Mayıs ayının ilk haftasıydı.
Hava güneşli ve ılıktı.
Öğle yemeği için eve gelmiş, yemekten sonra işe gitmemiştim. O saatten sonra nedense canım gitmek de istemiyordu. İçimden bir ses “Ne de olsa kendi işin. Boş ver, bugün de böyle olsun… Şimdilik işler yolunda. Önemli bir şey olursa, seni ararlar.” Diyordu. İçimdeki sese uydum. Gitmedim.
Evimiz iki katlıydı. Altta babamlar, üstte ben otuyordum.
On iki yıllık evliydim; daha çocuğum yoktu.
Eşime:
-Haydi, aşağıya inelim. Bizimkiler ne yapıyor bakalım, dedim.
Alt kata indik.
Annem salonda, pencerenin yanındaki koltuktaydı. Torunlarından birine kazak örüyordu. Ama hangisine? Bilmiyordum. Bu konuda meraklı da değildim.
O gün, o illete yakalandığını eşim fark etti. “Aaa!”dedi Eşim. “Annemin gözlerinin içi limon sarısı.” Şaşırmıştık. Biran, içimden “Acaba eşim yanlış mı görüyor?” dedim. Zaten, annem de önce inanmak istemedi. Eşime “hadi oradan, sana öyle geliyordur,” dedi şaka yollu. Hemen gözlerimizi anneme çevirdik. Dikkatlice baktık. Evet, doğruydu. Eşim doğru söylüyordu. Limon sarısıydı gözlerinin akı. Durumunu hepimiz onaylayınca bu kez, kendisi de kuşkulandı.Çabucak koltuktan kalktı, elindeki örgüyü yan tarafındaki sehpanın üstüne koydu. Girişteki aynaya koştu… Gözlerine inanamadı.
Yüzünü, özellikle gözlerini inceledi. Sonra şaşkın halde bize dönerek:
-Çocuklar! Dedi. Ben sarılığa yakalanmışım. Benden uzak durun, size bulaşmasın. Bu pek hayra alamet değil,” dedi.
Nedense annemin yüzü, vücuduna oranla daha esmerdi. O nedenle olsa gerek eşim, sarılığa yakalandığını yüzünden önce gözlerinden anlamış. Haksız da değildi.
Apar topar hastaneye götürdük.
Önce kan ve idrar tahlilleri yapıldı… Bu arada, annemin girip çıktığı tuvalet -başkalarına da bulaşabilir endişesiyle- arınık edildi.
Tanı: Hepatit-C
Şoke olduk.
***
Bu hastalığa yakalanmadan önce annem, yıllarca sırt ağrısı çekti. Hep rahatsızlığının fazla kilolarından ve buna bağlı aşırı terlemeden ileri geldiğine inandı. İkide bir “yarnım ağrıyor” diye sızlanıp durdu. Yarnım dediği yer sırtında, iki kürek kemiğinin arasıydı. Bu nedenle sık sık sağlık ocağına gitti geldi. Parasız (devlet sigortasından) bakıldığı için doktorlar da çoğu zaman üstünkörü muayene ettiler, birkaç ağrı kesici ilaçla baştan savdılar. Bir süre sonra, kullandığı haplar da ağrılarını kesmez oldu. Asıl sıkıntısı o zaman başladı. İlaçlardan umudunu kesince bu kez, başka çözüm arayışına girdi. Hemcinslerinden biri akıl vermiş. “Ağrıyan yere bir müddet sıcaklık uygula. Bak göreceksin nasıl geçecek, ” demiş. Umut kapısı. Dediğini yapmaya başladı. Bunun için de pratik bir çözüm yolu buldu. Ütületme. Evet, bildiğimiz ütüyle ütületme. Ağrıyan sırtını yıllarca ütületerek ömür çürüttü.
***
Doktor, ivedilikle tam teşekküllü bir hastaneye götürmemizi önerdi. Dediğini yaptık. Annemi hastaneye götürdük. Birçok tahliller yapıldı, filimler çekildi. Sonunda, hastanedeki doktorlar kesin teşhisi koydular: Safra kesesinde taş… Bölüm şefi, çok geç kalındığını, annemin acilen ameliyata alınması gerektiğini belirtti. Belirtmesine belirtti; ama ardından da boş yatak olmadığını, ameliyatlar için birçok sıra bekleyenler olduğunu, en az üç-dört aydan önce sıramızın gelemeyeceğini söyledi. Buyur buradan yak.
Doktorun dilinin altında bir şey vardı; ama neydi? Onu bilemedik… Çaresiz, annemi hastaneden aldık; eve getirdik.
O zamanlar, doktorlarla ilgili tam gün yasası yoktu; mesaileri saat 15’de bitiyordu. Ondan sonra, özel muayenehanelerinde paralı hastaları bakıyorlardı.
Eniştem (ablamın kocası) yönetici konumunda kamu görevlisiydi. Ona koştuk. O bölümün şefini tanıyormuş. Yarın mesai bitiminde, annemi de alıp, muayenehanesine gidin. Annemi paralı muayene ettirin. Benim de selâmımı söyleyin. Bak, o zaman nasıl yatışını yaptırıyor.”
Annemle soluğu muayenehanesinde aldık, usulen muayene etti. Hemen hastaneyi aradı. Yatak işini halletti. Muayene ücretinin hatırına ertesi günü (Cumartesi) tatil bile demeden, yatışını yaptırdı.
Hastalıkla ilgili asıl süreç bundan sonra başladı. Aylarca hastanelere taşındık. Bir yıl içinde üç kez bıçak altına yattı. İkisinde safra kesesinden, birinde pankreastan ameliyat oldu. İlk ameliyatta safrakesesinden -leblebi büyüklüğünde- onlarca taş çıktı. Ameliyatlar sonrası, annemin durumu iyi olacağı yerde daha da kötüleşti. Doktorlar “Tıbben ne gerekiyorsa yaptık. Bundan sonrası Allah’a emanet. Hastanızı taburcu edelim, son günlerini evinde geçirsin. Artık perhiz de yok. Canı ne isterse yesin,” dediler.
Tıbbi dilde, “canı ne isterse yesin” demenin; artık o hastanın geriye dönüşünün olamayacağı anlamına geldiğini biliyordum; ama yine de umut dünyası. Atalarımız “Çıkmadık candan umut kesilmez.” demişler.
Çaresiz, eve getirdik.
Bir kez daha sarsıldık.
Elden geldiğince, gönlünü hoş etmeye çalışıyorduk.
İki gün sonra, akşamüzeri birden ağırlaştı, komaya girdi. Telaşlandık.
Kendimi toparladıktan sonra, çarçabuk doktorunun evini aradım.
-Doktor Bey, dedim. Annem komaya girdi! Adresinizi verin! Acilen gelip sizi alayım!
Doktor:
-Beyefendi sakin olun. Önce kimsiniz? Hastanızın adı ne?
O an telaşla kim olduğumu, hastasının adını söylemeyi düşünemedim. Doktor uyarınca ayırdına vardım.
Toparlandıktan sonra özür diledim. Kendimi tanıttım. Annemin durumunu kısaca anlattım.
Doktor soğukkanlıydı. Zaten öyle olmasa mesleğini yapabilir miydi? Beni sürekli yatıştırmaya çalışıyordu. Her zamanki gibi:
-Beyefendi sakin olun. Sizi çok iyi anlıyorum. Hemen eczaneden iki şişe dekstroz alın. Hastaya verin. Serumlar bitene dek başından ayrılmayın. Kontrol edin. Bittikten sonra göreceksiniz. Bir süre sonra kendine gelecek.
-Sağ olun doktor bey. Görüşmek üzere, deyip telefonu kapadım.
Biraz dinginleşmiştim.
Salon eş-dost ve akrabayla tıklım tıklımdı.
Hiç zaman yitirmeden nöbetçi eczaneye koştum; iki şişe serum tedarikledim. En yakın poliklinikten de yanıma bir hemşire aldım, eve geldim.
Hemşire serumu taktı. Bittiğinde, ikinci serumu nasıl takacağımızı gösterdi.
Annem serum alırken bilinci açık değildi. Uyku durumundaydı. O haldeyken şunları sayıkladı: “Hatice ablam ‘Kuzumuz gel! Buraları yemyeşil. Bak! Ne güzel,’ dedi. Beni yanına çağırdı. Gitmedim. Hatice, ben daha Orhan’ımın çocuğunu göreceğim. Şimdi gelemem dedim. Küstü. Küsmeseydi iyiydi ama… Ne yapayım? Orhan’ımın çocuğunu da görmek istiyorum.”
O anda, orada bulunanlar annemin sayıklamasını şaşkınlıkla dinlediler.
Bunun üzerine Teyzem:
-Amcamın kızlarından Hatice diye biri vardı. Çok güzel bir kızdı. Fatma’dan büyüktü. Fatma’yı çok severdi, Fatma da onu. Zengin oldukları halde, alçak gönüllüydü. Elinden geldiğince, hemen herkesin yardımına koşardı. Günü geldiğinde, sevdiğiyle evlendi. İlk çocuğunu doğururken kan kaybından öldü; ama çocuğu sapasağlam dünyaya geldi. Çocuğuna annesinin adı verildi. O da büyüdüğünde tıpkı annesi gibiydi. Hem güzellik, hem de huy olarak. Bizim dinimize göre doğum yaparken ölen kadın da bir nevi şehittir. Dolayısıyla Hatice de şehit olmuştur. Biliyorsunuz, şehitliğin de birçok dereceleri vardır. En yükseği Vatan ve din uğruna olandır. Bunun yanında yanarak, boğularak ve buna benzer şekilde ölen ve öldürülenler de dinimizce şehit sayılır.
Sabaha karşıydı. Tan ağarmak üzereydi. Annem yavaş yavaş kendine geldi. Biraz sonra gözlerini açtı. Önceki haline döndü. Konuşmaya başladı. Sayıklamasını sorduk. Hatırlamadı.
Birkaç saat sonra daha da iyi oldu. Sevinçten boynuna sarıldım. Öpücüklere boğdum. Benimle ve salondakilerle sabaha dek sohbet etti. Çıkmayan canda umut vardır, sözüne bir kez daha inandım. Bende hep annemin iyi olacağı umudu vardı. Oysa o umutsuzdu.
Ertesi günü, koluna girip -gözü gönlü açılsın diye- sokakta gezdirirken:
-Oğlum, dedi. Hakkını helâl et. En çok sen koşturdun.
-Ne demek anne? Benim ne hakkım olabilir? Asıl sen helal et. Senin hakkın ödenmez, dedim.
Boyu kısa olduğu için kulağıma doğru uzanarak:
-Oğlum, dedi. Buna halk arasında ölüm iyiliği denir. Deden de böyle olmamış mıydı?
Sustum. Yanıt veremedim.
Biraz daha yürüttüm.
-Yeter, yoruldum. Bu günlük bu kadar, dedi.
Eve götürdüm. Yatağına yatırdım. “Dinlen biraz.” dedim.
O günden sonra, her gün iş dönüşümde sokağa çıkarıyor, hem temiz hava aldırıyor, hem de beş-on dakika yürütüyordum. Bu ona moral oluyordu.
On gün sonraydı. Bürodaydım. Gün devrilmek üzereydi. Telefonum çaldı. Açtım. Eşim. Sesi hüzünlüydü.
-Hayatım, annen yine önceki gibi oldu.
Dondum kaldım. Birkaç saniye sonra kendimi toparladım:
-Tamam. Hemen geliyorum. Bir şey lazım mı?
-Bez lazım. Gelirken markete uğra. Yatalak hastalar için büyük boy bez al.
Telefon görüşmesinden sonra bürodan hızla ayrıldım. Aracımla hemen markete gittim. Böyle durumlarda, insanın aracının olması bulunmaz bir nimet. Ismarladığı bezi aldım. Hemen eve geldim.
Salona girdiğimde annemi komaya girmiş buldum. Hırıltılı nefes alıp veriyordu. Yüzüne baktım, terlemeye başlamış. Hemen havluyla yüzünü sildim. Sonra:
-Annee! Ben geldim! Been! Beni duyuyor musun? Dedim yüksek sesle.
Duymuştu; ama konuşamıyordu. Sesime vücut diliyle yanıt verdi. Artık kendimi tutamadım. İyice dolmuştum. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Benimle birlikte evdekiler de ağlıyorlardı.
Aklım başıma gelince, yine doktorun evini aradım.
-Doktor Bey annem yine önceki gibi oldu. Komaya girdi. Ben hemen sizi almaya geliyorum.
-Bu kez yapılabilecek bir şey yok. Artık hastalığın son evresi.
-Ama Doktor Bey…
-Bak kardeşim, sizi anlıyorum, acınız büyük. Ama inanın yapabileceğim bir şey yok. Olsa gelmez miyim? Bu tür hastalıkların sonucu bellidir. Hastayı daha fazla eziyet etmeyelim. Kendi haline bırakalım.
-Tamam, doğru söylüyorsunuz; ama benim içim rahat etmiyor. N’olur, beni anlayın. Aracımla sizi alır ve gene evinize bırakırım. Evdekiler de gelmenizi istiyorlar. Son durumunu bir kez daha görseniz…
Doktor ısrarlarım karşısında dayanamadı. Sağ olsun, gelmeyi kabul etti. Aracıma atladım, bir solukta aldım geldim.
Annemi yatağında muayene etti. Sonra cebinden lazerli küçücük bir alet çıkardı. Sol elinin baş ve işaret parmaklarıyla annemin gözlerini açtı, gözbebeklerine baktı. Ardından bize dönerek:
-Yapabileceğimiz bir şey yok. Bekleyeceğiz.
Ben hemen atıldım.
-Doktor Bey, öyle şey olur mu? Ölüme mi terk edeceğiz? Hemen hastaneye kaldıralım.
Doktor son derece sakin ve kendinden emin:
-Gerek yok. Hasta sabaha ya çıkar ya çıkmaz. Boşuna uğraşmayın. Hastaya da kendinize de eziyet etmeyin. Bir de hastaneyle cebelleşmeyin. Yatış işlemi, morgdan alınışı. Her biri, ayrı birer dert, dedi.
Sonunda, doktorun dediğini kabullenmek zorunda kaldım.
Aracımla tekrar evine bıraktım.
Bu arada, üç gündür doğru dürüst uyuyamadım. Uykusuzluktan gözlerim kan çanağına dönmüştü…
Eve dönerken “ Artık tamam, annem gidiyor, sabaha ya çıkar ya çıkmaz.” dedim içimden. Hemen telefona sarıldım. Köydeki dayımı aradım.
-Dayı, dedim. Annem sekerata girdi. Sabaha ya çıkar ya çıkmaz. . Senden ricam, mezarını sabahtan hazırlamaya başlayalım.
Annem öleceğini hissettikten sonra vasiyet etmişti. Cenazesinin köyümüze götürülmesini istiyordu. Köyümüz üç-dört saatlik yoldu. O gün cenazenin defni anca yetişeceği için akşamdan haber vermek zorunda kaldım dayıma.
Annemin son anına dek başındaydım. Sabaha kadar ecel teri döktü. Can önce ayaklarından çekilmeye başladı; sonra bele kadar geldi, bir süre orada bekledi. Daha sonra boğazına gelip dayandı. Saatlerce can boğazında, hırıltı halinde nefes alıp verdi. Bu arada bir mucize oldu. Gece yarısına dek annemin başında bekleyen babam, uykusuzluğa dayanamayınca yatak odasına kestirmeye gitti. Uyandıktan sonra salonun kapısını açıp içeri giriyordu. Akşamdan beri gözlerini açmayan annem, tam o an gözlerini açtı, kapıdan giren babama dikti. Dişlerini sıkıp “mmm” diye ses çıkararak başını titretti. Sonra boynunu hafifçe sola yatırdı. Ağzından açık yeşil, sarıya çalan su geldi. Tan ağarırken ruhunu Rahmeti Rahman’a teslim etti.
Annem, babama kırgın gitti…
Annemin ölümünden sekiz ay sonra kızımız dünyaya geldi. Meğer eşim o günlerde yeni hamileymiş, bilmiyorduk. Öğrenince de annemin o günkü sayıklamasını eşimin hamileliğine bağladık.
(Eylül 2013 / Çiğli/İzmir)