'lü vd.) bağlı kalmadı. Bu da bize, Ayçil'in şiiri hece için değil, heceyi şiir için kullandığını kanıtlamakta. Naz Bitti'de ise, kitabın bütün şiirlerinde hece veznini ve 14'lü hece ölçüsünü kullandığını görmekteyiz.
Ali Ayçil ilk kitabı Arastanın Son Çırağı'nı 1999'da yayımladı. Doksan Kuşağı şairlerinin çoğunun kendilerini İsmet Özel'e göre konumlandırmasına karşılık Ayçil'in, Türk şiir geleneğinin büyük görkemine yaslanarak hiçbir şairden memba almadan direkt 'havza'yı seçmesi; dikkatimizi kendisine yöneltmemize sebep olmuştur. Doksan Kuşağı şairleri içinde hece veznini ilk kullanan şair hiç kuşkusuz Süleyman Çobanoğlu'dur. Fakat bu, Ayçil'in Çobanoğlu ile aynı kulvarda olduğunu düşündürmemeli. Form benzerliği olsa da iki şiirin ayrı dünyaları olduğu gerçeği inkâr edilemez. Çünkü bir şiirin karakterini 'görselliği' vermez; temsil ettiği dünyanın ayrıntıları ve elbette söyleyiş biçimi (üslup) belirler. Bütün bunlar da şairin kişisel macerasıyla doğru orantılıdır.
Ali Ayçil şiirinin biçimi heceyle şekillenirken biçemi modern hayatın getirdikleri (imkân) ve götürdükleri (güzellik) ile oluşmuştur. Ayçil şiirinin biçem özellikleri; şairin aydın sorumluluğu taşıdığı gerçeğini verir bize. Şair bu anlamda çağının tanığı yükümlülüğünü hakkıyla yerine getirmiş bulunmaktadır.
Şair yaşadığı çağı kendi ölçü aletiyle (gelenek) ölçerken; sahip olduğu zeminin sağlam koordinatlarını elde etmiş olduğundan dolayı yapaylığa kaçmıyor. Yani 'Beş Hececiler' gibi Anadolu'nun şiirini, Süleyman Çobanoğlu'nun deyimiyle, tren penceresinden seyrederek söylemiyor. Bizzat yaşayarak ve duyarak (duyuş) söylüyor şiirlerini. Kaldı ki öyle yapay 'hamasi' kurgusu yok şiirlerinin. Çünkü Ayçil şehirli bir şair. Hayatın kirli yüzünü, edinmiş olduğu temiz zeminden bakarak 'görmekte'. Bunun için "hayatı çalımlamak incelik ister biraz" dizesini örnek gösterebiliriz. Yine Ayçil şiirinde 'Beş Hececiler'de gördüğümüz resmiyet (soğukluk) olmadığı gibi aksine hayatın bütün cümbüşü; acısı, sevinci, sevdası, aşkı, tarihi ve güncel olanıyla bir sıcaklık bir canlılık barındırmakta. Ayçil hayatını şiire dahil etmiş; hatta mesleğinden (tarih öğretmeni) bile izler görürüz dizelerinde; "düşman ki kırdan gelir bir ikon kadar yalnız"
Ali Ayçil şiirinde ironi, eleştirel unsurun temel dayanağı olarak yer almakta. Fakat Ayçil, şiirinde ironiyi fazla kullanmıyor. İroni, şiirinde çok az ve çok açık; "devlet devlet olalı böyle barış görmedi" dizesinde olduğu gibi. Şiirindeki birey, düzene karşı 'diklenir' sırası geldiğinde. Her ne kadar yukarıda şehirli desem de, Ayçil, köye karşı şehri, şehre karşı da köyü savunma sığlığına düşmez. Şair edinmiş olduğu 'iyilik' dinamizminden hayatta ve coğrafyada gördüğü 'kötülükleri' eleştirmekte. Çünkü şair de biliyordur ki artık köyün şehirden pek de bir farkı kalmadı. Aynı şekilde şehirlerin albenisi, estetik dokusu yerine; beton yığınları 'dikilip' kültürel erozyona uğratılarak 'büyük köylere' dönüştürüldü. Yani bu, sosyal yaşam anlamında da böyle oldu. Ayçil şiirinde dikkatimizi çeken bir diğer özellik; klasik Türk müziğine olan göndermeler. Mesela ud, keman, acemkürdi, şarkı, nağme gibi kelimeler şiirinin müziğini kurarken çıkış yaptığı nokta bakımından hayatiyet taşımakta. Ayçil bu anlamda da kadim gelenekten kopmuyor. Bu durum şiirinin müziğine diri bir hava bahşetmektedir.
Ali Ayçil iki şiir kitabıyla Türk şiirinde kendine has bir yer edindi. Hece veznini birçok bakımdan ihya etmiş olması; Türk şiirine olduğu kadar Türk kültürüne de önemli katkı sağladı. Ayçil bir bakıma medeniyetimizin şairi.
Kaybettiğimiz ve hep özlediğimiz bir medeniyetin.
05.11.2008
Yeni Şafak Kitap