Öyle umarsız apartman boşluğuna baktı Handan. Merdivende ağırdan aldı.
Havalandırmaların aralıklarından toz giriyor içeri. Görünen yemyeşil otlar, sarı papatyalar… Bir de içeri girmeyi başaran -her şeye rağmen- uğur böcekleri, kanatları incinmiş, beyaz üstüne kahve benekleri olan kelebekler, envai çeşit böcek, sivrisinek. Hepsi yerlerde. Işığa aldanıyorlar. Vuruluyor, ölüyorlar. Kararı bu defa kesin: Ölü böcek koleksiyoncularından komisyon alacak. İlk o keşfetmişti çünkü buradaki ölü böcek bolluğunu.
Önündeki tabağın kenarındaki desene baktı. Beğenmedi. Tabaktaki zeytinleri koşturdu durdu çatalıyla. Zeytine yeminle başlayan ayetler geldi aklına. Böyle düşünerek günleri geçiyordu Handan’ın.
Belleğinden akıyordu ne var ne yoksa. Geriye bir tutam kaygı kalıyordu, yarınlara dair. Başından savmaya, kovmaya çalışıyordu, durmadan yılışan bu arsız, bu serseri düşünceyi. Olmuyordu.
"Canın istemiyorsa, kalk sofradan, oyalanma" Annesinin sesiyle irkiliyor. Çatalı bırakıyor elinden. Aheste aheste kalkıyor yerinden. Bir şey söylemeden çıkıp gidiyor odadan.
"Gidiyor musun?" cevap yerine, başını çeviriyor. Tanrım!... Off artık göremeyeceğim onu. Valizine bakıyor, gözlerini kaçırıyor hızla benden. "Yazarım" diyor, kaçar gibi otobüse yöneliyor. (Ağlamaklı oluyor. Bana sezdirmemek için böyle yapıyor.) Sesindeki pürüzü gidermek için boğazını temizliyor, (orada takılı bir şey varmış gibi.) Anlamadım sanıyor : "Yalancı, bunu yapmayacaktın bana!" fısıldıyor kulağına: "Neyi?"Üstelemiyor.
Çıtır çıtır eziliyor, bastıkça ayakkabılarımın altında çınar yaprakları, çamurla karışık. “Burada çınar ağacıda mı varmış?” Sesini yükselterek soruyor bu talihsiz soruyu. Bilmiyor musun sanki? Kimse içimden bunu sorguladığımı bilmiyor. Önemli de değil zaten. Umursamaz görünüyorsun dışarıdan bakınca. (Ne de güzel taşıyorsun maskeni )
Tabii, bir sürü açıklama yapmak zorunda kalmak, sabahın köründe, aç karnına hiç çekilmiyordu. "Azat et beni " diye yalvarıyordu rüyasında, koşturuyordu onu. Kan ter içinde merdivenleri çıkıyor, koridora atıyor kendini. Arkasından ne amansız bir takip, aman Allah’ım! Yutkunacak hali bile yok, yutkunamıyor. Büyükçe bir alana doğru seğirtiyor, güverte gibi bir yer. Tekrar merdivenler. Aşağıya iniyor. İz sürüyor, dur durak bilmeden. Kapılardan geçiyor. Büyükçe ceviz kapaklı bir dolap… İçine girmekten başka çare yok, giriyor. İlerde tünelden ışık sızıyor. Bir dolap yola çıkıyor, yani gizli bir geçit. Dar merdivenler, tırmanıyor âdeta. Beriki hâlâ bağırıyor, uzaktan geliyor ses: "Azat et beniii…" Daha beter koşuyor, örümcek ağları başına değiyor. Elleriyle aça aça ilerliyor ağları. Tekrar ışık. "Allah’ım, yolumu aç!" diye diye dili damağına yapışıyor. Art arda dualar okuyor. O da ne? Son basamaktan sonra minarenin şerefesine çıkıyor. Ne yapacağına karar vermemişken, aynı ses? "Azat et beniiiiiiii!.." yankılanıyor.Yetişiyor ona. Başını kaldırıyor, masmavi gökyüzü, bulut namına bir şey yok. Panikliyor. Atlasa, gözlerini yumsa. Atla..."Att…
“Atillaaaaaaaaaaa…”
Annesinin sesi bu: "Kaç kez söyleyeceğim sana, yatmadan önce pencereyi kapat, diye hı?" Gözlerini kırpıştırıyor, yatağın içinde doğrulmuş ne cevap vereceğini şaşırıyor: "Saat kaç?" İyi, konuşabiliyor, dili tutulmamış. Annesi ona bakıp gülümseyerek: “Betin benzin atmış” diyor.
Bir gün daha başlıyordu, bitkindi. Esnedi, durdu. Rahatladı. Yerdeki yorganına takılıp, son anda düşmekten kurtuluyor. Yastığı terden sırılsıklam. Gözlerini ovuşturuyor.