Menu
UMUT KUTUSU
Öykü • UMUT KUTUSU

UMUT KUTUSU

Ahşap lambrili tavanda bir ip kablonun ucunda sallanan ampul sonunda bu sallantıdan yorularak battaniyeye sarılmış üşüyen bedene ait bir çift korkulu gözlerin de beklediği gibi taş döşemenin üzerine yığılıverdi. İnce kilim kırılmanın çıkardığı sesi hafifletmeye yeterli değildi. Bu yüzden battaniyenin altında titreyen bedenin hassas kalbi ne kadar beklenilen bir patırtıyı işitmiş de olsa pır etti.
Hışımla muşamba kaplı pencerelerden, kapı altlarından içeriye süzülen rüzgârın hedefinde sarı derili cılız parmakların kapamaya çalıştığı bir çift talihsiz kulak ta vardı. Bu davetsiz misafir kulakların sahibini altüst etti; ömürleri çürümekte olan tahtaların aralıklarından yüz bulup bu arsıza eşlik eden yağmur damlaları da bir başka altüst ediciydi. Endişeler hazinesi yüreği o an iflas etmeyi becerebilseydi keşke. Bunu öyle yürekten diliyordu ki.
Bayan M. şimdi kendinin de bilmediği yerlerden bu semte göçtüğünden beri bu evde ilk kez bir kış geçirecekti. Zaten telle tutuyor, dediği bu evin, dışarıdan yükselen sayhanın etkisiyle yerle bir olacağı öylesine aşikârdı ki, iki de bir saklandığı battaniyenin altından başını çıkarıp duvarı, tavanı kolaçan etmeden duramıyor, baktıklarının yerli yerinde olduğunu görünce de çocuklar gibi seviniyordu. Onu sokaktan kurtaran bu sühunetin ömrüne kendi ömründen birkaç yıl vermeye bile hevesliyken, sakın ola bu yapı onu ortalarda, gökle baş başa bırakmasındı. Ne olur. Bu soğuk kıyamet nereye, kime sığınırdı. Buraların yabancısıydı, üstelik korkuyordu da. “İti var kopuğu var. Nasıl derim kayboldum. Hem sonra buralarda kimsecikler işaret dilinden anlamıyor ki halimi anlatsam.” Rüzgârın aç kurtlar gibi uğuldamasıyla irkildi, sahip olduğu şeyin elinden alınacağı kaygısının ve iflasların radarıyla şuna inandı: “Kesin evimi yiyecek bu. Hem de göz göre göre. Baksana nasıl da sarsıyor kapıyı, bacayı.”
Bayan M. bir türlü sese dökemediği yabancılığının gereği olarak sürdürdüğü hayatına çeki düzen vermeye, köşeleri belirlemeye, eksilerden artılara yol bulmaya uğraşırken, birden bire, ansızın gelip dayanan bu haşin kış, ona da şükür dedirten, iliklerine kadar girip vahşeti dolduran şu ses, bütün tasarılarına ket vurmaya yetti. Aniden yaşaması için gerekli sebepleri, kendini bulabilmesi için başvurması gereken yerleri, çocuklarına ve yurduna ulaşabilmesi için yapması gereken müracaatları unutuverdi. Bu yıl iki olacaktı kayıplığının süresi, bu yıl geçen kışa rağmen bir sığınağı, bir battaniyesi, şimdi üzeri cam parçalarıyla dolu bir kilimi, bir elektrikli ocağı, bir de işe gittiğinde sırtına geçirdiği kabanı vardı.

Bayan M. geçen yıla göre varlıklı bulduğu yaşamının her günü, adres yanlışlığına kurban giderek kaybettiği geçmişine bir nefes daha yaklaşmak uğruna, odanın bir köşesine sakladığı kutunun yeter miktarda dolması için nasıl olacak pek bilmese de, geldiği yeri birilerin bildiği inancıyla dil istemeyen, ses istemeyen bu işi yapmaya, ar gelse de yapmaya devam edecekti. Hele şu rüzgâr bir dinsindi. Elini eteğini bir çeksindi evciğinden. O zaman daha çok çalışacaktı. Daha uzun duracaktı o kaldırımda. Hem yüzünü bile gizlemezdi, yeter ki sesini kessindi şu rüzgâr. Hiç dert edip ağlamayacaktı kayıplığına. Çalışacaktı. Soğuk demeyecek, kar demeyecek, yağmur altında yaralı bir serçe gibi titrese de yok demeyecek, çalışacaktı. İn cin geçmez oluncaya kadar o yerden kalkmayacak, orada, bazen ne kadar görmek istemese de, ne kadar kızıp ayağıyla bir köşeye fırlatsa da umut kutucuğunun dolmasını bekleyecekti. Şu geceyi bir atlatsındı yeter ki.
Durmasını istedikçe şiddetini daha da artıran sesle baş başa kalmamak için umut kutusu dolduğu takdirde ilk yapacağı şeyleri hatırlamaya verdi kendini.
Bir merci vardı muhakkak ama adının ne olduğunu şimdilik bilmiyordu, oraya gidecekti, onlara, gerekirse senelerini alsın, derdini anlatmaya çalışacaktı. Diyecekti ki:
“Ben kayboldum. Bir sabah, Haziranın on dördü olduğuna emin olduğum bir sabah, gitmek istediğim yere ait olmayan bir arabaya binmem dolayısıyla geleceğim yer burası oldu. Oysa buranın ne adını bilirim ne de buralarda kimim kimsem vardır. Şimdi geldiğim yerin neresi olduğunu soracaksınız, haklısınız, ama ben orasını da bilmiyorum. Dışı beyaz ve mavi renklerle boyanmış bir binanın ikinci katında otururduk. Pencerelerimiz arka cepheye bakardı. Üç oğlum vardı. Kocam da tabi. Sonra ben bir sabah, Haziranın on dördü olarak net hatırladığım bir sabah, bir akrabama gitmek için yola çıktım. İşte o gün bu gün yoldayım. Kayıbım. Evime dönemiyorum. Bana yardım edin. İşte, ne kadar gerekir bilmiyorum ama ancak bu kadar biriktirebildim. Alın. Bunlar sizin. Ne olur beni evime götürün.”
Rüzgâr bir kere daha muşamba kaplı pencereleri yalayıp geçti. Bayan M., hayalinin burasında birden ürperdi. İyice sokuldu battaniyesine. Dışarıdan devrilen tenekelerin, çöp kutuların, düşen antenlerin, kiremit parçalarının sesleri geliyordu. Kendini yeniden hayal kurmaya zorladı.
“Elbette beni anlayan birileri vardır bu yerde. Çıkacaktır. İşaretle de olsa anlaşılacağımd....a.....n. İşte, kasetti diyorum, bu uğultu bu gece bu evi yıkmaya kasetti.”
Raptiyeleri söküp muşambayı savuran rüzgârın cesareti karşısında ağzından dökülen bu cümlelerin biraz sonra gerçek olacağını bilemezdi yani rüzgârın onun gibi zavallı bir kadına bunu yapacağını, bu kış ortasında aç çıplak kalmasına sebep olacak kadar savurgan olacağını bilemezdi, ama oldu. Sarıldığı battaniyenin altında bir tek gözlerinin şahit olduğu gibi evinin, biricik sığınağının nasıl parçalara ayrıldığını, nasıl da telden tuttuğunu hissetmekten öte bir de yaşaması mukadderdi. Rüzgâr, ahşap yapıyı bir kartonu nasıl ayırırsa bir el öyle ayırdı tutturulduğu yerlerden. Bir yapboz oyununa tanık olmuştu dehşetle irkilen gözler. Bayan M. şimdi neye yansındı. Gözleri önünde dağılıp giden koca yapıya mı, buz gibi kızıl bir gökyüzüyle baş başa kalışına mı, kendi kayıplığı yetmiyormuş gibi bir de mülkünü kaybettiğine mi, yoksa gidenlerinin ardından bir hayıflanma, bir veda sözcüğü bile haykıramayışına mı, neye yansındı.
Yaşların kaşındırdığı yanağını cılız parmaklarıyla ovdu. Başını battaniyesinin altına almadan son bir kez dökülüp giden sığınağına, ezilmiş olduğu varsayımına kapıldığı umut kutucuğunu fırlattığı son yere, kızıl bir soğuğa bürünmüş gökyüzüne ve ardından belirsizliklere gebe yarınına baktı. Şimdi kimlere gitmeli, kimlere dert anlatmalıydı. Umut kutucuğu bu tahta ve toz yığının altında ezilip gitmiştir. Birkaç günün ekmek parası vardı içinde oysa. Ondan umudu kesmeli artık. Zaten geldiği yeri bilmeyen nereye gidebilirdi ki. Buralarda kimsecikler işaret dilinden anlamıyor. Parası olmayanı kim dikkate alır, kim dinler. Peki, başı darda olanlar hangi kuruma başvurmalı. Hangi ele sığınmalı.
Önündekilerin koca bir karanlıktan başka bir şeyi ona renk olarak katmayacağı barizdi. Şimdi boynuna asılı kolyesini yokluyor müflis parmakçıkları. Adının bu baş harfini avucuna alıyor, sıkıyor, sımsıkı bastırıyor göğsüne. Ve o sırada, bildiği bu tek şeye dair derin bir sahip olma duygusuyla içinden, her şeyini kaybetse de onu vermeyeceğine dair ant içmek geçiyor. İçiyor da.

Diğer Yazıları