Menu
ÜMMÜ’NÜN ÇEŞMESİ
Öykü • ÜMMÜ’NÜN ÇEŞMESİ

ÜMMÜ’NÜN ÇEŞMESİ

Berrak bir ağustos gecesiydi. Gökyüzündeki yıldızlar, lacivert bir kumaşın üzerine saçılmış gümüş parçaları gibi parlıyorlardı. Gecenin sessizliğini, çan sesleri, uzaklardan uluyan köpek havlamaları ve bozkırda yayılan koyunlardan arada bir gelen tıksırıklar bozuyordu. Ara sıra esen hafif rüzgar, hem gecenin sıkıntısını alıyor, hem de yüzümüze tatlı bir serinlik veriyordu.
Ağustos ayının bu berrak gecesinde, köy mezarlığının yamacında, amcamla yere oturmuş, altımızda otlayan koyunları güdüyorduk.
Amcam:
-Ben biraz kestireyim. Korktuğunda, yahut yabancı ses duyduğunda kaldır beni, dedi.
Yan tarafındaki kepeneğin üzerine sessizce uzandı. Yukarıda, dolunayın ve yıldızların aydınlattığı bu serin gecede, amcam ne de güzel uyuyordu. Oysa, yaşadığımız kentte sıcaktan rahat uyuyamıyorduk. Burası İç Ege’de olduğu için kara ikliminin özellikleri hüküm sürüyordu. Gündüzleri sıcak ve kurak, geceleri serin. Bu yüzden, yazın, geceleri dam üstlerinde yatılırken yorgan örtünülüyordu.
Amcam uyurken, ben de yanı başında, sol kolumun üstüne yan gelip uzandım. Önüme de meşe ağacından yapılmış çoban değneğini çektim, silah olarak. Boşta kalan sağ elimle de çevremdeki kurumuş otlardan koparıyor, bazen yere atıyor, bazen de dişlerimin arasında eziyordum.

Bir süre sonra, koyunlar bulunduğumuz yerden bir hayli uzaklaştılar. Gözümün önünden kayboldular. Gecenin sessizliğinde, uzaklardan çanlarının seslerini işitiyordum artık. Amcamın tembihine uyup, kendisini uyandırdım. Sürüyü bulmak için çan seslerini takip ettik. Nadasa bırakılmış tarlalardan birinde yayılırlarken bulduk onları. Koyun çobanlığında çan sesinin çok önemli olduğunu o anda öğrendim. Her çobanın, kendi sürüsünün çan seslerini nasıl tanıdığını merak ettiğim için sordum amcama. O da:
-Bak yeğenim! Çobanın, sürüsünün çan sesini tanıması lâzım. Tamam mı? Tanımazsa sürüsüne zor sahip olur. Bunun için, her sürüdeki çanların boyları, şekilleri, içinde sallanan dilleri farklı farklıdır. Çan alırken veya yaptırırken bunlara dikkat edilir. Sürüdeki çanların hepsinin aynı tınıyı vermesi gerekir ki, geceleyin uyuyup kaldığında, kaybettiği sürüsünü çanının sesinden tanısın. Şehirli kısmı belki çobanlığı küçümser ama onun da kendine has bazı incelikleri vardır. Çobanlık da bir nevi yöneticiliktir. Onu beceremeyen adam, yöneticiliği hiç beceremez. Yönetici nasıl ki emrindeki adamlardan sorumluysa, çoban da güttüğü hayvanlardan sorumludur. Zamanında bir çok peygamber çobanlık yapmıştır. Buna peygamber efendimiz de dahil. Anladın mı şimdi?
-Evet. Çok iyi anladım.
Bu arada, amcam sürüyü köyün kuzeyindeki dağa doğru sürünce, buna bir anlam veremedim:
-Koyunları niye dağa doğru sürüyoruz?
-Oraları daha otluk, hem orada, sabaha karşı hayvanları sulamamız lâzım.
-Dağın neresinde sulayacağız?
-Tam tepesinde.
Şaşkınlığım daha bir artmıştı. İçimden “Amcam acaba benimle dalga mı geçiyor.” dedim.
-Tam tepesinde mi?
-Evet.
-Neden orada?...
-Buralarda başka çeşme yok da ondan.
-Allah Allah! Çeşmeyi neden dağın tam tepesine yapmışlar? Hayret bir şey!
-Madem merak ettin, anlatayım. Önce sürüyü kazasız belasız şu dereden geçirelim.

Koyunlar dereden geçerken sağa sola dağıldılar. Düzene sokmak için bir süre uğraştık. Güç bela yönünü dağın eteğine çevirdik. Bir müddet yürüdük. Sabırsızlandım. Hemen anlatmasını istiyordum. İçimden “Galiba unuttu. Hatırlatayım mı?” diye geçirdiğim anda, amcam anlatmaya başladı:
-Evvel zamanın birinde, çok zengin bir ailenin güzel mi güzel bir kızı varmış. Adı da Ümmü’ymüş. Evin tek çocuğuymuş. Ailesinin başka çocukları olmamış. Bunu el bebek gül bebek büyütmüşler. Evlenme çağına geldiğinde kızın bir çok taliplileri olmuş. Hiç birini istememiş. Meğer kız Murat adında bir yiğidi seviyormuş. Sevdiği erkek, anasıyla birlikte aynı köyde yaşıyorlarmış. Bunun da başka kardeşleri yokmuş. Anası, biricik oğluna yüklüyken kocasını kaybetmiş. Ana-oğul baş başa kalmışlar. Oğlan da büyümüş, yıllar sonra Ümmü’ye aşık olmuş. Anasına, istetmesini söylemiş.
Sözünün tam burasında sürünün köpeği havlamaya başladı. Amcam hemen kulak kesildi. Uzaklardan köpek havlamalarıyla çan sesleri duyuluyordu. Gürültüler önemsiz olmalı ki sözünü kaldığı yerden devam etti:
-Anası da “Aman oğul, demiş. “O kızı bize hiç verirler mi? Biz kim, onlar kim? Vazgeç bu sevdadan.” Ancak oğlan abayı fena yakmış. Bu kez, oğlanın ısrarı üzerine Ümmü’ye dünürcü gitmişler. Babası gelenlere öfkeyle gürlemiş: “Bre zındıklar, bre haddini bilmezler, bu ne cüret ki benim gibi bir adamın kızına talip olursunuz? Delirdiniz mi siz? Yıkılın karşımdan!” deyip, dünürcüleri kovmuş. Ümmü bu olaya çok içerlemiş. Yemeden içmeden kesilmiş. Çünkü o da Murat’ı çok mu çok seviyormuş Anası, kocasının korkusundan babasına bir şey diyememiş. Acısını içine gömmüş. Bu olaydan sonra, Ümmü evden kaçıp gitmiş. Babası biricik kızının kaçtığını duyunca çılgına dönmüş. “Eyvah! Ben ne yaptım?” demiş. Kızının yanında görücülere hakaret edip, kovaladığına pişman olmuş. Günlerce dere tepe, dağ bayır kızını aramış, bir türlü bulamamış. Üzüntüsünden yataklara düşmüş. Kız ile oğlan buluşup, gitmekte olduğumuz dağa sığınmışlar. Günlerce aç susuz saklanmışlar. Koca dağda bir yudum su bulamamışlar. Yaz günü kaçtıkları için açlıktan çok susuzluğa dayanamamış Ümmü. Dili damağı kurumuş, dudakları çatlamış. Oğlan da aynı duruma düşünce, bu kez Ümmü yalvarmış: “Yiğidim, aslanım!” demiş. “Çek git bu diyardan. Ben zaten iflâh olmam artık. Susuzluk öldürecek beni. Bari sen kurtul! Bu dünyada muradımıza eremedik, inşallah ahrette ereriz.”
Bu arada, önümden kedi gibi bir şey hızla sıyrılıp geçti. Korkuyla “Amca!” diye bağırdım. Elim ayağım kesildi. Tüylerim diken diken oldu. Yüzümün derisi gerildi. Amcam şaşkınlık içinde:
-N’oldu yeğenim? dedi.
-Önümden kedi gibi bir şey geçti.
- Yaban tavşanıdır. Buralarda bulunur.
Sonra bana dönüp:
-Anlatayım mı, kalsın mı?
-Anlat anlat!
-Bu söz üzerine Murat, “Dayan sultanım. Ben sana su bulup geleceğim.” demiş. Dağdan ovaya inmiş. Uzun ve çetin bir uğraştan sonra, suyu bulup getirmiş. Döndüğünde bir de bakmış ki, Ümmü başının altına taştan yastık yapıp, uyuyakalmış. Murat elindeki su kabıyla yanına koşmuş. “Uyandırayım da su içireyim.” demiş. “Ümmü Ümmü!” diye sarsmış. Uyanmamış... “Eyvah! Geç kaldım.” demiş. Çığlık atıp, üstüne kapaklanmış. Ardından ağıtlar yakmış. Sonra, oturup düşünmüş. Karar vermiş. “Gideyim, ailesine haber vereyim. Ne de olsa evladıdır. Benim ciğerim bir yanarsa, onunki bin yanar.” demiş. Her şeyi göze alarak, soluğu kızın evinde almış. Kızın ailesi, onu karşılarında görünce yüreklerine bir ateş düşmüş. Çünkü, anası, o gece rüyasında kızını beyaz, dikişsiz elbisenin içinde, çok susamış bir halde görmüş. Kendisinden su istemiş; fakat -elinde su tası olduğu halde- bir türlü içirecek su bulamamış. Sabah kalkınca, rüyasını kocasına anlatmış. O da “Kızın başına bir hal gelmesin.” demiş. Aynı gün, Murat’tan acı haberi de alınca, karşısında yığılıp kalmışlar... Babası kendini toparlayınca: “Kalk hatun, kalk!” demiş. “Dövünüp durmayla olmaz. Atlara hemen binip, yola koyulalım.” Kızın babasının iki tane atı varmış... Birine kendisiyle karısı binmiş, diğerine de Murat. Tozu dumana katarak soluğu dağın tepesinde almışlar...
Ümmü’nün cesedini yerden kaldırdıklarında bir de bakmışlar ki, bedeninin toprağa değdiği yer ıpıslakmış. Yastık olarak başının altına koyduğu taşın altından su sızıyormuş. Şaşkına dönmüşler. Bunu, Ümmü’nün susuzluktan yanarak öldüğüne bağlamışlar. Babası, öldüğü yere, çeşmeyi onun adını ölümsüzleştirmek için yaptırmış. Mezarı da hemen çeşmenin yanı başındadır. Ailesi, onun köy mezarlığına gömülmesini istemiş; fakat köylü buna karşı çıkmış. Demişler ki: “Bunda da bir hayır vardır! Bu kurak dağın tepesinde, başının altındaki taş yastıktan su çıkması, Allah’ın bir hikmetidir.” Köylünün bu sözleri üzerine, ailesi ikna olmuş; dağın tepesine gömmüşler.
Murat’a gelince: Ümmü’nün ölümünden sonra mecnuna dönmüş, aşkından deli divane olmuş. Aklına estikçe, gece gündüz demeden “Ümmü çağırıyor beni .”deyip, soluğu çeşmenin başında alıyormuş. Ne yapıp, ne ettilerse önüne geçememişler. Bir gün, Ümmü’nün mezarının başındaki palamut ağacında asılı bulmuşlar, allı yeşilli bir çemberle. Çember Ümmü’nünmüş... Onu da Ümmü’nün yanına gömmüşler. İki mezar yan yana. Gidecek olduğumuz çeşmenin hikâyesi bu, deyip, sustu amcam.
Bir de baktım ki dağın eteğindeyiz. Ova arkamızda, gerilerde kalmış. Sürü dağın eteğinden yukarı doğru tırmanıyor.
Suskunluğunu bozan amcam bu kez:
-Açıktın mı? dedi.
-Evet.
-Ben de... Torbada yiyecek bir şeyler var; ama yengen ne koydu bilmiyorum. Gel, şu önümüzdeki kayanın üstüne oturup, karnımızı doyuralım.
-Tamam amca.
Amcam torbasındakileri çıkardı. Bir tülbentin içinde somun ekmeği, peynir, kuru soğan vardı. Bir de orta boy cam şişe içinde su.
Karnımızı doyurduk. Suyumuzu içtik.
Kalktık, koyunların arkasından yürüdük. Önümüzdeki sürüyle dağı yarıladık.
Dağın yüzü kayalarla, kurumuş otsu bitkilerle ve devedikenleriyle kaplıydı. Aralarında, seyrek de olsa sığırkuyruğu, üzerlik ve çakır dikenleri vardı. Elimdeki çoban değneğiyle, önüme gelen dikenlere vura vura yürüyordum.
Koyunları sabaha karşı dağın tepesine çıkardık. Burası köyün kuzey doğusuna düşüyordu.
Dağın zirvesi, dolunay ve yıldızların ışığından adeta gündüz gibiydi. Karşı dağın yamacındaki mezradan ise horoz sesleri geliyordu.

Koyunlar çeşmeye akın ettiler.

Ümmü’nün çeşmesi, amcamın dediği gibi dağın tam tepesinde, yönü kuzeye bakıyordu. Duvarı tamamen kuru taş yapıyla örülü ve üstü kemerliydi. Boyu bir metreydi, eni bir buçuk. Yapının derinliği ise elli-altmış santimetreydi. Gövdesinin tam ortasında, bilek kalınlığında bir oluğu vardı. İçinden başparmak kalınlığında su geliyordu. Kemere yakın yerde, gövde yapılırken büyükçe bir taş oturtulmuş; taşın üstüne de oyma yazıyla ÜMMÜNÜN ÇEŞMESİ yazılmış. Başka ibare yoktu. Su yazın ortasında bile soğuk ve tatlıydı. Susayanlar kana kana içiyorlarmış. Önündeki yalak -yaklaşık bir metre boyunda- kayrak taşlardan yapılmış. Derinliği diz boyu, genişliği ise kırk-elli santim. İçi su ile dolu. Yalaktan taşan su, kendine ince bir yol çizmiş, hemen altındaki çukura akıyordu. Orada küçük bir gölet oluşmuş. Yalağın önünden akan suyun geçtiği yerler ve göletin etrafı yemyeşildi. Geceleyin, rüzgâr estikçe ortalığı taze nane, kekik, reyhan, kokuları kaplıyordu.
Koyunlar sulanırken, ben de boş durmayıp,elimdeki çoban değneğiyle göletin derinliğini ölçmeye çalıştım..
Amcam:
-Derin değil, dedi. Geceleyin öyle görünüyor. Ay ışığı aldatıyor. En derin yeri bir metreyi geçmiyor.
Sürüyü suladıktan sonra, yönünü köyümüze doğru çevirdik.
Artık, şafak sökmek üzereydi. Karşı dağın eteğindeki köyümüz, gecenin içinden sıyrılmaya çalışıyordu.
İçimi hüzün kapladı...
Bu hikâye aynen doğru mudur? Orasını bilemem; ama ben hikâyelere inanmasını severim. O günden bu yana ne zaman çeşmeden söz açılsa, hemen aklıma Ümmü’nün Çeşmesi gelir.
Eylül 2006
Çiğli/İzmir

Diğer Yazıları