Hem yersiz, hem zamansızdı. O da beğenmiyordu kaderini. Bir tek yanı hariç; kederli oluşu dışında. Içtenlikle. Kendi kendine nasıl kurdelalar bağlıyordu ömrüne. Bir yalanı süsler gibi. En çok ta kurbanlık bir koyunun çaresiz itaatindeki başkaldırıyla, hiçlikle süslüyor soluklarını. Ağır bir disiplin altında ezdiği kişiliğinin özgür zamanlardaki serseriliklerinde sarhoşça basıyordu, olmayan hayatına.
Hemen herkesin birbirleriyle kavga edecek, hatta nerdeyse öldürecek kadar sevdiği oyuncaklara karşı öyle görülmemiş bir kibri var ki…Kullanmak istemediği oyuncakları oyuncak delisi çocuklara fırlatıyor. Bazen kırıyor, sever gibi yaparak. Okşar gibi kırıyor oyuncaklarını.
Sepeti başkalarınınkine benzemiyor. Oldukça boş. Yanında kitapları, kalemleri, kelimeleri, heceleri, harfleri, çok gereksinim duyduğu zaman kullanma ihtimali olan bir kaç dil bilgisi kuralı, kaderini silebileceği bir silgisi var.
Ne zaman herkesi/kalabalığı yatırsa kalkıyor ayağa. Doğrusu o da biliyor diğer “oyun çocuklarının” ondan daha uslu olduğunu. Avunmalarının kolay, emziklerinin bulunur türden olduğunu. Onlarla uğraşmak, kendisiyle uğraşmaktan daha kolay. Artık bunun iyiden iyiye farkında. Hep bir şikayet halinde, onların kendisini yalnız bırakacaklari zamanı gözetler dururken, bu defa yalnız bırakmamaları için kalabalığa yalvaracak duruma düşüyor nerdeyse.
Durup düşünüyor. Onların sorunlarına karşı duyarlı olmanın artık kendi sorunlarını ertelemek olmadığına karar verdiği zamanları yaşıyor. Aralarında o da var. Hem o ertelenmeye daha uygun. Çözümsüz çünkü. Her şeyin gerçekten çözüleceği bir Bağlılık Günü’ne ertelenmeli belki de. Işte o kadar!
Bütün gece bir çok farklı pozla onlardan olduğuna kendini ikna adına fotoğraflar çekiyor. Sanki yüzlerce yıl onlardan soyutlanmayı erdem bilen o, şimdi tutmuş yüzsüz bir ilticaya kalkışıyor. Kınadığı kalabalığa…Küçümsediği izdihama…
Kaçaklığının duyarlılık adında kuvvetli bir mazereti vardı. Onlara bilmediklerini getirirdi mesela. Halbuki bilebilirlerdi. Tıpkı onun gibi. Ya da aynı yere baktıkları halde göremediklerini gösterirdi. Halbuki görebilirlerdi. Çıkarına ters düşse de, gizli anahtarları paylaşır gibi bilmenin ve görmenin yöntemlerini bile verirdi çoğu zaman. Kürsüsünü bile bile sallardı. Yine de bilmeye ve görmeye üşeneceklerini de bilmiyor değildi. Aralarında garip bir anlaşma vardı. Onların tembelliği sevdikleri konularda o geberinceye kadar çalışmaya bayılıyordu. Tıpkı onun değil çalışmayı, olmayı hiç istemediği konularda onların “dişlerini tırnaklarına taktıkları”, “saçlarını süpürge ettikleri” ve “ağarttıkları”, “ömürlerini heba ettikleri”, “gün yüzü görmedikleri”…. gibi…
Böylece onların hoşlanmadığı okumak, öğrenmek, bilmek, bir keşif tecessüsü ile yaşamak, somut olana surat asıp, soyuta gülümsemek, her şeyden bir anlam çıkarmak ve istisnasız her şeye bir anlam yüklemek vs. gibi bir takım angarya işleri onlar adına yaparak bağımsız kalıyordu “hayattan.”
Gelişigüzel ama bi dolu akan hayat ırmağında, insanlarla olan birlikteliği muhteşem uyumlu bir zıtlaşmaydı. Hepsi akarken soluksuz durmayı severdi. İnat etmek için inat değildi bu. Yaptıkları çoğu şey ona hiç te yapılması gereken gibi gelmiyordu doğrusu. Arzu duydukları, önemsedikleri, neşelendikleri, hüzünlendikleri konuların hiç birinde uyuşmuyorlardı. O yüzden çoğu zaman onlarla ilişkisini, bütün bir aile düğün davetine katılmış ta eğlenceden katılıp kalmışken, kapı arkasında kendine ait yıldızları olan bir geceyi kurmuş, düğüne, derneğe küsmekte kendince haklı nedenleri olan bir nevi düşsel yetimlik çekmeye oturmuş çocuğun ilişkisine benzetirdi.
Ara sıra “oyuna” kaldırmak istemeyecekleri kadar suratsızdı. O en çok kelimelerle oynamayı sevdi hayatta. Anlam ne yapacağını bilemezdi. Bu onun düğünü olurdu. Heceleri geç vakte kadar uyumazdı sevinçten. Kalabalıkla küslüğü unutulur giderdi. Onlar zaten onu ancak hatırlamak istemediklerini hatırlamak istediklerinde, nadiren görmek isterlerdi. Bu da onun işine gelirdi. Kelimeler de onunla oynarlardı. O vakit hayat ırmağının sesini kısar, kulaklarını başka duyarlılığa açardı.