Menu
UÇAN VARİL
Öykü • UÇAN VARİL

UÇAN VARİL

Zeynep’in bana gönderdiği bir müziği gece yarısından bu yana ardı ardına dinliyorum. Sözsüz: Yes Pucur Yaris Pucur. ‘Ben küçük yar küçük”. Seven, sevilen karşısında daima çaresiz kalıyor. Acziyet küçültürse eğer insanı, bu durumda iki seven hep küçük kalır. Demek ki seven küçülür. Eğer sevilen de seviyorsa bu durumda her ikisi de küçüktür. Yani çocuk. Varlığa Allah’ın nazarıyla bakabilen kalp... Geçicilikle yazgılı bu dünya yurdunda, insan sonsuzluğu ve sonsuzluğu çağrıştıran sesleri duyar gibi olur. Veya bazı sesler bize sanki sonsuzluğu hatırlatır; bize, sonsuzluğa değip geçtiğimizi ya da kalbimizin orayla sanki bir yerde kesiştiğini, kısa veya uzun süreli bir karşılaşma yaşadığını duyumsatır. Sebepsiz hüzün de aslında hakikatini bilemediğimiz sonsuzluğun sanki bize seslenişinden kaynaklıyor. Dolayısıyla sevenin de yüreğine sonsuzluk değmiş gibi. Ve orada kötülük yok. Yok, çünkü kötülük, geçici olanı ebediymiş gibi sahiplenebilme kaygısından doğuyor. İnsan sonsuzluğa değdiğinde, geçici olanın yanıltıcı ve tehlikeli ünsiyetinden kendini özgür sayabilir. Sonunda her seven küçüktür. Ben küçük yar küçük... Çünkü sevgi var edicidir, sevileni var eder. Seven, kendini sevilene adar, sevileni var ettikçe kendi de var oluyor. Bencil değil, kendini düşünmez, sevileni çoğaltır, çoğalttıkça kendi büyümüş olur. Ve kirlenmemiş bir kalp ki bücür sayılır: ‘Bücürdürler ki, yüreklerine sonsuzluk sığar’ Ahmet İnam’ın deyişiyle. Dolayısıyla hakikatli bir sevgiyle karşılaşmaların yaşandığı o anlar, unutulmuyor, unutulamıyor.

Nuran’ı unutamıyorum. Onunla ilişkimiz bir karşılaşma olarak yorumlanabilir. İki küçük kalbin birbirini sevmesi gibi bir şey. Müldür’ün dediği gibi veya: “Bazen ama bir insanla bir şey olur / Kısa süren bir şey / İki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi / Bazı insanlarla yıllarca görüşsen de bir şey olmaz.” Ortaokul ikideyken televizyoncu Galip ustanın evinde kalıyorduk. İçinde ceviz ağaçları olan geniş bahçeli bir evdi. Kiracıydık. Adını hatırlayamadığım evin küçük oğlu, dama yığdıkları cevizlerini bazen soba bacası marifetiyle bizim odacığımıza düşürürdü. Epey düşürürdü. Helal miydi haram mıydı hâlâ anlamış değilim.

Bir gün sınıftayken bir kızın elini yanağına dayayıp bana baktığını gördüm. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Köyden gelmiştik. Böyle cici bir kızın bende bulacağı ne olabilirdi? Çok utanmıştım. Üstüme başıma dikkat kesilmiştim. Ceketim özellikle kolları hiç de iç açıcı durmuyordu. Bu giysilerle insanın kendini azıcık da olsa iyi hissetmesi pek mümkün görünmüyordu. Kendime olan güvenim yerle bir olmuştu. Zaten yok gibiydi, olan da sudaki buz gibi erimişti. Hâliyle içime, kendini önemsiz bulanın dipsiz karanlığına gömülmüşüm. Ne ki Nuran bir anda, bütün zerrelerime kadar beni sarmıştı. Tâ içte, orada bir şeyler kaynamaya başlamıştı. Tekrar bi baksam mı, şimdi bakıyor mu, hâlâ gözleri bende mi, soruları zihnimden çıkmıyordu. Bakıp bakmadığını kontrol edeceğim sırada vaz geçiyor, sanki bir hayal olmuş olan şeyin o an biteceğinden korkuyordum. Gün boyu hep Nuran’ı düşündüm. Okul çıkışında da onu düşünüyordum. Hiçbir şey konuşmamıştık. Zaten ne konuşabilirdim ne de ne konuşabileceğimi bilebilirdim. Hep içine doğru yürüyenin hâliymiş benimkisi. Bir gün okul çıkışında abimle birlikte eve dönüyorduk. İkinci kattan birinin bana seslendiğini duydum. Başımı kaldırdığımda Nuran’ı gördüm. O gün okula gelmemişti. Neler işlediğimizi, hangi derslerin olduğunu soruyordu. Sadece o gün için hangi derslerin olduğu sorusunu bir çırpıda değil de tek tek cevapladığımı hatırlıyorum. Konuşmayı uzatmanın başka yolu da elbet mümkündü ama kestirmesi galiba buydu. Araya kendimden bir şeyler katabilmek hususunda becerikli sayılmazdım. Hep sorsun istiyordum. Abim kolumdan çekiyor gibiydi. Diretiyordum. Nuran anlıyordu. Kimbilir bir direniş hareketine destek olmanın verdiği gizil hazla o an benim yanımda duruyordu. İkinci katın balkonundan konuşuyordu. Yoldan kimlerin geçtiğini görmedim. Sanırım abim görmüştü ve ondandı ‘hadi gidelim’ diye dayatması. Nuran. artık gidebilirsin gibi bir edayla baktığında yapacak bir şey kalmamıştı. Eve doğru yürümeye devam ettik.

İnsanın hayatta değip değebileceği en iyi şey bir karşılaşma değilse nedir? Göz göze, diz dize, sine be sine bir karşılaşma. Ahmet İnam’ın dediği gibi: “ Yâriyle karşılaşan, kendiyle karşılaşabilendir. Değilse kendisi karşısında, kendisine bile karşısı yoksa, yârine nasıl karşısı olabilir? Konuşur, tartışır, boğazlaşır, karşılaşamazlar.....Yâr karşıdadır. Karşıdan gelir. Karşıma gelir. Karşılamaya hazırsam gelir. Ben onun karşısında isem gelir. Yâr bir anlamıyla karşıtımdır. Yolumun üstündedir. Yıkıp deviremediğim (zaman zaman istesem de!) engelimdir. Karşım açıksa gelir. Karşıma çerçöp, karşıma duvarlar dikmişsem, karşım yoksa gelmez.” Ancak iki ruh, iki kalp karşı karşıya gelir, gelebilir. Yan yana değil. Yan yana olanlar aynı yöne bakabilir. Tek hedefe odaklanmış omuz omuza insanlar da elbet küçümsenemez. Ama karşı karşıya gelmek, karşılaşmak ince bir şey. Karşı karşıya gelenler birbirine dokunur. Göz göze bakar. Hiçbirinde bir beklenti olmaz. Her biri yekdiğerine karşı beklentisiz, kısıtlamasızdır. Her biri kendini diğerine karşı güvende hisseder. Seven, kendini sevilenin kıyılarına bırakır. Gözü arkada kalmaz. Sevilen, kendini sevenin kollarına bırakır. Kuşku bu karşı karşıya gelenlerin arasına giremez. Çünkü iki kalp karşılaşınca araya mesafeler giremez. Göz göze gelen iki sevenin arasındaki boşluksuzluğun sırrıdır bu. Çünkü kuşkudur ki boşluklarda saklanır ve boşluğuna vurur insanın. İnsanın savunmasız olduğu yerine. İnsanın kendine gafil olduğu derinliğine saldırır. Bu yüzden kuşkudan korunmanın yolu sonsuz teyakkuzdan geçiyor. Sonsuz teyakkuz hâli yani sonsuz kaygılı var oluş zamanı. Ama iki kalbin karşı karşıya geldiği yerde boşluk kalmıyor. Göz göze bakanlar birbirlerinin yüreğine dokunurlar. Böylece boşluk aradan kalkıyor. Dolayısıyla kuşku kalkıyor aradan.

Meğer yolumuz Nuran’ın evinin önünden geçiyormuş. Artık o yolu yürümek bana zor gelmeyecekti. Ve her gidip gelmelerdeki muhtemel karşılaşma umudu, içime bir rahatlık vermişti. Abimle nihayet eve varmıştık. Aklımda Nuran’dan başka bir şey yoktu. Ne yana dönsem Nuran oradaydı. Sobayı yaktığımda Nuran’ın bana baktığını düşünüyordum. Ekmek peynir yediğimde sanki Nuran karşımda bana bakıyordu. Pencereden dışarıya göz attığımda Nuran’la göz göze geliyorduk. Sabah ilk uyandığımda sadece Nuran oluyordu zihnimde. Yanımdan ayrılmıyordu. Güldüğümde sanki Nuran bir şey demiş de ona gülüyordum. Nuran’la çevrilmiştim. Her fırsatta balkona çıkıp, benim oradan; o yoldan geçmemi bekliyor, hissine kapılırdım. Bu hissi boşa çıkaran birçok yürümelerim olmuştu.

Evleri, ikinci kattaydı. Karşılaştığımızda o balkondan sesleniyordu bana. Aşağıdan yukarıya bakıyordum. O yukarıdan aşağıya bakıyordu. Ama onun yukarıda olması bana dokunmuyordu. Benim aşağıda olmam onun gözüne batmıyordu. İki kalp karşı karşıya geldiğinde konumların önemi gerçekten azalıyormuş. İnsan, gözüne bakamadığına nasıl güvenebilir ki. Ve ancak sevenler birbirlerinin gözlerine kuşkusuz, korkusuz bakabilir. Şairin dediği gibi ‘sana bakarak / (diğer) bütün yüzleri unutmak...

Çoğu zaman içimden Nuran’a şimdilerde bir şeyler yazmak geliyor. ‘Keşke’ diyorum ‘Nuran, şimdi nerededir, nasıldır bileydim.’ Bilmek neyi değiştirecek onu da bilmiyorum. Nuran’la karşılaşmamız, ortaokul yıllarıydı. Şimdiki sanırım o karşılaşmanın üzerine bina edilebilen bir söyleşiden ibaret kalırdı. Karşılaşma oradaydı, o zamanda. Ama yine de ona bir şeyler demek isterdim. Belki de bir kez isimiyle seslenmek... Nuran. İkinci kattan bana seslenen Nuran.

Her defasında eve varır varmaz yaptığım ilk şey hemen bir battaniyenin altına girmekti. Nuran’la başbaşa kalabileceğim tek yer orasıydı. Orada sadece Nuran’ı düşünüyordum. Sadece ben ve o vardık o battaniyenin altında. Ama o daracık yerde iki insan hem de bu kadar kişinin gözünün önünde ne yapabilirdi ki. Sorun değildi. Nuran yanımdayken benim çözemeyeceğim bir şey yok gibiydi. Zaten ilk işimiz buradan, bu battaniyenin altından kurtulmak, sınırların olmadığı bir mekâna taşınabilmekti. Ama nasıl? O zamanlar uçağı sadece göklerde uçuyorken görmüştüm. Bir kuşa benziyordu ve ardında koca bir duman bulutu bırakıyordu. O kadar küçük şeyden bu kadar duman nasıl çıkıyordu hep şaşırdığım şeydi. Dolasıyla uçakla bu daracık alandan kurtulmamız zordu. Uyku tulumu denen şeyden de habersizdim. Nuran’a fısıldayarak mı demiştim ne? ‘Ben buradan nasıl uzaklaşacağımızı biliyorum.’ ‘Nasıl’ der gibi bakmış, umutla gülümsemişti. Sonra birden ‘bekle’ diyorum. Bekliyor. Battaniyenin altında bir sağa bir sola dönüşlerimi belki de dışardan görenler uyku hâllerine yormuşlardır, bilmiyorum. Ama ben o sırada büyük ihtimal uçan varili hazır hale getirmekle meşgul olmuşum. Bir anda Nuran’ın kolundan tutarak bizim köye gidiyoruz. ‘Gel’ diyorum. “Bak şu variller var ya. İşte onlarla uçup gideceğiz. Şimdi bir tanesi küçük olabilir. İki varili birbirine bağlarsak bize yeter.” Tabi varil bu. Teneke cinsinden bir şey. İçinde oturamayız. Nuran’a minder falan öneriyorum. “İstersen bir sünger döşek falan da alabiliriz evden.” Eve gidiyor, sünger döşek ile iki tane yastık alıp geliyorum. Sonra çay malzemesi. Biraz su. Her şey tamam oluyordu. Artık Nuran’ımla uçabilirdik. O battaniyenin altından birbirine bağlı iki varile biniyor ve uçuyorduk. Bir anda göklerdeydik. Epey yukarıda. Artık seslerimiz gür çıkıyordu. Artık sadece ben ve o vardık. Başka nazarlardan emindik. Neler neler konuşuyorduk Nuran’la. Ellerimizi nasıl tutuyor, her birimiz diğeri için nasıl titriyordu. Uçuş sırasında ben daha çok Van Gölü’nün yüzeyini tercih ediyordum. Çünkü altımız deniz üstümüz göktü. Karadakiler istese de bize ulaşamayacaktı. Nuran ise ormanların üzerine doğru uçmamızı tercih ediyordu. Seyahatimiz genelde deniz ve ormanlar üzerinde gerçekleşiyordu. Denizin üzerindeyken suyun yüzeyine inişte biraz zorlanıyorduk. Ama ormanlar üzerinde rahatça kimi zaman yere inip ağaç gölgeliklerinde Nuran’ımla diz dize oturuyorduk. Güneş ışığı dallar arasından üzerimize süzülüyordu. Kimi zaman zihnimde o günleri tekrar be tekrar yâd ettiğimde çözemediğim tek sorun yiyecek meselesini nasıl hallettiğimizdi. Ya acıkmıyor ya da acıktığımızda bir şeyler sanki Meryem’e lütfedilmiş gibi önümüzde oluyordu.

Ben ve Nuran, birbirine bağlı ve içi minderlerle döşenmiş varille hep uçtuk. Denizlerin ve ormanların üzerinde. İnsandan uzaktık. Tek hareket üssümüz battaniyenin altıydı. Ben oraya vardığımda Nuran’ı alıyordum ve uçuyorduk. Nuran’ın göğsüne ağlamak istediğim zamanlar oluyordu. Bana derdimi sorardı. Ona derdimi söylerdim. Derdim onda yok olurdu. ‘Küçük insanın büyük dertleri olur’ derler... Ne var ki yeryüzünde yeterince kırılmak ve kederlenmek için herhangi bir olayın bitmiş olması yeterdi. Her şey acıydı. Ne zafer çığlığında umut ne de sevinçte bereket vardı. Kırılmış bir kalbin yeteneğiydi, sesin ve kalbin yumuşak oluşu, diyordu şair. Ne zaman Nuran’ı düşünsem, sesim ve kalbim yumuşuyor, onun ikinci kattan bana ‘İsmail’ diye seslenişini duyar gibi oluyorum.