Menu
ÜÇ KAFADAR
Öykü • ÜÇ KAFADAR

ÜÇ KAFADAR

Epey güngörmüş bir çınarın göğe bakan dallarında, birbirini hiç görmemiş birer palamuttular. Bulundukları ağacı hınzırca sallayan rüzgârın onları silkelemesi tanışmalarına sebep oldu. Daldan kopuşları da, nemli toprakla kucaklaşmaları da aynı vakte rastladı.

Boşlukta gelişi güzel düşerken ilk defa birbirlerini gördüler. Ne kadar da benziyorlardı birbirlerine. Bir ara o kadar yakınlaştılar ki az kalsın çarpışacaklardı.

Sonra ormanın farklı yerlerine atıldılar. Ayrı düştüler ama öyle ihtimamla düşürüldüler ki parçalanmadılar, kırılmadılar.
Henüz toprakla kucaklaşmadan her palamut diğer ikisini merak etti.

Ekimde yağmurlar başladığında ormanda yeme mantarları biter. Hele Karaağaç varsa mantar bolluğuna düştünüz demektir. Çünkü onların en sevdiği mekânlar Karaağaç kökleridir.

Mantar toplamak için ormana çıkan üç arkadaşın ayak darbeleri ile üçü bir araya geldiğinde gariplikleri sevince dönüşüvermişti.
Nasıl olmuştu, koskoca ormanda- hem onlar böylesine küçücükken, sıradanken -kim onları hesaba katmış bir araya getirmişti.
Aşkla, şevkle, onları toprağa atana minnetle, birleşmelerinin coşkusuyla, her an ayrı düşme korkusuyla, kalıcı olmak arzusuyla, muhabbetle toprakla hem hal oldular.

Doğan bebeğin, annesini hemen emmeye başlaması gibi hasretle, tereddütsüz sanki yıllardır orada yaşıyormuşçasına alışkın; saldılar kendilerini toprağın koynuna.

Dallarından düşürülme vakti öylesine mükemmeldi ki bir hafta önce düşseler henüz olgunlaşmamış; geç düşseler çürüyüp böceklere yem olacaklardı.

Kara topraktaydılar. Her yanları lebalep topraktı. Ama üçü bir aradaydı, tabi ki gelecek güzel olacaktı. Gül yüzlü günlere açılacaktı bütün sabahları. Sanki kara toprağa değil de dar-ı saadete düşmüşlerdi.

Bulundukları yer toprağın yüzeyinde olduğundan birkaç hınzır karganın pikesinden kıl payı kurtulmuşlardı.

Mantarları bulmakta zorlanan yaşlı karı kocanın defalarca onların üzerlerinden geçmesi; yağmurla iyice yumuşamış toprakta en az beş altı santim ilerlemelerini sağlamıştı.

Artık keyifleri iyice yerine gelmişti. Güvende ve bir aradaydılar. Dal ucundayken ürktükleri kara toprak burada onlara inkişaf sebebi olmuştu. Olan bitenler, onları şaşkınlık dalgaları arasında keyifli dalışlara sürüklüyordu.

Toprağın karanlığında birbirlerini göremeden ama varlıklarını hep hissederek beş altı ay kaldılar.

Karanlıkta bir şeyler oluyordu. Kıpır kıpırdılar. Değişiyorlardı. Gelişiyorlardı. Hiçbiri toprağa düştüğü gibi değildi. Bir şeylere dönüşüyorlardı. Bir sabah baktıklarında içinde bulundukları kabuğu terk etmiş olduklarını hayretle gördüler.

Çınarın dallarındayken defalarca seyretmişlerdi; yılanın kabuğunu terk edişini. Ölümün; dirilişe, yokluğun; var olmaya dönüşmesini. Başlarına gelenleri buna benzettiler. Bunu yapana hayran kaldılar.

Birkaç gün sonra yine bir sabah topraktan dışarı başlarını uzattıklarında güneşin mütevazı tebessümüyle karşılaştılar. Mukabele niyetiyle mahçupça boyun kırdılar güneşe; selam babında.

Kendilerini, ancak birbirlerine bakarak görebiliyorlardı. Birbirlerini seyrettikçe seviyor; sevdikçe seyrediyorlardı. Bir palamut hem kendini hem diğerlerini bu kadar sevebilir miydi?

Doyasıya seyrettiler birbirlerini ya da kendilerini. Üçü de ötekinde kendini bulmuştu. -Yoksa öteki dedikleri kendileri miydi?-
Toprağa düşmüşler, toprakta dağılırken dünyaya doğmuşlardı.

Toprağın üzerinde görünen kısımları henüz çok küçük olmasına rağmen yeşilliklerinin göz alıcılığı yakındaki ağaçları kıskandıracak tazelikteydi. Kıvrılarak çıkmışlardı topraktan.

Der top olmuş Mevlevi şeyhinin neyin sesiyle ağır ağır açılarak; sırtından cübbesini bırakması gibi kabuklarından soyunmuşlardı. İçlerindeki can ortaya çıkmış, göğe yolculukları başlamıştı. Artık fidan olma yolundaydılar.

Önceleri bulundukları yerden sadece ağaçların köklerini, ağaçların müsaade ettiği ölçüde de güneşi görebiliyorlardı.
Toprakla kavuşmalarının üzerinden tam bir yıl geçmişti. Artık bayağı toparlanmışlardı. Üstlerine basanlardan, keçilerin tırtıklamalarından eskisi kadar etkilenmiyorlardı. Yakınlardaki diğer fidanlarla kucaklaşamasalar da her sabah selamlaşıyorlardı hal diliyle.

Bir zamanlar serçe parmak kalınlığındaki gövdelerine seviniyordu çınarlar. Şimdi ise köklerinin uzantıları bile bilek kalınlığındaydı. Kökleri kalınlaştıkça uzadı. İçinde ilerlemeye ürktükleri toprak şimdi onların kucağında himayesindeydi. Sayısız taraftan sıkıca sarmışlardı toprağı. Onun bağrında çimlenmiş, fidana dönmüş, kök salmış ağaç olmuşlardı. Hiç bırakırlar mıydı onu heyelana sele; canı pahasına ve vefayla sahip çıkacaklardı topraklarına.

Fidanken, büyüme, gelişme hevesleriyle yıllar çok yavaş geçiyordu. Sonraki yıllar onar onar geçmeye başladı. Birlikte toprağa düştükleri palamutların çoğu ya çürümüş ya da ağaç olduktan sonra baltalara hedef olmuştu. Ömürleri insan ömrünü çoktan aşmıştı ama insanlardan bir türlü rahat yoktu.

Bir sabah ta ilerlerden daha önce hiç görmedikleri makinelerin ormanın içinden yol açtığını gördüler. Tam yanlarına gelen makineler üçünü sınırda bırakıp yolu ustaca uzattılar. Yıkılan onca ağacın feryadından ormanda göz gözü görmüyordu. Üçü birbirine sıkı sıkıya sarıldı. Dallar dallara; kökler köklere biraz daha yakınlaştı. Daha dün sadece dalgalarını dinledikleri deniz masmavi bakıyordu onların bu acınası haline.

İşçilerin ortalığı perişan ettikleri yetmezmiş gibi sonraki sonraki günlerde fıçılar dolusu zifti yollara döktüler. Ağaçlar günlerce zift sıçrayan yapraklarını, dallarını, köklerini temizlemeye çalışt. Olan bitene tek şahit denizdi. Deniz günlerce olanları seyretti, seyretti. Nihayetinde denizin de sabrı taştı . Yardım etmek; onlarla kucaklaşmak için dalgalarını kabartıp sahili dövmeye başladı. Deniz sahili dövdükçe yolun altındaki toprak denize karıştı. Kökler toprağı vermemek için son güçleriyle kıvrım kıvrım sarıldılar. Ama her şey beyhudeydi. Toprak denize, kökler toprağa daha fazla direnemediler...

Aslında bulunmaları gereken yer toprağın bağrı iken -ters yüz edilmiş bir mezar gibi -iskelete dönmüş kökler dışarıdaydı. Deniz suyunun içinde tuzdan büzülmüş, kavrulmuşlardı. Gıdım gıdım aldıkları tuz; toprakta şifa iken; burada onlara zehir olmuştu.
Sahile boylu boyunca çoktan serilmiş olması gereken iki çınar sanki görenlere ibret olsun diye cevvalce dikeliyordu semaya.
Topraktan arınan kökleri denizin tuzlu suyuna çok fazla dayanamadı. Tuzlu su önce köklerin rengini bozlaştırdı. Sonra içlerindeki canı yavaş yavaş emdi, bitirdi. Halbuki deniz onlara yardım niyetindeydi.

Toprağa düştükleri ilk günü hatırladılar. Ne çok üzülmüşlerdi öleceklerine. Üzüldüklerine hayıflandılar.

En gerideki çınarın kökleri biraz olsun tutunabilmekteydi toprağa. Diğer ikisinin kökleri kurukafadaki dişler kadar açıkta ve o kadar da ürkütücüydü. Bir şeyleri yakalamak istercesine boşluğa uzanmış; yere yığılmamak için son güçlerini sarf ediyordu. Kökü toprakta olan üçüncü çınar açtı bağrını; dallarıyla dallarını, kökleriyle köklerini sardı sarmaladı diğer ikisinin. Sadece bu ikisini değil-bıraksalar- ormanı, dünyadaki bütün ormanları sarabilecek kadar kudret duydu gövdesinde.

Diğeri için yaşamaktı yaşamak. Yaşatmak için yaşamaktı. O da bundan sonra kendisi için değil iki arkadaşı için yaşayacaktı.
Yolunuz düşer ya da uğrarsanız görürsünüz. Yalova’da şehrin en işlek plajlarından birinin dibinde; görenlerin mıknatıslandığı bir manzara gelip geçene halini arz eder canlı canlı.

Yaşlı mı yaşlı, güngörmüş mü güngörmüş yorgun mu yorgun üç çınar. Kökleri ,gövdeleri, dalları öylesine sarmaş dolaş ki birbirine.Hangi kök,hangi gövdeye ait ayırmak mümkün değil. Başınızı iyice yukarılara kaldırdığınızda dalları birer iskelete dönüşmüş iki çınarın; yemyeşil dallarla nasıl çepeçevre sarıldığını görürsünüz.

Bakarsanız.


Diğer Yazıları