En güzel yıllarını onunla geçirdiğini, kâh kapılarına dayanan yoksulluğu, kâh ölümleri, kâh iflasları birlikte göğüslediklerini inkâr etmiyordu. Her üzüntüsünde yanı başında beliren oydu. Hem onun için hem çocukları için sığınılacak bir kaleydi o. Ondan daha iyi bir eş daha iyi bir anne bulamazdı. Gören herkesin imreneceği bir ahlâk ve terbiyeyle yetiştirmişti evlatlarını. Çocuklarının saygılı, çevresine faydalı bireyler olmaları için elinden geldiğince çaba sarf ediyordu. Her ne kadar kendisine dayatılan şartlarla, kendi zamanının kurallarıyla, yetiştirildiği sıkı disiplinle çocuklarını aşlasa da, en iyisinin bu olduğuna inanıyordu. Onu suçlayamazdı.
Okullarıyla, dersleriyle hep o ilgilenmişti. Bu da doğruydu. Bir kere bile veli toplantısına gittiğini hatırlayamadı. Bir kere bile çocukların okul ihtiyaçlarını karşılamak üzere çıktıkları alışverişte eşlik edemedi ona. Bir sürü engeli vardı. İşi vardı. Sorumlulukları vardı. Ailesini ikinci plana atmayı o da istemezdi, ama o, evini ancak akşamdan akşama gören bir babaydı. Para kazanmaktan başka şeyler de yapması gerektiğini inkâr etmiyordu. Kesinlikle. Ama karısı da bu konuda hiç şikâyet etmemişti ki! Onun beğenmediği huylarını iyi biliyordu. Birçok şeyi bağıra çağıra söylemesinden belliydi. Hatta bazen arkadaşlarının yanında bile hatalarını sanki orada değilmiş gibi ağzından kaçırıverirdi. O ağzından kaçırdığını sanabilir, belki de karısı kasıtlı yapıyordu bunu, bilemez. Eskiden annesi de misafirlerin yanında öyle yapardı. En kötü huyunu açıktan açığa söyler, oradakilerin de kızmasını beklerdi. Sonra herkes bir ağızdan yaptığının ne kadar ayıp olduğunu, cici çocukların böyle davranmaması gerektiğini, onun bunun uslu çocuğundan misaller vermeye başlayıp onun da örnek almasını isterlerdi. Demek karısı da cici kocaların kötü alışkanlıklarını bu şekilde bırakacağını düşünüyordu. Mümkündü.
Oysa o çoraplarını iç içe koyamazdı. Gömleğini düğmelerini çözmeden çıkaramaz, düzünü de çeviremezdi. Hiçbir zaman banyoda duran kutunun ne işe yaradığını öğrenemedi. Karısı o kutunun kirli çamaşır kutusu olduğunu, dolayısıyla çıkardığı kirlilerini onun içine atması gerektiğini, oraya buraya savurmamasını söyleyip dururdu. Havlusunu kapı arkalarında, çoraplarını çekyatın altında, kravatını kapı koluna asılı bulduğunu, ‘daha bilmem nelerini nerelerde bulacağım,’ diye şikâyet eder dururdu. Onu dinlemezdi ki. Annesi de savruk bir çocuk olduğunu söylediğine göre karısı haklı olmalıydı. Bu hatasını da kabul etmiyor değildi. Sonra yine akşam oraya buraya gitmek isteyen karısına gerçekten haksızlık ettiğini, onun da, her ne kadar kendisinin yorgun olacağını düşünemeyecek kadar bencil olsa da, gezmeye ihtiyacı olduğunu, çoluk çocuk gürültüsünün onu etkilemediği için bu tür konuklukları sevdiğini ve gidip kendi tabiriyle ‘biraz açılmak’ istemesinin hakkı olduğunu biliyordu. Kendisi akşamları bitkin düşüyordu, bir sürü gürültünün içinden çıkıp evine geldiğinde sessizlik istiyordu. Karısı bunu da çok görüyorsa ne yapacaktı, ‘kendin git’ demekten başka. Ona izin vermişti. İstediği yere istediği zaman gitmekte serbestti. O da yalnız gitmelere alıştı artık. Bayram ziyaretlerinden ayağını çektiği günlerde önce selamı sonra da ilgisizliği eşlik etti biricik karısına. Bu konu, çıkan kavgalarda garnitür muamelesine dahi tâbi tutulmadığına göre demek ki karısı memnundu bu yalnız gidip gelmelerden. Ya da hoşnut olmadığı o kadar çok şey vardı ki buna sıra gelmiyordu. Gerçi son yıllarda kavgalar tek taraflı oluyordu hep. Sadece karısı kendi kendine kavga ediyordu. Sürekli bir şeyler söylüyordu. Her zaman söyleyecek şeyleri vardı. Baktı ki karısı her durumda kavga çıkartabilecek yeteneğe sahip, o da susmayı, kendi halinde kalmayı tercih etti. Bu kez de suskunlukla suçlandı. Hep susuyordu, neden bir kelime bile söylemiyordu bu adam, vurdumduymazlık ediyordu, dünya yıkılsa umurunda mıydı, kendinden başkasını düşünmüyordu, yağmur olsa damlamazmış, kime faydası varmış ki zaten.
İşte bir sürü laf kumanyası. Yine de karısına hak veriyordu. O sıkılıyordu; ev işi, çocukların bakımı, alışveriş, misafirler, her şey onun omuzlarındaydı ve bu çelimsiz omuzlar bunca yükü nasıl taşıyabilsindi. Karısı haklıydı. Her şeyi o düşünüyordu; eksiği, gideri geliri, her şeyi. Çocuklar hasta olsa o koşuşturuyordu; sıraydı, tahlildi, kontroldü, sonra ilaçların kullanımı. Kolay mı? Koştur babam koştur. Ne kadar çok iş yapıyordu bu kadıncağız. Oysa kendi masa başında oturuyordu bütün gün. Telefonlara bakmakla, imza atmakla, konuşmakla yoruluyordu. Bir de direksiyon çevirmekle. Karısı oldubitti takmıştı bu direksiyona, neymiş efendim, onunla daha çok vakit geçiriyormuşum. Hiç katılmıyordu, ona göre bu kıskançlık buhranından başka bir şey değildi.
Velhasıl onun sürdürdüğü hayat çocuk oyuncağıydı. Ya karısınınki. Dağın kaldırabileceği yük değildi, anlıyordu.
Değiştirebilseydi keşke. Yeniden kurabilseydi düzenini ne olurdu. Denemedi değil. ‘Bu sabah diğer sabahlar gibi olmayacak’ diye başlıyordu her güne. Ama o zaman da karısı bu değişikliği hemen fark ediyor, ne oldu bu herife diye işkilleniyordu. Bir gün çoraplarını iç içe girdirip kirli çamaşır kutusuna atmayı akıl etti. Karısı: “Hayırdır, sen bunları da bilir miydin?” dedi. Başka bir gün işten erken çıkıp çocukları okuldan almış, akşam çayının yanında iyi gider diye kuruyemişçiye uğramışlar, ellerinde poşetlerle eve geldiklerinde karısı bir sürü tantana etmişti. Meraktan ölmüşmüş. Önce çocuklara bağırıp çağırdı. Çocuklar babalarına bakıp durunca asıl suçluyu fark edip bir güzel de ona çıkıştı. Haber vermeli değil miydi? Nerdeyse kalkıp okula gelecekmiş. Yarım saattir ne yapıyormuşuz. Zaten yaptığım hayırları bile yüzüme bulaştırmakta üstüme yokmuş. Bir daha da sakın böyle habersiz işler yapmamalıymışım. Hem ne gerek varmış çereze, sırası mı, etrafı pisleteceksiniz. Peşinizden toplamakla ömrüm tükendi.
Ve böylece bu azar, hepimiz için farklı olan bir günü sonsuza kadar öksüz bıraktı.
Değişecekti belki ama karısı değişmesine izin vermiyordu. Yoksa hayal kırıklığından hastalanabilirdi. Yıllardır onu böyle tanımıştı. Böyle de kalmasını istiyordu. Alışmıştı bir kere. Bunca yıldan sonra başka bir karakteri nasıl idare edebilirdi. Bir gün öyle bir gün böyle olursa. Gel de çık işin içinden. İyisi mi aynı kalsın.
Sonunda iş çığırından çıktı tabii. Kocası o gün işyerinde bir arkadaşının söylemesi üzerine evlilik yıldönümlerini hatırladı. İkisi de aynı gün evlenmişlerdi, sen ne alacaksın, diye sordu. Kendisi çiçek yaptıracakmış. O ne alacağını bilmiyordu. Bu zamana kadar ne almıştı ki? İlkinde bir yüzük, sonra bir kıyafet: abiye, galiba siyahtı. Sonrasını hatırlamadı. Ha bir de sarı güller almıştı. Karısı sarı gülü çok severdi. Sonrası yok. Arkadaşı kolundan tutup gittiği çiçekçiye onu da götürmeseydi, sonrası yine olmayacaktı ama eve elinde bir demet sarı gülle döndü. Zile basacaktı, son anda hatırladı ki yıllarca zile basmamış. Karısı, “onca işin içinde bir de kapı mı açacağım sana, anahtarın var, aç gir” derdi hep. “Yemek telaşının arasında bir de telefondu, kapıydı uğraş.” Yine de bu durumda çalması gerekiyordu. Zili çaldı. Uzun uzun çaldı. Bir daha çaldı. “Geliyorum.” Karısının sesiydi bu, derinlerden geliyordu. Ah, ne kadar kızacak şimdi. Biliyordu, karısı haklıydı. Böyle yapmamalıydı. Ama oldu bir kere. Gülümsemeye çalıştı. Ah, işte açıldı. İşte karısı: Kaşlar çatık, saçlar elektriklenmiş, blûzunun yakası bir yana kaymış, eller hamur bulaşığı içinde, kapıyı dirseğiyle aralamaya, dışarıdakinin kim olduğunu fark etmeye çalışıyor. Kocasını karşısında, hem de elinde gül demetiyle görünce, görüntüye bir de firari gözler ve yarım karış açıkağız eklendi.
“Çocuklar evde değilmiş, tutturmuşlar kurabiye diye. Onlara kurabiye yapıyormuş, bir de sen zile basıp duruyorsun, hiç demiyorsun ki belki bu kadının işi vardır, zahmet edip anahtarımı çıkarayım, bir de tutmuş gül almış beyefendi. Nerden aklına esmiş acaba. Yoksa. Yoksa. Ah, olamaz. Demek sonunda bu da olacaktı. Zaten şüphelenmişmiş. Son zamanlarda bende bir tuhaflık varmış, gözünden kaçmamışmış. O burada, evinde, didinip dururken, iki ayağına bir pabuç düşerken, çocuklarına bakarken, daha sabahki yataklar toplanmamışken, yemekle, alışverişle uğraşırken, ben, ben kalkıp neler yapıyormuşum. Hiç utanmıyormuşum dimi. Zaten rahatlık batıyormuş bizim millete. Bize acıdıklarından başlarına bütün bunlar geliyormuş ya. Ah ne kadar aptalmışlar ne kadar körmüşler. Onun çiçeklerini istemiyormuş. Gidip ona götürmeliymişim, beni kovmuş mu yoksa. Kovmuşsa pek akıllı bir kadınmış, ellerinden öpermiş.”
Karım haklıydı. Hamurlu ellerini yüzüne kapatıp hüngür hüngür ağlasa da, sesinin üzerine iki kapı kapatmak zorunda kalsam da, olmadık ithamlarda bulunsa da, karım haklıydı. Değişmemeliydim. Onu korkutmuştum. Beni ondan başka üzmeye, ondan başka sevindirmeye, ondan başka yanlış anlamaya kimsenin hakkı yoktu. O benim karımdı. Çoraplarımı iç içe o koymalıydı, ters çıkardığım çamaşırlarımı, gömleklerimi söylene söylene düzüne çevirmeli, öteberimi olmadık yerlerden bulup toplamalı, hatalarımı yüzüme yalnız o vurmalıydı. O benim karımdı. Ne yapacaktı gülü çiçeği.