Oysa ne güzeldi her şey.
Onunla, turizm okumak için aynı üniversiteye, aynı gün, kayıt yaptırdıklarında tanışmıştı. O gün birden, büyülü bir atmosfere girdiklerini hatırlıyordu.
Nasıl unutabilirdi o anı? Ne yer, ne gök, ne kampüs binası, ne…
Bir anda dünyanın rengi, kokusu değişmişti.
Güllük gülistanlıktı her yer.
Mesela kapının kulbu aynı kulp değildi. Okulun civarındaki asırlık çınar bir şeyler fısıldıyordu kulağına. Orada bankta oturmuş, başını yavaşça geriye doğru atmış, gözlerini yummuştu. Yüzünü, saçlarını okşayan hafif rüzgârın etkisiyle, yüreğindeki mutluluğun tadına varmıştı. Yakındaki çinileri yer yer dökük tarihi çeşmenin bozuk kurnasından akan suyun sesi ninni gibi geliyordu. Yerlerde sürüklenen yaprakların sesleri “Emin ol, aşk var!” diyordu ona sanki. Mevsim sanki sonbahar değil, “Sombahar” dı.
“Bahar budur işte.” dedi.
Film izliyordu Esin. Bir yandan meyve tabağından aldığı şeftaliyi soyuyordu. Bıçak biraz körelmiş miydi ne? Meyveyi güçlükle dilimledi.
“ İntihar edeceğim.” dedi filmdeki kız.
“Madem yaşamasını bilmiyorsun. Öyle yap bari.” dedi güldü Esin. Bir filmdi sonuçta.
Ertesi gün, filmin gerçekliğine denk düşen bir şeyle yüzleşti.
Nişanlısı, onu görmeye, öğle paydosunda çalıştığı turizm şirketindeki büroya gelmişti:
“Yarın ilk trenle dönüyorum.” dedi. Esin bilinçsizce baktı etrafına.
Aniden gökyüzü kararmış, sanki güneşsiz kalmıştı. Çok sonra toparlandı ve sorabildi:
“Neden bu dönüş?”
“Yapamayacağım. Sana layık olduğun hayatı yaşatamayacağıma olan inancım arttı. Bak Esin, ben sana kendimden çok güvenirim. İş kendime gelince öyle değil. Şimdi beni anlamayacaksın biliyorum. Zamanla…”
“Ne zamanı? Delirdin mi sen?”
“Hem topalım hem de sağır. Bana gitmek yakışır. Senin hayatını mahvedemem. Artık bir işim yok. Tazminatımı alamadan kovuldum şirketten. Hepsi o, adi bölüm şefi yüzünden oldu. Kavga ettik. Adamı yumrukladım. Haketmişti. Müdür bir aylık hesabımı kesti. İşime son verdi bu sabah.”
Esin:
“Bekliyordum böyle bir hareketi senden…” dedi.
“Sürpriz olmadı öyleyse. İyi.”
“Sana inandım. Bütün güzel sözlerine, samimiyetine…”
“Boşver bunları. Yalan söyledim sana. Ben kimseyi sevemem. İçe kapanık bir dünyam var. Yalnız kalmak istiyorum. Beni affedebilecek misin?…”
Bir filmin gerçek hayattaki karşılığını aramak gibi bir saflıktır bu: İnanıvermek.
Yüzüne gülüp, arkasından fırıldak çeviren ikiyüzlü tanışlarının rahatlığı şaşırtıyordu onu. Hatta ürkütücüydü bu durum. “Hasbünallah.” dedi.
Bu kaçıncıydı?
Ya şimdi bu yaptığı kitaba sığar mıydı?
“Bunları içtenlikle söylendiğine inanmıyorum. Söylediklerinin hiçbiri doğru değil. Sen kendini benden saklıyorsun. Marifet sayıyorsun bunu. Hıh, içe kapanıkmış. Külahıma anlat sen bunları. Off ya…”
Makinalı tüfek gibi ardı arkası kesilmeyen hücum cümlelerini dinlerken, delikanlının kulağında çın çın mehter marşı çalınıyordu. Tam karşısında mehter takımı; iki ileri bir geri gidiyordu sanki. Allah, Allah…
Sahici miydi olanlar, yoksa rüya mı? Gözünü yumdu. Tekrar açtığında, trende olsaydı keşke… Ama nerede?
“ Sana çiçek bile almıştım, biliyor musun?”
“…………….”
“Ama sonra, “Galiba biraz abarttım.” diye düşündüm kendi kendime. O dakika çöpe attım.”
“İyi yapmışsın, salak... Nasılsa değerim yok. Çiçekler layık olduğu yere gitmiş.”
“Evet, ‘salak’ de, ‘şaşkın herif!’ de, hepsini hakediyorum. Seninle tartışmayacağım.” dedi delikanlı. Bunları söylerken, bakışları üzgündü.
Esin öfkeden deliye dönmüş, köpürüyordu. Delikanlı ona nispeten daha soğukkanlıydı. Olacakları düşünememişti. Montunun kopmak üzere olan, üstten ikinci düğmesiyle oynuyordu gayri ihtiyari bir eliyle.
Boncuk boncuk terlemişti.
“Çocukça hareketler bunlar, tam senden beklenen. Öff…”
Gevşek düğme, gerilimin verdiği baskıya dayanamayarak, delikanlının parmaklarının arasından yere aktı. “Şıkkk…” diye bir ses duyuldu. Kendi etrafında dönerek cisminden umulmayacak derecede büyük bir ses çıkararak, hemen yanıbaşındaki plastik taburenin altına doğru yuvarlandı.
Sonrasında büyük bir sessizlik oldu. Can sıkıntısına sebep olacak kadar uzun sürdü bu sessizlik hali.
“Allahım, sayıyla mı veriyorsun bunları? Bütün çocuk ruhlu insanlar benim çevremdeler. Ne zaman güvenebileceğim birini göndereceksin bana? ”
Yontulmuş bir taş kadar kıpırtısızdı. Heykel gibi durdu; bozmadı duruşunu. Gözlerini devirse, Esin, kıyameti koparacaktı. Ödü kopuyordu ondan. Aklından şu cümleler geçiyordu: “Hayatımda bu kadar zor bir an daha olmuş mudur? Öyle donuk bir zaman dilimi işte. Bu dakikalar bitmez. Ben burada sonsuza kadar, bu kızın heyheylerinin geçmesini mi bekleyeceğim.”
Çürük şeftalileri, siyah, orta boy çöp torbasına doldurdu Esin. Evdeki bütün kör bıçakları, çekmecelerden bir bir topladı. “Gözüm görmesin.” dedi. Hışımla ve söylenerek kendi kendine sokağın üst köşesindeki kapağı açık çöp konteynırına attı. Kaçışan kedilerin çöpten uzaklaşmalarını izledi.
Niye böyle yaptı; bilebilse. Oysa onun topal ya da sağır oluşunu dert etmemişti. “Nazarımda bunların ehemmiyeti zerrece yok.” dedikçe içine kapanmıştı delikanlı. Kompleksleriyle, kendi kendine iç çatışmalarıyla meşguldü. Gözünü bir açsa, ona olan katıksız sevgisini, ona olan düşkünlüğünü bir anlasa…
Şimdi bu ayrılık nereden çıkmıştı?
Ondan kopan, ona döner miydi bir gün?
Üff… Bilmiyordu.
Tamam, babasıyla olan tatsız karşılaşmaları ve delikanlının o anda dilinin tutulması yüzünden, hal hatır sormayışının payı büyüktü bu gerginlikte. Yeterince görünürde neden vardı. Babası bu hareketi saygısızlık olarak nitelendirmişti. Yine de nişanlanmalarına engel olmadı. Yüzükler küçük bir törenle takıldı. Düğün tarihi birkaç yıl sonraya atılmıştı. İşler rayına girene kadar, eksikler tamamlanana dek beklenebilirdi.
“Kızım sevmiş, beğenmiş, bir ömür boyu geçinecek olan o.” deyip olanları unutmuş gibi yapmıştı babası. Büyüklük etmişti. Annesi ölmüş kızına, babasını hiç tanımamış, baba görmemiş damadına. İki yarım yamalak dünyayı, iki acılı yüreciği ayırmamıştı. Yine de “tutukluk anı” ndaki o olaya dair bir ünlem işareti vardı belleğinde.
Esin böyle hissediyordu. Öngörüsü ters giden bir şeye işaret ediyordu.
Delikanlı kederliydi. Eğer çiçeği zamanında Esin’e verebilseydi, bu kadar tatsız olayı üst üste yaşarlar mıydı? Kesinlikle hata etmişti. Üstelik telefonu meşgule almıştı. Aramalarını görmezden gelmişti. Sonra telefonu tamamen kapatmıştı. Günlerce susmuştu. İletişim kurulmaz, geçimsiz bir adama dönmüştü. Sakalları uzamış, yüzü asıktı. Özür dilese, öfkeyle parmağından çıkarıp, yüzüne fırlattığı yüzüğü tekrar parmağına takardı belki Esin. Neden olmasındı? Daha önce defalarca affetmişti onu.
“Eşeklik ettim, ne olur bir şans daha. Bu kadar yılın hatırı var. Affetsen…” dese, affederdi kimbilir. Esin yufka yürekliydi. Onu seviyordu. Sadık bir âşıktı hep.
Ya kendisi? İşte bu tartışılırdı.
Esin…
Düşünüyordu Esin…
Dünya bir yana, o bir yana.
Azıcık sağırmış. Bir iş kazası sonucu olmuş bu. Olabilir.
Bir ayağı aksıyormuş. Olsun.
Yüreği var ya!
Onu seviyor ya…
Heyecanlanınca dili tutuluyormuş. Konuşamıyormuş. Yüzü kızarıyormuş. Abartacak bir şey mi? Olabilir. Bütün bunlara rağmen seviyordu onu. Tek gerçeklik buydu.
Ah ne olur gurur yapmasaydı. İşten çıkarılması normaldi. Kriz vardı. “Yumruklaşma” bahanesiydi patronun. Ayrıca başka bir iş bulunabilirdi pekâlâ. Hatta babasının marketinde çalışabilirdi. Zaten güvenilir eleman bulmakta zorlanıyorlardı. Böylece kasanın eksik çıkması gibi, türlü sevimsiz vaziyetlere de son verilmiş olabilirdi. Ama onun buna yanaşmayacağı kesindi.
“İç güveysi dedirtmem ben kendime.” deyip çıkmıştı işin içinden. Sonrasında bir güzel tartışmışlardı.
“Gelme üstüme Esin. Rahat bırak beni, telefonla da asla arama. Bitti.” demişti. Çekip gitmişti şehirden.
Şaka yapıyor sandı Esin. O kahrolasıca telefonunu da kapatmıştı. Günlerce ulaşamadı ona. Belki de numarasını değiştirmişti. Kalkıp yaşadığı şehre gitse, adresi vardı. Vazgeçti. Belki de taşınmıştır. Bulamasın diye her şeyi yapar mı yapardı.
Ne olurdu gururun duvarını yıkıverseydi. Bu devirde bu kadar çok seven, -sevilebilecek- bir kız daha bulabilecek miydi?
Bir dahaki güze evleneceklerdi. Özenle hazırladığı çeyizi, tuttukları ev, çok önceden kiralanan düğün salonu, beraber tasarladıkları davetiyeleri, en önemlisi yıllardır rüyalarını süsleyen özel tasarım gelinliği…
Boğazı düğümlendi. Hıçkırıklara boğuldu.
Onsuz yaşamak düşüncesiyle hayata nasıl bağlanacaktı?
Ona bakarken, gözlerindeki -sadece onun gördüğünü sandığı- parıltılardan mahrumiyet hissi iliklerini dondurdu.
Bu hayatta sevgisizlik kadar büyük bir ceza olamazdı.
Zaten annesini kapının önünde yere yığılmış halde, ölü bulduğu günden beri “sevdiğini kaybetme” korkusuyla yaşıyordu. Taa ki nişanlısıyla tanıştıkları güne kadar bu böyle sürmüştü. Tam güvenip dayanacağı birini bulmanın verdiği inançla kendini toparlamıştı ki, sevgi ile güvenin aynı anda olamayacağını görmüştü. Ne olacaktı şimdi?
Güvercinler… Onlar nereye bakıyorlar?
Biz kuşlara ne kadar yakınız?
Allah bizi bağışlar mı bunca isyanımıza rağmen? Hepsini şikâyet değil de derdimizi dökmek olarak sayar mı?
Bağışlar mı bizi Esin?
Rüzgâr… Savurup durduğu yapraklara beni de katar mı? Kollar mı beni de Allah?
İnsanlardan usandım ben.
Git/gel/gel/git… Hıh… Devlet dairesi gibi oldu, aldığım bütün kararlarım hayatıma dair.
Gidin lütfen.
Git Esin…
Sen bari yapma bunu.
Sen beni bilirsin. Lütfen anlamaya çalış…
Sürekli bir şeyler istiyorlar. Ekmek, sevgi, merhamet, ilgi… Ben bir şey istemiyorum ki sizden.
Beni rahat bırakın. Beni bana bırakın diyorum. Sen dahil, baban dahil, herkes bir şeyler umuyor.
Yok…
Yok ki… Size verebileceğim bir şeyim yok Esin.
Delikanlının söyleyemedikleri söylediklerinden çokken...
“Bitti mi yani sombahar? ” diye sormadan edemedi Esin.
“İnsan insanı çabucak harcıyor bazen.”
Böyle şeyler saçmalamıştı delikanlı. Duyduklarına inanamıyordu.
Olan olmuştu aslında.
“Ben tanımsız bir tutkuyla bürülüyüm. Sanıldığı kadar duygusuz değilim. Ancak bu kadarını derim. Dilim lal olur. Konuşamam.” dedi Esin.
“Sükûnet uyandırılmayı bekler. Gürültünün içinde bir yerde saklıdır. Sabırla… Gidip uyandırmaya ne dersin Esin?”
“Ben mi?”
“Evet, sen...”
Serin geçen yaz ayı gibiydin. Sana bakınca “Her şey yolunda.” diyordum. Dünya ekseninde dönüyor. Sanki kuraklık olmayacak. İnsanlar ölmeyecek açlıktan. Sırf sen seviyorsun diye oluyordu bunlar. Sen, orada balkonunda herhangi bir sandalyeyi çekip, oturacaksın. Çayını yudumlayacaksın keyifle. Saatler duracak. Yaprak kımıldamayacak.
Öyle sanıyordum.
Uyumlu görünmek için markalı elbiseler satın alacaksın. İtinalı, ütülü kıyafetler giyeceksin. Traşlı yüzünde sabit bir gülümseme olacak. Kibarca selamlayacaksın herkesi. Kalabalık yerlerde psikopat ruhunu kimse görmeyecek. Kimse seni uyumsuz ve iletişimsiz biri olduğun için suçlamayacak. Oh, ne güzel.
Sen öyle zannet.
İşte dünya dönüyor. Sen beni sevmekten vazgeçtin diye, duracak değil ya? İşimde gücümdeyim. Sen yoksun ama saçımı başımı yolmuş değilim. Yollara falan da vurmadım kendimi.
Ne oldu biliyor musun?
Sadece kederime keder ekledin, gözbebeklerimdeki gölgeler çoğaldı.
“Bazı ölülerin mezarları yoktur, Esin…” derdi babam. Anlamazdım.
Bir daha arama beni. Öldün sen de…
O gün trene binip, beni terk ettiğin, hayallerimi yıktığın gün öldün…
(Birnokta Dergisi Kasım 2011’de yayımlanmıştır.)