Güneş batmaya yüz tutmuşken Konya üzerinde, Kültürpark’ın kenarındaki tramvay durağı kalabalıklaşmaya başlıyor. Belediye otobüslerinin de hareket yeri olduğundan mıdır, nendendir kalabalık tarifi imkânsız hal alıyor. Limonatacı, simitçi, şalgamcı kalabalıktan oldukça memnun… Hele belediyeden kiraladığı büfedeki satışlarından mutlu olan büfecinin ağzı kulaklarında…
Ayaküstü laklak eden gençlerin yanında koyu sohbetlere dalan eski dostların da sanki buluşma yeri gibi. Yaşı yarıyı çoktan geçmiş iki dost sıkıca tuttukları ellerini mütemadiyen sallayarak derin bir geçmiş yolculuğu içindeler…
Bu sohbetlere doyum olmuyor. Kimisi siyaset konuşuyor kimisi maç… Dedikodu edenler de var, dershanedeki hocalarından bahsedenler de…
Az ötede, eski Konya evlerini andıran yapısıyla tek başına kalan Yazarlar Birliği Konya Evi duruyor. Geçmişi canlı tutmak istermişçesine, sanki Alâeddin tepesine el sallayıp selam veriyor. Meydanın önemli bir parçası olan bu binanın önü arkası da insanlarla dolu. Ayaküstü sohbetler, meydanın sakinlerinden olan Sofhan Mescidinin duvar üstlerinde bazen banklarda sürüp gidiyor. Onların konuşmaları okuma yazma ve kitap üzerine… Yeni çıkan bir kitabını ateşli şekilde anlatan genç bir yazarı işitmek ya da görmek mümkün… Dergide yeni çıkmış yazısını anlatan bir başkası tebrik bekleyen gözlerle arkadaşına anlatıyor…
Ellerinde poşetlerle hızlı adımlar hep tramvay ve otobüs duraklarına akıyor. Birkaç ekmekle yola düşenler de var civardaki seyyar satıcılardan aldığı sebze ve meyvelerle yola revan olanlar da…
Bir an önce yola koyulmanın sebeplerini anlatmak zor elbette. Bir saat sürecek tramvay yolculuğunda yer kapmak en önemlisi. Yorgun argın işten çıkmış biri için bir saat uzun bir yol… Yorgunluktan uyuyakalma ihtimali uzak değil. Akşama kadar caddelerde gezmek, orası senin burası benim dükkânları dolaşmak, ayakların artık çekmeyeceğini gizlice fısıldadığı insanların bir an önce tramvayda yer bulmak için insan istifi durağa doğru ite kaka yürüdüğü kaldırımlar…
Durağa yaklaştıkça balık istifi insanların gözleri karşıda. Tramvayın gelmesini bekliyor. Birkaç dakika geç kalan tramvaya binmek zorlaşıyor. Hatta imkânsızlaşmanın yanında eziyete dönüşüyor. Nihayet tramvayın birisi geliyor durağa. Her kapıdan binebilme yarışı hücuma dönüşüyor. Binemeyenlerin öfke dolu sözleri yeni tramvay gelinceye kadar sürüyor…
Tekrar koyu sohbetler başlıyor. Tanıdıklar yeniden başka bir konuda konuşmaya başlıyor. İnsanlar akın akın gelmeye devam ediyor. Sıkışıklık arttıkça belediyeye olan serzenişler başlıyor. Olmaz, diyor tecrübesi yüzünden anlaşılan adam:
-Konya çok büyüdü. Nüfus çok arttı. Bu tramvaylar artık çözüm olmuyor. Metro gerekir metro!
Yanındaki arkadaşı bilgelik taslıyor:
-Metro öyle ha dediğinde olacak bir şey değil. Zor iş çok zor…
-Yapmazsan her şey çok zor. Ama şu insanlara bak; tıkış tıkış… Yazık değil mi bunlara?
Yeniden bir kaynaşma oluyor. Tramvayın kendine has uyarıcı sesiyle yeniden bir hücum başlıyor. Elindeki poşetini korumaya çalışan yaşlı adam, adımını kapıdan atmanın rahatlığıyla kendini tramvayda buluyor. Kapının hemen yanı başına duruveriyor. Adım atacak yer yok zaten. Elindeki poşetten kan kırmızısı domatesler görülüyor. Arada bir poşetteki domatesleri kontrol ediyor, ezilmesin istiyor. Tramvay hareket ediyor. Binemeyip geride kalanlar yenisini beklemeye başlıyor. Binenler kendilerine yer bulma telaşındalar. Yaşlı adam binebilmiş olmanın güzelliğini yaşarken gözü tek kişilik koltukların bulunduğu tarafa kayıyor. Bir iki üç derken gençler hep gençler oturuyor koltuklarda. Önündeki gence bakıyor.
İki kulağı da tıkaçlarla kapatılmış gibi. Sanki tramvay çok gürültülü hiçbir şey duymak istemiyor. Torununda da olduğunu hatırlıyor. Çıkar şunları kulağından dediğinde, dedeciğim müzik dinliyorum, dediğini hatırlıyor. İkincisine bakıyor. Onun da aynı şekilde kulaklarında kulaklıklar… Üçüncüsü de dinlediği müziğin ritmine kapılmış başını sallıyor sağa sola.. Diğerlerine bakmak istemiyor, gözleri önüne düşüyor. İç geçiriyor. Bu gençlere ne oldu, sorusunun cevabını düşünmüyor bile.
Üstelik hiç birisi kafasını kaldırıp etrafına bakmıyor bile. Muhtemelen binerken bu yaşlı adamı görüp yer vermemek için bakmıyorlar. Dizlerindeki sızı zaman zaman uyarsa da binmiş olmasına ve gecenin karanlığına kalmadan eve ulaşabileceğine şükrediyor.
Zamane diyor, içinden. Birden aklına bomba gibi bir fikir düşüyor. “Kendi gençliğinde bu kulaklıklar olsaydı…”
Yok diyor kesinlikle yapmazdım. Yaşlılara yer verirdim. Saygıda kusur etmezdim. Onlara yer vermemek için gözlerimi kaçırmazdım…
Bir sendeleme yaşıyor. Tekrar topluyor kendini. Tramvayın tutacaklarına sıkıca sarılıyor.
Virajı hızla dönen tramvayın fırlatma gücüne karşı koyamıyor. Bir uğultu dolduruyor tramvayı. Balık istifi doluluktan yere doğru kapaklanıyor ama insanların arasında bir o yana bir bu yana sarsılıyor. Elindeki poşet savruluyor. Domatesler yerlere saçılıyor. Orta yaşlarda bir kadın oturduğu yerden fırlıyor. Yaşlı adamın elinden tutuyor. Adam kendine geliyor. Kadın adamı kendi koltuğuna oturtuyor. Adam, kadına minnetle bakıyor. Gözleri doluyor. Dalıp gidiyor. Bir an yan taraftaki kulakları tıkaçlı çocuklara bakıyor. Onlar zaten burada değil, dünyanın uzağındalar, gerçek hayatın dış mahallesindeler… Gözleri yerlerdeki saçılmış domateslere bakıyor. Ah bir kalksa birer birer toplayabilse… İmkânsız. Bu kadar kalabalıkta domatesleri bulmak mümkün değil… Kadın yerdeki domatesleri arayan adama bakıyor. İçi burkuluyor. Adam yer bulmasına mı sevinsin, kaybolan domateslerine mi üzülsün bilemiyor…
Bildiği bir şey var; gençlerin bir gün yaşlanacakları…
Kadın arada bir eğiliyor nasılsın amca diyor?
Adam teşekkür ederek dua dolu cümleler kuruyor.
-Kızmıyorum, diyor. Onlara kızmıyorum. Kendime, kendimize kızıyorum. Her şeyi terk ettik. O kadar terk ettik yalnız kaldık. Yapayalnız. Bütün bu olanlar bundan. Başkaları yok, biz yok, insanlar yok. Ben var, insancık var…