Menu
YAĞMUR YAĞARKEN
Öykü • YAĞMUR YAĞARKEN

YAĞMUR YAĞARKEN

Yağmur tıpır tıpır yağıyordu. Gök gürlüyordu. Alt yapısı yetersiz bu koca şehrin sokaklarında su birikintileri sel görüntüsündeydi. Kerem’in yüreği kavruluyordu. Neredeyse bu yangın, kora dönmüştü. Aradan saatler geçmişti. Umursamaz bir tavırla göğe bakışlarını dikmişti. Çaresizdi. Bunu biliyordu. Susmaktan, öfkesinin geçmesini beklemekten başka yapılacak bir şey var mıydı? Yoktu. Olan olmuştu.

Onun hayali, gecelerine sıçrayan bir kıvılcım gibiydi. Benliğinde yanan bir alan, gitgide büyüyordu. Yönelttiği ithamlar, asılsız suçlamalar, çok ağırdı. O kim miydi? Hayatının anlamı, yegâne sevdiği kız, nişanlısı: Gonca. Yirmisinde, çıtı pıtı, kısa boylu, uzun siyah saçlı, zeytin gözlü, narin, naif varlık… Bakmaya doyamıyordu. Bir içim suydu. Onun güzelliğinin yanında, her şey sönük kalıyordu. Yirmi beş yaşına yeni girmişti. Onunla konuşacağı zaman dili dolaşıyor, nutku tutuluyordu. Ama o bunları bilmiyordu. Bilse şımarırdı kesin. En iyisi varsın, bilmesindi. Her görüştüklerinde kavga ediyor, durmadan birbirlerini incitiyorlardı. İncir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük mevzulardı bunlar. Gonca bitmeyen kaprisleriyle kalbini kırıyordu. İstemeden oluyordu bu. Yoksa bile bile yapar mıydı bu zalimlikleri hiç? Gonca, sevdiği kız, onu kırmak ister miydi? İçinde yanan, kavrulan alan gittikçe genişliyordu. Acıdan sarhoş gibiydi. Onu görmeye cesaret edecek kadar ayık mıydı? Ona doğru bir hamle yapsa, mesela bir telefon açsa…

Gitse… Gidebilse…

İşyeri ise, ayrı bir âlemdi. Sigorta şirketinde primle çalışan bir elemandı. Kıyasıya bir rekabet vardı. Birbirinin kuyusunu kazan erkekler, kadınlar... Çeşitli taktiklerle çelme takıp, öne geçme yarışıydı bu. Kimseyle savaşacak gücü yoktu. Kimin ne yaptığı umurunda değildi. Bu ay performansı düşse, kıyamet kopmazdı. Varsın kazancı azalsındı. O nişanlısına odaklanmıştı bir kere.

Saate bakıyor. Gecenin ikisi olmuş. “En iyisi yatıp uyumaktır.” diyor. Duvarlar üzerine üzerine geliyor: “Oda değil mübarek, hapishane hücresi.” Söylenip duruyor.

Sıkıntısı artıyor. Midesine bir ağrı saplanıyor. “Tam da sırasıydı.”diyor. Mutfağa gidiyor. Lambayı yakıyor. Buzdolabının kapağını açıp, ne var ne yok karıştırıyor. Mide ilacı aranıyor. Dolabın üst rafındaki ilaç şişelerinin arasından asit giderici bir şurup buluyor. Tezgâhın üzerindeki sürahiden, hemen yanındaki bardağa yarıya kadar su dolduruyor. Elindeki bardağı ışığa doğru tuttuğunda, parmak izleri dikkatini çekiyor. Kirli oluşu canını sıkıyor. Masanın üzerine bırakıveriyor. Raftan yenisini alıyor. Sürahiye yönelip, suyunu dolduruyor. İlacını içiyor. Gözü mutfak tezgâhına takılıyor: Tertemiz. Her şey düzenli. Annesi titiz kadındır vesselam. Allah onu başından eksik etmesin. Yatmadan önce dağınıklığı toparlamış. Ellerine sağlık.

Aklına nişanlısı geliyor. Gülümsüyor. “Gonca’da öyle miydi acaba? Temiz, tertipli. Belki…”

Işığı söndürmeyi unutmuyor. Koridora yöneliyor. Kimse uyanmasın diye karanlıkta duvarları yoklayarak, parmak uçlarına basa basa ilerliyor. Terliklerini nereye çıkardı acaba? İyi ki giymemiş. Sessizce odasına geçiyor.

Uykuya ihtiyacı varken, aklındaki onlarca soruyla nasıl uyuyacak? Karmaşık düşünceleri bir görünmez cendere gibi yüreğini sıkıştırıyor sanki. Benliğini bir sarmaşık gibi saran sorular, muhtemel cevaplar. Günlerdir uykusuzluktan, kan çanağına dönmüş gözleri durumunu ele veriyor. Avare dolaşıyor Kerem. Kendi âleminde bir bilinmezi yaşıyor.

Yorganını üzerine çekiyor. Yatağında sağından soluna dönüyor. Olmuyor. Yorganı üzerinden atıyor. Yastığını biraz çekiyor. Gözünü rahatsız eden, gece lambasını söndürüyor. Yeniden yatağına dönüyor. Upuzun uzanıyor. Oysa zayıf gövdesi yorgunluktan ölüyor. Tavana gözlerini dikiyor. Kalın kadife perdenin kenarından içeriye bir parça ışık sızıyor. Sokak lambasının sarı, solgun ışığı tam baktığı noktaya düşüyor.

“Aklıma getirmemeliyim bunları. Ayrılmayacağız. Olmayacak böyle bir şey.”

Yavaşça sağ kolu yana düşüyor.

Gözkapakları gitgide ağırlaşıyor. Sonunda uykunun kollarına bırakıyor kendini.

Rüyaya dalıyor. Oyuk oyuk kayaların içine yapılmış evler. Sisler içinde her yer. Balkonlar oldukça yüksek. Nasıl oymuşlar bu balkonları? Evler soğuk bir his yayıyor bedenine. Yürüyor. Yağmur, iri iri damlalar halinde toprağa düşüyor. Duraklasa, bir ağacın altına saklansa ne iyi olur. Üzerinde incecik yazlık bir montla yağmura direnemiyor. Deniyor. Olmuyor. Çam ağaçları, iğne yapraklı, onu korumuyor. Meydanda kimseler yok. Rüyadan uyanıveriyor. Hala sabah olmamış. Dinlenmesi lazım. Uyur uyanık sabaha kadar yatağında dönüyor. Zihni meşgul.

Bir keresinde:

“Yağmur yağıyor ahir zamanda.” Necdet abisi böyle söyleyivermişti. O zaman konuştukları konu neydi hatırlamıyor. Ama bu cümleden sonra konuştukları konunun seyri değişivermişti. Abisi nasıl yapıyordu bunu, bilmiyordu. Her görüştüklerinde bir biçimde ikna ediyordu onu. Bunları düşünürken Kerem tekrar uykuya dalıyor:

Islanıyor. Damlalar donuyor havada sanki. Ya da ona öyle geliyor. Üşüyor. Bir lodos çatıları uçuruyor. Bir yaprak kavrukluğuyla, elemini uçuruyor sanki.

“Hem korkacak ne var bunda? Bildiğin lodos işte.”

Abisi böyle söylüyorsa, doğrudur.

Yani öyle…

Hayatta bildiği tek doğru insan: Necdet abi.

Lodos…

Kerem ve Gonca…

Yeşil çimenlere uzanıyor. Toprağa ellerini sürüyor. Avuçluyor. Bakıyor. Kahve-siyah. Rengi hoşuna gidiyor. Avuçlarından dökülüşünü izliyor. Dökülürken bir serinlik bırakıyor yüreğine…

Bir keresinde de rüyasında eski çağlardan kalma, yontulmuş bir taş görmüştü. Bu rüyanın etkisinden nicedir kurtulamıyordu. İyi bir rüya tabircisi bulsa, danışacaktı.

Askerliğini yapalı birkaç yıl olmuştu. Atik, çevik biri değildi. Fakat azimliydi. Titrek adımlarla, cılız umutlanmalarla, yaşamaya yeminli biriydi. Yılmayacaktı. Doğru bildiklerini anlatacaktı. Şimdi burada kargısını bırakmıştı. Sebebi: Savaşmamak için. Umursamaz bir tavırla göğe bakışlarını dikmişti. Yağmur yüzündeki keder yüklü çizgileri, seyrek kumral sakallarını, siyah kıvırcık saçlarını yıkıyordu. Kaç gündür traş olmuyordu?

Şaşırmayacaktı. Taş çatlasa, dile gelse, yılan konuşsa…

Yılan konuşur mu? Evet, bir keresinde askerdeyken böyle bir şey yaşamıştı. Dağ yolunda devriyeye çıkmışlardı. Yürürken, aniden önüne çıkan bir yılanla göz göze gelmişti. Yılan bir an durmuştu. Sanki gözleriyle bir şeyler anlatmıştı ona. Sonra başını çevirip yoluna devam etmişti. İstese onu vurabilirdi. Nedense eli silahına gitmemişti.

Şaşırmıştı. Ardından bakakaldığını hatırlıyordu.

Peki, neye şaşırmazdı bu hayatta?

Mesela yolunu kaybetmiş biri adres sorsa, gelip onu bulsa bela, olağan karşılayacaktı. Ya da hiç olmadık bir anda; hayırlı, sağlam duruşuyla, bir genç gelse:

“Ne haber göklerden? Yağmur konuşur mu abi?”diye tuhaf bir soru sorsa, yadırgamayacaktı. Ona söz vermişti. Peki neredeydi?

“Birinin ismini çalmak gibi bir şeydi bu.”

Ertesi gün, o, bunları geçiriyordu zihninden. Kendini kaptırmış, durmadan anlatıyordu Kerem:

“Başkasının cesedine girmeye çalışan firari bir ruh gibi… Hani şu alacakaranlık kuşaklarından sızmış, hiç gereği yokken, onun yoluna çıkmış, önünü kesmiş sanki…”

“Ne diyorsun sen ya?”

“Bir Cinayetin Psikanalizi”adlı romanı okumuş muydun Necdet abi?”

“Hayır. Okumadım. Nereden buluyorsun böyle kitapları?”

“Ucuzdu.”

“Eee?”

“Sahilde, bir stanttan almıştım.”

Abisi yılgın bir halde ona doğru baktı. Yavaş, yumuşak bir ses tonuyla payladı onu:

“Adam gibi bir şeyler oku dedim sana, kaç kere.”

“Okuyoruz ya abi…”

Onun sesi daha da kısık çıkmıştı abisinden. Bu kez suçunu biliyordu.

Hâkimin masasındaki eski bir dava gibiydi. Bakılmak istenmediği için beklemedeydi. Tozlu bir klasördeki eprik dilekçe gibi.

“Biliyor musun Gonca? İçim acıyor. Aynı frekansı tutturamadığımız için durmadan kavga ediyoruz. Anlaşılamıyorum. En iyisi uzaklaşmak. Yani gidiyorum bu şehirden. Ufak bir kasabaya  taşınacağım. Belki böyle olması ikimiz için de en hayırlısı.

Ağzımda acı bir tad. Özenle saklıyorum. Eksik ve derince bir kırgınlıktır hatıralardan geriye kalan.

Hâlbuki…

Bıraksan ellerimi, karışırım kalabalığa; içimde kaynayan öfkeyi dindirir diye. Gider bir serinlik bulurum kendime. Bu kızılca kıyamet, yangın yerinden kurtulurum belki.

Bir zeytin ağacının bana ettiği…

Ah bilsen…

Bir su kuyusu, bir kuyuya dair güzelleme.

Bugüne sığmayan / sığdıramadığımız nedir?

Hep düşünüyorum Gonca. Ama meselenin içinden çıkamıyorum.

İşte bak, gece siyah bir inci gibi karşımda duruyor. Biteviye, kendini tüketircesine yazmak nasıl bir şey biliyor musun?

Satırlara düşürdüğüm izler, kendini koyvermiş insan tipleri değildir. Bütün bunlar birer serzenişten ibaret. Seni yapıp ettiklerine dair düşünmeye zorluyorum. Bunun için mi kızıyorsun bana?

Verilmiş bir emek olmasa; ruhundaki inatçılık, belki basit olurdu her şey. Seni sevmek yorucu olmazdı o zaman. Gonca, şu dakika bütün çektiğim çileyi unutuyorum. Bir kâğıdı buruşturup, çöpe atar gibi yapıyorum bu gözden çıkarmayı. Böylece daha kolay oluyor yaşamak.

Yüzümü yarınlara çevirdim. Gelecek güzel günlere bakıyorum. Sonra sadece bir an, başımı çeviriyorum düne; evet, hiç eskimemiş. Güzel günlerimiz yanımıza kar kalmış. Bu ara neyi düşünsem, seni hatırlıyorum. Gidiyor olmama aldanmayasın. Bendeki varlığınla hep yanımdasın.

“Sen bunu bilmesen ne çıkar?” Bu sabah şunu fark ettim: Biz hiç ayrılmayacağız.”

Dalgınlığından sıyrıldı. Hemen konuya dönmeliydi.

“Seninle mis gibi, dumanı üzerinde bir ekmek yemişliğimiz vardı ki…” dedi abisi. Birlikte bir geziye katılmışlardı. Yaz başıydı.

“Evet, hatırladım. Sahiden çok tazeydi. Yanında katık bile yoktu.”

Ne iştahtı o, kaç ekmek yemişlerdi öyle o gün? Sanırım yol üzerinde bir konaklama yeriydi.

“Nasıl unuturum.”

“Hatırladıkça, sanki tadın güzelliği artıyor. Azalmıyor. Ne acayip.”

Laf lafı açıyor. Gün ikindiyi geçiyor.

Hoş bir seda yayılıyor yeryüzüne. Akşam ezanı okunuyor. Müezzin okuyuşunun hakkını veriyor. Aralarında bir sessizlik oluyor. Bir lodos esiyor.

“Gök kubbem ey… Göğüs kafesim sıkışıyor. Sana bakıyorum. Başımı çevirince onu görüyorum. Acımı ayrımsıyorum.

Ey beni kollayan bulutlar. Dile gelip konuşsanız bana anlatacaklarınız vardır belki. Ne olur, cevap verin bana:

Nereye koşayım ben?

Çok çaresiz görünüyor olabilirim. Böyle söylüyorsanız haksızlık ediyor olabilirsiniz. Peki, söyler misiniz?

İçimdeki bu yangın yerini ne yapayım?

Kuşlar niye böyle kanatlanıyorlar? Neden bu devinim?

Siz nereye gittiğinizi sanıyorsunuz?

Böyle gürültüler çıkararak, arkanıza bile bakmadan?”

Aklından bunlar geçiyordu. Unutmadan yazsa, bir kâğıt kalem… Vazgeçti.

“Yazar olacağım sonunda abi, hep bu kız yüzünden.”

“Her şey olacağına varır.” demişti abisi kıs kıs gülerek.

Her zamanki yerlerine gittiler. Parkta oturuyorlardı. O konuşuyor, abisi dinliyordu:

“Falan kişi bana haksızlık etti. Filan kişi beni yok saydı. Geldi bir acı buldu beni. Hiç ummadığım bir zamanda. Ben bu hallere düşecek adam mıydım abi? Mahkemeye vereceğim. Manevi tazminat davası açacağım.”

Onlarca şikâyet cümlesi kurdu. Necdet dinledi dinledi. Önündeki çayından bir yudum aldı. Dakikalarca sustu. Sonra şöyle dedi uzaklara bakarak:

“Kerem evladım, geçecek bunlar.”

Sonra cebindeki paketten bir tane sigara aldı. Çakmağıyla yaktı.

“Evet, anlıyorum abi…” dedi, Kerem onu göz ucuyla izleyerek. Abisi konuşmaya devam etti:

“Sonra bakıyorsun sokağa, bir öğrenci sınavına geç kalıyor. Taksi tutuyor. Allah’tan parası var. Okula ucu ucuna varıyor. Sınav başlamak üzeredir. Başörtülü kızlar peruklarını takmışlardır. Son dakika yetişiyor. Öğretmen gözleriyle “geç yerine” diyor. İvedi adımlarla yerine oturuyor. Kâğıtlar dağıtılıyor. Adını yazıyor. Sınav başlıyor. Kötü giderse telafisi var sınavın.”

“Bana bunları niye anlatıyorsun ki abi?”

“Bilmem.”

Gülümsedi Kerem:

“Haklısın abi, sende haklısın. Boş ver, bana iyi geliyorsun.”

Necdet, çayından son bir yudum daha içti:

“Konuşmam bir işe yarıyorsa ne ala…”

“Sağ ol. İyi ki varsın abi.”

“Abartma. Bir şey değil.”

“Haydi, hayırla kal. Allah’a emanet ol.” dedi ona.

Abisiyle vedalaşıp, köşede ayrıldılar. Sonra, abisi durağa yanaşan belediye otobüsüne bindi. Kerem otobüs gözden yitene dek ardından baktı.

“Bir an önce işine yetişmeliyim.” dedi kendi kendine. Yeterince tembellik etmişti. İş âlemi onu bekliyordu. Büyük bir şevkle yola koyuldu.

(Bir nokta Dergisi Nisan 2011)

Diğer Yazıları