Menu
cilalı ayakkabı
Öykü • cilalı ayakkabı

cilalı ayakkabı



Ben işsiz bir adamım. İşsiz ve cilasız.

Bir adam eğer benim gibi işsizse, ve bu işsizlik yüzünden neşesini kaybetmişse, kaybolan neşesi yüzünden hayata olan bağı kopmuşsa, bağı koptu diye yaşamını gri bulutun hâkim olduğu bir kahvehaneye kapatmışsa, dışarıda süre giden şeyle ilintisi arada bir, benim şu an yaptığım gibi, bu çömeldiği basamak ve karşısında dikili şu rampa caddeyse, işte bu adam bedbindir. Ben de öyleyim. Yakamı günde kaç kez silkelediğimi, bıktığımı, çekip gitmek istediğimi, şu kahrolası dönme dolaptan inmek istediğimi haykırıp duruyorum. Haykırışlarımı duymamış olmaları insanların, kendi figanlarının yüksek voltajındandır. Yoksa duyulmaz mı sayham. Duyulur. Hele de bu bedbin adam bir kuşluk vakti, tam da herkesin kendi gibi olduğunu sandığı bir anda, rampadan aşağı cilalı bir ayakkabının gelişini görmüşse. Nasıl da altüst olmuştur, nasıl da doğrulamaz yerinden, nasıl da bulanmıştır aklı, düşünün bir.

Bu basamak, bu çömeliş, ve bu rampa dünya, griden başka rengi seçemeyen bu gözler, nasıl oldu da cilalı bir ayakkabıyla altüst oldu, derseniz, ki demeyin sakın, görüşün sahibi de der ki: Ayakkabı fizyolojik bir şey, tamam. Elle tutulan, görülen, ayağı tehlikelerden koruması için giyilen bir nesne. Peki ya cila? Onun işlevi ne? Böylesi parlatılıp kullanılmasındaki sebep? Hem de bu zorlukta. Siz de şöyle dediğini duymuyor musunuz: “Hey, millet! Bakın tuzum ne kadar kuru. Ne kadar da hayat doluyum.”

Aslında cilalı bir ayakkabının dünyası da senin dünyan kadar aldatıcı ve yanıltıcıdır. Sana hayat dolu ve umarsız görünmüş olabilir. Ne biliyorsun, belki burun kısmı sıkıyordur, topuğu vuruyordur, tabanı serttir. Dıştan göz alıcı, bir o kadar da masum oluşu yanıltmasın seni. Bir de içindekini düşün sen. Hem neden bu kadar allak bullak oldun, anlayamıyorum. Hayır, aslında anlıyorum. Cilalı olmasından. Bu krizde, bu sıkışıklıkta, bu sinmişlikte cilalı bir ayakkabı gördün. Onun dünyasının senin dünyanın olmadığı kadar parlak ve iç açıcı olabileceğini düşündün. Sen kahvehanenin gri havası altında pis pis dururken onun neşeli dolanışlarıyla irkildin. Ve gayri ihtiyari şöyle dedin: ‘Neler de varmış.’

Çömelmiş olduğun bu kahvehane basamağında kaygısız bir ifadeydi gözlerine doluşan. İşlerinin tıkırında oluşunu bas bas bağıran bir hal tavırdı. Dünyası rayına oturmuştu anlaşılan. Ve rampadan aşağı, güneşten daha parlak, senin güneşinden daha parlak bir çehreyle indi. Geldi ve yoksulluğunun tam ortasında durdu. Gelişiyle yoksunluğun kalbi titredi. Alabora oldun. İşsizliğinin, dört yanını kuşatan iflasının sesini işittirdi sana. Kulaklarını ağlatırdı bu ses. Yalan mı? Nefret ederdin. Karının ve çocuklarının ardını bulamadıkları bu ses yüzünden evinin yolunu unutmuştun. Varsa yoksa kapısında dikildiğin, basamağına çömeldiğin bu kahvehane. Oradan çıkmamalıydın işte. Çıktığında, gri bulutun altında herkesin senin gibi göründüğü, yoksul, işsiz, müflis göründüğü bu yerde, hepsi cilasız ve çoğunun evsiz, duymadığın o sesi duyacaktın. Birinin, sana benzeyen, ya da senin ona benzeyebilme ihtimali olan birinin cilalı bir ayakkabısı vardı. Gelip tam da senin dünyanın, rampa bir caddeden ibaret olan şu ıslahsız dünyanın içinden gözlerine takıldı ve alıkoydu onları. Aklını bulandırdı. Bir ayakkabın yok değildi nihayetinde, belki biraz çabalasan cilalatırdın da. Derdin bu değil. Sarsıntının sebebini izah et bana. Neşeni kaybettin, değil mi? Hayata olan bağın koptu senin. Nasıl böyle bir şey olabilir, diyorsun. Duyardın, sen ve kahvehanedeki müflis arkadaşların her ana haber saatinde kafalarına bir el ateş edenleri, köprüden atlayanları görür, işitirdiniz. Hepinizin içinden bir gün onlar gibi olma endişesi geçmez değildi, itiraf et hadi. Her gün bir hayat kırılıp dökülürdü dışarıda. Sesleri size kadar gelirdi. Birileri yaşam bağlarını kurtaramaz, yüzlerini güldüremez, canlarına kıyardı.

Bu birilerinden biri bir gün sizin kahvehanenin içe kapanık Sıtkı’sı oluverince, anladınız ki çok ta uzağınızda değilmiş canavar, her an sizlerden birini daha alabilirmiş pençesine. Düşüşlerinizi ekrandan izleyenler, bilirler ki o gün gelecek, bir gün kendi düşüşleri de spikerin iki cilalı dudağı arasından sessiz sedasız düşecek böyle. Ama Sıtkı’nın düşüşünü dudakları cilalı spikerden işitmediniz. Kimseyi ilgilendirmedi boğazındaki iz. Yalnız bu kahvehanedekiler. Bir onlar bilirdi içini kapattığını, sekiz ay önce işten atıldığını ve sigortasının olmadığını. Dudakları boyalı kadın anlatamazdı Sıtkı’nın yıkımını. Sıtkı’nın da cilalı ayakkabısı yoktu. O da neşesini kaybetmişti. O da kopmuştu dışarıdaki hayattan. Bizim için yaratılan ve kendisi için yaratıldığımız dünya ne çapraşık bir şeydi ki, hem alıştırdı kendine hem de her zerremizi silkeledi üstünden. Gitme isteği tabanlarımıza yapışmıştı sanki. Hayal gücümüzü, düşünce gücümüzü, şehvet ve öfke gücümüzü kuşatmış olmalıydı yabansılık. Saadetini kaybetmezdi yoksa ruhumuz. Dört cihetimizden düşman akınları saldırı halindeydi. Kaçacak yer yoktu. Üstümüzde dinmez bir sema, altımızda aç bir arz. Ne olabilirdi başka. Ne beklenirdi aslı zulmet olan topraktan hâsıl olandan. Topraktandım alt tarafı; hatadan ve cefadan yoğrulma. Hastalıklı bir ruh bu benimkisi. Bir ayıplı, kusurlu cevherim. Yine de varsam, nefes alıyorsam, insansa adım, dünyadaki hakikatimi bulmalıydım. Bir cila da kendime çekebilsem ya. Dünya dedikleri gelip geçici bir buluttu da, neden altında bu kadar ıstırap çektik? Neden bedenimize üç günlük gelen ruhumuza üç asır etkisi yaptı? Sıtkı’yı da bu süre korkuttu demek. Daha ne zamana kadar kapatıp kalacaktı kendini? Ne zamana kadar yaşamdan kopuk durabilirdi ki. Biz de ondan sonra dağıldık işte. Bizimki de kopuşun bir başka türü. Gömleklerimizi yıkamazdık, tıraş olmayı mesleği olanın işi gibi görür olduk, artık hepimiz birer Sıtkı’ydık. Krizin sorumlusu kelimelermiş gibi ağzımızı da açmadık.

Her şey bir cilayla düzelebilir belki. Yine de deneyeceğim. Cepteki son demirlerle bu işi halledersem kaybolan neşemi bulur, belki kopan bağımı bile onarabilirim. Peki, ya basamağına çömelmiş olduğum bu kahvehanenin ve oradaki ağızları kilitli dostlarımın, hepsinin işsiz olduğu, çoğunun evsiz, artık gömleklerini değiştirmeden yaşadıkları ve her akşam dudakları cilalı spikerden başka kopuşları dinleyen bu Sıtkı’ların da hayatlarına çeki düzen verebilir miyim? Bir cilayla. Dünyaya gerekli olanın cila olmadığı ne malum? Evet, her yere, her şeye cila. Cilalamalıyım her yeri. Kâinatın yüzüne gözüne cila çalmalıyım. Sokakları, caddeleri, dükkânları, fabrikaları, ne varsa, kahveleri, evleri, çehresi dökülmüş şu basamağı, kendi rampa dünyamı, hepsini cilalamalıyım, anlıyor musunuz, ne varsa hepsini.

Cilacı orada, çömelmiş olduğu o basamakta, duruyor, aklına üşüşen ne varsa, neyi karanlık buluyor da içini karartıyorsa, hepsine bir cila çekiyordu. Gri bulutun altında olan Sıtkılardan biri gelip de omzunu dürtünce, bir elinde fırçası, bir elinde cila kutusu olduğu halde, düşünden sıçradı. “Duydun mu,” dedi yeni gelen. “Bizim Remzi yapmış yapacağını. Dudakları rujlu kadın söyledi.” Bunu işitince cila kutusu düştü elinden, tutmak istediği neşesi kaçmıştı ve artık bağlamak istediği herhangi bir bağ da yoktu. Susacaktı, ama ağzından kaçtı: “Cilalı mıymış peki?”

Neyi? diye sormasındı sakın. Neyi diye.

Diğer Yazıları