İLK ADIM: HİSSETTİ
Kalktı, doğruldu, elleri yanlarından sarkıyordu, ayaklarını gevşetti, gözleri dimdik, bir noktanın üzerine sabitlenmiş gibi kıpırtısızdı. Bir adım attı. Açıktı kapı. Yarı çekili tülün rüzgârda şişip duran göbeği bir içerde bir dışarıda ve halkalar zehirli fareler gibi kemiriyordu kornişi.
Orada, tam karşıda, kapının açık bölümü ve tülün çekili olduğu kısımda, bir çeken vardı kendine beni. Kollarımı sallantılardan kurtardığımı düşünerek seviniyor, saçlarımın ağırlığını taşımak zorunda kalan başım için endişeleniyordum. Sadece onun için. Bir tarafa düşmemesini öyle içten diliyordum ki, dudaklarımın kımıltısını nasıl bilebiliyorsam kalbimin de öyle dilek parçacıklarına bölündüğünü hissedebiliyordum. Hayatımı başlatabilirdim, şimdi, oradaki uzaklıkta sahip olacağım bir şeyin olması beni memnun ediyordu. Alabildiğine sükûta bulanmış nesneler arasında ağaçları dimdik, yaprakları donuk, güneşi tutuklu bulmuş olmak, günü doğum sancısından kurtarmak işime yarayacak, diyordum. Kâinatı böyle bir vaktinde yakaladığımın sevincine el vurmak, bu sessizliği kendim bozmak, gözlerimin sağını solunu kaplayan her eşya, evler, köprüler, ağaçlar, arabalar, gökyüzü ve yer, beni, noktamı baştan çıkaracak endişesiyle var gücümü dikkatimi toplamaya yatırıyordum. Bu işi başaracağıma inanmıştım bir kere. Bitkin hayatımı diriltmek bana düşmüştü. Ömür göğümün bulutlarını sürükleyen rüzgâra aldırış edecektim bu defa; etmeliydim. Nasıl kırmızıya dönüyor yeşilim yakından görecektim. Sayısız hayatlar bıraktım ardımda. Sayısız acılar da onlara eşlik edecekti. Alevler başlar üzerinde asılı durduğunda, güneş intikam için daha yaklaştığında, yıldızlar yeryüzünü dolaşmaya indiğinde, denizler kendilerini kirleten elleri bulup yaktığında, dağlar yürüyüşümüze katıldığında, orada, canhıraş kıyametinin içinde, şimdi sakince duran mermer gelinlikliler kadar yakındım gerçeğe, onlar kadar kokusunu alabiliyordum yarının, körüklenip duran ateşin, süslenip duran bağ bahçelerin.
Gelecek olanın bir yerinde olmaktan hoşnuttum. Gelecek olanın bir yerinde olmak beni mesrur kılacak. Gelecek olanın bir yerinde durmak anlamıma anlam katacak. Onun bir yerinde ay dökülmesi, bir yerinde muştu yükselmesi, bir yerinde doruk, bir yerinde az bulunan parıltı yağmuru beni tutsağına alacak diye, beni sürünün içine dâhil etmesinden, dışarıdaki ateş kölelerinin yüreklerine damlayan korku tufanından azat; geri dönen ıstıraplı nefesine, boğazı sıkan günah canavarına teslim etmeyeceği inancı bana yetiyordu. Bana bu güven yetecekti. Fırlatılan düşler görüyordum ayaklarımın ucunda, geçerliliğini kaybetmişti bütün gerçekler. Savrulan hayaller üzerinde parmaklar vardı: kanlı ve yaralı. Atıldıkça değerlerini nasıl da kaybediyorlardı. Uğruna ömür çürütülen makamlar düşüyordu sağa sola. Tükenmişlerdi, hırpalanmışlardı. Anlamsızlık ilk kez bu kadar anlamla ışıyordu hafızama. Her şeyi olduğu gibi kaydediyordu belleğim. Kurt gibi koparıp alıyordum payımı meydana gelenlerden. Güçlü bir beynim, keskin göz bebeklerim vardı. Koridorların karanlığında yitirilmiş zaman hikâyelerimi gözden geçirmenin ne yararı olacak diyordum, gözlerime doğmayan günden endişe etmeyerek. Bu günden sonra her şeyi yarım bırakmak âdetim olmalı. Yumuşak dokunuşlarımı nasıl da özleyecek klavyem, nasıl da aklımda cirit atan kahramanların affına muhtaç kalacak senaryolarım. Biçtiğim rollerden memnuniyetsiz karakterlerin hışmına uğrama olasılığından şimdilik kurtulan bir yakam vardı. Diktim. Gülümsüyordum: Hep çirkince olan gülümsememle.
BIRAKIN BENİ GÜNEŞ DEĞİLİM
İKİNCİ ADIM: GÖRDÜ
Dün gecelerden bir gecede olduğuna benzer bir şey. Onu görüyorum. Net. Dolaysız. Katıksız. Aydınlık bir zaman içindeyim. Vakit henüz kararmış değil. Güneş hâlâ daha yakabilir tenimi, gözlerimi kısabilir ama onun yüzünü kısık gözlerle de olsa görebileceğimden o kadar eminim ki, tıpkı geçmişte olduğu gibi ‘güneş görünmese de vardır’ inancı içimi dolduruyor o anda da. Ona başka bir gözle, daha delici daha keskin bir gözle bakıyorum geliyor bana. Kalp gözü dedikleri bu olsaymış gerek diyorum, evet, kafa gözlerim bu kadar mesafeyi böyle kusursuz seçemezdi. O gecelerden birinde tanık olduğum, karanlık bir geceydi, sabahı nemli, gündüzü sıcak, gecesi bunaltıcı, karanlık bir gecenin içinde kara ciltli, ince gri yapraklı bir kitaptı: yazısızdı, numarasızdı, adsızdı, ama her sayfasında binlerce belki yüz binlerce göz vardı: boş, korkulu, göreni ürperten, içi titreten, sevinci öldüren, anlamını yitirmiş. Ve yüzler: soluk, sahipsiz, hayalsiz, renksiz, kötü yüzler. Onun yüzleriydi bunlar, onun elinden çıkmıştılar, bu o kadar aşikârdı ki. Onun flaşı patlamıştı derilerinde, bu yüzden olmalı matlıkları. Öylesine şoktaydılar, öylesine sahici bir eleme kilitlenmiş dudaklar, öylesine gerçek vurgunu tutmuş anın fotoğraflarıydılar. Yüzlerinde oynaşıp duran tek bir ışık yansıması, tek umut belirtisi bulunamazdı. Ve inandım ki, kim beni de bu yüzleri seyrederken görecek olsa, onların taşıdıkları bu ifadeleri bende de görecekti: Korkuyu, hoyratlığı, acemiliği, biçareliği. Ben de, bu kusursuz ressama olan takdirimi çoğalttım, hiç düzülmemiş övgüler ısmarladım ona. İçlerinde dolu dolu takdirler taşıyan ulaklar yolladım. Bayraklar çekilmişti, yolcular hazır. Öte tarafta onları karşılayacak olanların ellerinde mendilleri hatta çiçekleri bile vardı. Onları kabul et. Onlar övgümü getirecekler sana. Bedenimi mühürlediğin andan beri yapmak istediğim sunuş buydu. Hercai metinlerle samimiyet kurmadım. Senin için hiç işlenmemiş deyimler bulacağıma yemin verdiğimi hatırlasana. Ruh katli bir sözdür, şu halde iskeletimin mezarı dilin olacak. Ne çıkar. Söz dikilmiş olduğunda vadenin sinyali alınmış demektir. İstikbalse gözü yaşlı bir gelin gibi baka durur gerideki günlere. Olacak, dediklerimiz ne denli uzatır yalnızlığı oysa. Değiştiremedikten sonra yarından kim ne kazanacak bilinmez. O zaman, bir kız çocuğunun arzusuna kavuştuğunda çoğalan kahkahası kadar, derinlemesine dalmalıyım rüya âlemlerine.
Görmüştüm. Oradaki yığılmış başların arasında senin olanı, iç içe girmiş yapıların arasında yerini, binlercesinin yukarıya doğrulduğu avuçların içinde senin gücünü. Seni bu denli tanıyışıma tanık olduktan sonra bakıştık. Bana gözlerini hediye ettin. İstersem ellerini de verebileceğini söyledin. Beni ikinci adıma ikna ettin. Ve bir adım daha atmış oldum. Böylece halkalar birbirine geçti. Deniz dalgalarıyla kucaklaştı. Dağlar başlarını eğip patikaları selamladı. Kuşlar arz haşerelerine kanat çırptı. Söğütler birbirlerine sürtündü. Atlar yelelerini savurdu sulara. Balıklar toplandılar ilk ve son kez; bir zaman nefes tutma selamı yolladılar bize. Ve gök sürüp giden bu heyecana dayanamayarak aktı aktı. Ağladı üzerimize. Toprak onun göz nurunu bağrında saklayacağına ant içti yüksek sesle. Işıkların hışırtısı kesildiğinde, yapraklar birbirini dürtmeye başladığında, ağaçlar bükülmeye, kuşlar cıvıldaşmaya cesaret bulduğunda nokta giderek büyüdü. Sese boğulmuş her nesne birden bire bu büyümenin anlamına kani olmak istedi. Eşyalar başlarını uzattılar. Yarı çekili duran tül hareketsiz kaldı (halkalarının dişleri eskimiş olmalı) geride, masa üzerinde bir muma batırılmış duran gülün bir dalga sıyırıp geçti al yüzünü. Bitli, oluktan bir yudum daha aldı. Ayak patırtılarını işitemedim bu defa. Portakal suyuyla dolu bardak terk edilişi kutluyordu, kamıştan sarı bir damla taşlık yere yığıldığında bitli de uçup karşı demirlere kondu. Yarı çekili tül, dönen rüzgârla yeniden hayat bulmuş, kabarıp duruyordu. O sırada, noktanın ısısıyla, tenim birden bir titreyişle dipdiri kesildi. Vuslatın gerçekleşmek üzere olduğunu bildim. Güç, denileni damarlarıma akıtıyordu biri. Bir adımım daha vardı. En sonuncusu ve belki en zoru. Ayaklarımın mermer sütunlardan daha sağlam oluşu geldi hatırıma. Onun için kaygılı değildim. Ayakta ve noktanın üzerime gelişini seyrediyordum. Bir yandan da kendimi ‘acaba insanın gözleri dehşete düşünce gördükleri de büyür mü’ diye düşünmeyi sürdürmekten alamadan. Aklım hep arkamdaydı.
BIRAKIN BENİ EĞİLEMEM.
VE ÜÇÜNCÜ ADIM
Üç adımda kurtuluş. Üç adımda azat oluşumun müjdesi bu. Üç adımda yeni olana göz kırptım. Üç adımda sonsuza biletim kesildi. Açık kapı kapandı. Aşinası olduğunuz tül mevcut halini terk etti. Al güle hazan değdi. Köküne doğru erimekte olduğu söyleniyor. Portakal suyu devrildiği yerden alındı. Taşlık yerde bıraktığı sarı lekeler daha sonra yıkanacağı söylenerek ıslak bezle silindi. Dalgalar yerlerine oturdu. Balıklar bir daha rahatsız edilmeyeceklerine memnun bir halde dağıldılar. Kuşlar yuvalarına, fareler deliklerine, dağlar azametine, toprak tevazuuna, evler meşgalesine, köprüler gürültüsüne, arabalar hedeflerine, insanlar arzularına, sabah güneşine, gündüz sevincine, gece sükûnetine geri döndü. Nesnelerin her birine sesleri iade edildi. Söğütlerin hışırtıları yeniden başladı. Minik serçe, yarım kalan şarkısına güllerin döktüğü rayihanın ilhamıyla devam etmedeydi bir çalılıkta. Yıldızları yine yerlerine dikmişlerdi. Yer ehline tekrar eski mekânından seslenecekti gök. Işıklar oynaşıp duruyordu kararacakları günün gecikmesini dileyerek. Dudaklarda yarı eski yarı bozuk bir tat kaldı bu keşmekeşten. Zamanla o da yenip yutulacaktı besbelli.
BIRAKIN BENİ GÜRUHUN ELİNE
Ve alnım bilindik baharlara uzak. Düşüş bu. Ama kalkışı ebedi olan bir düşüş. Şu halde, yarım kalan amaçlarımın gölgesine sığınıp kalacak bir kâğıt parçası değilim. Tüccarların son kârlarını sayemde edindiklerini bildim. Nahif bedenimi yalnız marangozculara ölçtürürken, bir yandan da zekâlarını emip bitireceğim. Geriye benden tek rakam, tek işaret kalmayacak.
Şimdi ise, yani bir noktaya dönüşürken burada, omuzlar için ağır bir yük olmayacağımın bilinciyle gayet müsterih ve şenliğim.
BIRAKIN BENİ ACIM KÜÇÜLSÜN