Menu
CAZİBE
Öykü • CAZİBE

CAZİBE


“Bir de bunu okuyun!” demişti Bülent Bey. İyi niyetli, babacan, İngilizce öğretmeni yönetici. Popüler bir romandı, tavsiye ettiği.

Önce okuma serüveni rayında gidiyordu. Fakat sonra ani gözüken bir soğuklukla daralıyor; kitabı eline alır almaz kalbi cenderede gibi sıkışıyordu. Bırakıyor, az zaman sonra tekrar okumaya yeltendiğinde, bir müddet polisiye tadındaki olayları takip etmeye heveslense de az sonra edebî etki yine azalıyor, kitap yavanlaşıyordu.

Seneler önce, yarım bıraktığı, bir eserin özlemi, çekiciliği içini kaplıyordu. Dayanamayıp, kaldığı yerden okumaya başlamıştı. Antika eserin sayfalarını çevirirken, pek de anlayamadığı cümlelerin garip füsunuyla doluyor; yüreğinde bir büyüme hissediyordu.

Lâkin “Sahibinden sözlerle”, modern romanın günlük kurgusu, hakikatle yapaylık çelişiyordu. Uyuşmazlığın bilincinde, ikisini de özel kategorilerde değerlendirme gereğinin farkındaydı. Her kitabın yeri ayrıydı; pek tutulan revaçta olan benzerlerinden zevk aldığı günler de vardı. Doğrusu, kimseye haksızlık yapmak niyetinde değildi. Fakat “hem o, hem o;  “çifti bir arada”  gitmiyordu.

Her iki kitabı da okurken, hususî bir dünyanın içine giriyordu. Ama biri, diğerini nakzediyor, havasını kesiyordu sanki. Asırlar öncesinden gelen Sözün sahibi, çağdaş romandaki kurgulu, sanal ismine kimliğine itiraz ediyordu. Yahut “O” konuştuğunda, öbürü susmalıydı.

Düşünüyordu; ilham kaynakları başkaydı. Biri maneviyatıyla dikkati çekiyordu, öteki dünyevîliğiyle… Asırlar, insanlar, bakış açıları, mahiyet gibi belki kelimelerin çıktığı kalpler çelişiyordu.

Elbette başka kitaplardan da yararlanacaktı fakat.. birbirini tekzip eden, zıt görünen edebî bir atmosfere geçiş kaygısı, iticilik duygusu Cemal’i rahatsız ediyordu. Kendi elleriyle, ulaştığı sükûneti, dinginliği tahrip etmekse azap vericiydi. Paralel okuma yapılacak gibi değildi.

Hâlbuki şimdiye dek çok değişik, türlü fikirlerin, görüşlerin çarpıştığı bir kitap dünyasının içindeydi. Soğukkanlılıkla okur, değerlendirir, bazen kendince notlar tutardı. Her yazarın en azından emeğini, beyin terini inkâr etmezdi.

Akşam eve geldiğinde, 13. Yüzyıl yadigârına, yeniden göz atma isteğiyle doldu taştı. Belgin yemeğe çağırdığında, kafası gene zaman dışında dolanıyordu. Nasıl böylesine kıymetli bir eseri görmezden gelmişti anlayamıyordu. Senelerce garip garip, bir köşede tozlanmıştı.

Hâlbuki kitabı ilk eline aldığında, üzerindeki nereden geldiğini tam idrak edemediği  kırgınlık, usanç, panik benzeri bir duygunun yatıştığını, durulduğunu hissetmişti. Bir sezgiyle “zindan gibi bir dünyadan” seçkin bir âleme geçtiğini bilmişti.

Kitap; geçmişte üstünde durmadığı bir cazibeyle ve tabii bir güzellik sevkiyle, üzerinde acayip bir hâkimiyet sağlıyordu. Ve bu güç gösterisi Cemal’in hoşuna gidiyordu. Eserdeki sözlerin sahibi, yüzyıllar sonrasında bu kadar etkiliyse, kim bilir çağındaki bazı istidatlı talebeleri, seviyesine ve yoldaşlığına uygun parlak müderrisleri nasıl perişan etmişti.

Yemekten sonra,  tutkuyla okumaya devam etti. Belgin takıldı:

“Bakıyorum kitabı pek sevdin. Babanız bizi hatırlayacak mı, ne dersiniz Another area to research is whether the truck driving driving school atlanta offers job placement after you've completed your required coursework, drive time, etc. çocuklar?”

Anlaşılan, uzun müddettir onu süzüyordu. Cemal toparlandı; tuhaf, dağınık bir görüntü verdiğini zannetti. Hoşgörülü karısını, gönül okşayıcı bir kaç sözle avuttu. Oğlanların küçüğünü kucağına aldı, hoplattı; gülümsemesini, ilgisini görünce yumurcak hemen koşmuştu.

Büyüğü Eren’in derslerini, her zaman başarılı olduğu okulunu sordu. Çocuk ciddî bir yüzle, uzak bakışlarla, ders çalışması gerektiğini söyledi. Aklı bir yerlerde, herhalde “burada” değildi. Eren, odasına çekilirken; baba öğrencilere çok yüklenildiğini düşünerek üzüldü. Fakat velilerin yapacakları sınırlıydı.



İçinden çıkmak istemediği tatlı bir manevî havaya, bin türlü hadise çekiştirdiği için geri dönmekte güçlük çekiyor; iç ve dış şartları çarpışıyordu. Muvaffak olduğunda ise, bazen kitapta okuduğu sözler, beyninde çınlıyordu:

“O, birdir diyorsun. Sen kimsin? Sen altı binden daha fazlasın! Sen bir ol! Yoksa onun birliğinden sana ne? Sen yüz bin zerresin ki, her zerrende bir heves, her zerrende bir hayâl taşıyorsun.”

Ruhunda bir fevkalâdelik vardı. Coşkuyla doluyordu. Kendini ortalara atıverme duygusu; bağrından çıkan, doğaya, toprağa, suya karışan bir akış. Tarife gelmez, karşı konmaz bir dalga. Neredeyse çılgına yaraşır bir hâl.

İş yorgunluğu taşıdığı için biraz uzanmak, dinlenmek istedi. Ancak uyku tutmuyordu. Benliğinde değişik bir heyecan, kalp çarpıntısı, muhabbet kuşu demi, Anka içlenişi...

Kalktı. “Eski Söz’ü” tekrar aldı. Eserin nüfuzundan çıkmak istemiyordu. Yaşayan bir şeylerin içine aktığını; bir inşirah, birlik hissi zerk edilmiş gibi geliyordu.

Azaların inkâr edilmez tanıklıkları, gözün gördüğü, kulakların işittiği, gönle dokunan bir hayat, kalbî bir ihtiyaca cevaplar vardı eski zaman yapraklarında.

Âdeta bir sürüklenişe, boşluğa “Dur!” deniliyor; zamansız ve mekânsız ölümsüz hikâyeler, sırrî kelimelerle sadra işliyordu.

Sorun, yazarlık kalitesi meselesi değildi. Hatta belki yazı da değildi. Sözün yüceliği, ehemmiyeti, kelâmın itibarıydı. Sonsuzluk bilgisiyle yıkanış, arınış, tapınıştı.

Neticede bilemezdi.

Kitabın sonuna yaklaştığında, bazı sözler onu yerine mıhlattı. Muhteşem bir cevap, içini aydınlattı:

“Tanrı velilerinin sırlarını bilenler, onların kitaplarını okurlar. Herkes bir hayal karıştırarak o sözlerin sahibini suçlar. Ama hiç kimse kendini suçlamaz. Demezler ki, bu küfür söz ve yanlış anlayış, o sözde yoktur. O belki bizim bilgisizliğimizden ve hayal kurmamızdadır.”

Göğsü huzurla, şükranla doldu. Duygularının yükselişine artık şaşmıyordu Muhtemelen Cemal’e gösterilen, büyük bir hakikatin daha tali ve gölgede kalan kısmıydı. Arayışları, okumaları sürecekti.

Ancak bir fikir, aklına geldikçe rahatsız ediyordu. Aklı hâlâ okuduklarında, unuttuğu, gecikmiş aidat parasını aldı; bahanesi hazırdı, vakit henüz geç değildi.

Dördüncü kata çıktı. Yöneticiyle görüşürken, ayaküstü, birkaç apartman problemine de değinirlerdi herhalde.

“Çoksatar kitabı” biraz da aceleyle (-sanki evde durması sıkıntı verecekti-) Bülent Bey’e teslim ederken, adam merakla sordu:

“Nasıl buldunuz?”

Sonra zevkinden emin ekledi: “Güzel değil mi? Ben iki gecede bitirdim, bakıyorum siz de iyi kitap kurdusunuz. Çarçabuk okudunuz Cemal.”

Ne diyeceğini bilemedi, yutkundu, teşekkür etti. Bülent Bey’in kahve içme teklifini kibarca reddetti.

Evde, Şems-i Tebrizî’nin Makâlât’ı, kadifemsi bir heybete bürünmüş “onu” bekliyordu.

Diğer Yazıları