Ağlıyordu...
Gözyaşları sel olup akıyor, içi içine sığmıyordu. Hıçkırıkları kesilmiyordu. Sanki üzüntüsü boğazında düğümleniyordu.
İlgi bekliyordu. Teselli edecek birkaç güzel söz, birkaç cümle, birkaç kez başının okşanması belki de yetecekti.
Onca yıldır birlikte yaşamışlardı. Onunla geçen günlerde, nice güzel anıları olmuştu. “Abi” sözünü öğretmişti ona. “Abi” dediği zaman kendini farklı biri hisseder ona küçük kardeşi gibi muamelede bulunur, onu gagasından defalarca öper, tüylerini okşar, tırnaklarını kanatları arasında dolaştırır, kanatlarının altını gıdıklar gibi yapardı.
Babasının karne hediyesiydi. Komşularındaki kuşa özenmişti aslında. Takdir alınca hayaline kavuşmuştu. Kuşçu dükkânına babasıyla birlikte gittiklerinde bu kanaryaya takılmıştı gözleri.
Satıcı, onun hep “Habip” dediğini ifade ederek, ben ona “Habip” diyorum, diyerek ismini de ilan etmiş oluyordu.
Artık Habip’li hayat başlamıştı. Okuldan geldiğinde onunla konuşuyor. Kafesini açıyor, eline, omzuna, koluna, başına konmasını bekliyor, sonunda onunla oyun oynayarak ders yorgunluğunu atıyordu.
Kelimeleri öğrettikçe, bir öğretmen edasıyla davranmaya başladığını fark ediyordu. Öğretmencilik oyunuydu oynadığı. Belki de bu sebeple öğretmen olacağını düşünüyordu. İlk öğrencisi Habip’ti. Ne kadar çok kelime öğretmişti ona. Hele “Selam” demesine bayılıyordu:
“Selam” “Abicim! Abicim benim!” “Cici” “Enes” “Habip...”
Nasıl olmuştu? Ne olmuştu? Bunca güzellikler yaşanırken, güzel günler akıp geçerken bu da nerden çıkmıştı böyle. Ölüm gerçekliğiydi onu duygular karşısında yolculuğa çıkaran. Habib’ini çok seviyordu. Sevgisinin muhatabı “Habip” yoktu artık.
Babasına anlattığında fazla ilgi göstermedi. Ölümün herkesi yakalayacağını, sıradan cümlelerle söyledi. Annesi işten yorgun argın dönmenin isteksizliği ile geçiştirdi.
“Ağlama oğlum! Yarın gider yenisini alırız.” sözü ona çok soğuk geldi. Habip yoktu artık, sevgisini paylaştığı Habip, konuştuğu, yalnızlığını giderdiği, öğretmenlik yaptığı öğrencisi Habip. Kim diyecekti kendine o güzel kelimeleri.
Yaptıklarını anlatacaktı. Anne babasındaki ilgisizlik, burun buruna oldukları odadaki uzaklık, anlatmaktan vazgeçmesini fısıldıyordu.
Bahçedeki açtığı çukura özenle gömmüştü onu. Duvar dibindeydi mezarı. Çiğnenmesini, ayakaltında olmasını istemiyordu. Gözyaşlarıyla yıkamıştı nerdeyse.
Öğretmenlerinin Din Kültürü dersinde anlattıklarından etkilendiği gözlerden kaçmıyordu. Peygamberimizi anlatıyordu öğretmeni. Çocukları ne kadar çok sevdiğini, onlara nasıl şakalar yaptığını... Bir kez daha arzuladı o dönemde yaşamayı. Enes’in Onun yanında geçirdiği güzel vakitlere imrendi. "Medine'nin çocukları hem koşuyorlar ve hem de "Muhammed geldi, Muhammed geldi!" diye bağırıyorlardı. Ben de onlarla birlikte koşmaya ve bağırmaya başladım. Bu şekilde koşup bağırırken etrafıma baktım, bir şey göremedim. Çocuklar yine bağırıyorlardı koşuşarak. Ben de koştum ve bağırdım. Fakat etrafıma dikkat edince gelenleri göremedim. Nihayet Hz. Muhammed ile Hz. Ebû Bekir geldiler. Biz kendilerini gördükten sonra, adını şu anda hatırlayamayacağım adamın biri bizi şehre gönderdi. Bize "Resulullah'ın geldiğini haber verin." diye tembih etti. Şehre koştuk ve Müslümanlara haber verdik...”
Enes, haberci ben olsaydım, dedi sessizce. O da Enes ben de Enes’im diye iç geçirdi.
Hz. Peygamber, Medine'ye geldikten sonra bütün Medineli Müslümanlar kendisine hizmet etmek için yarışıyorlardı. Enes b. Mâlik'in annesinin, hizmet yarışında yapabilecek veya verebilecek hiçbir şeyi yoktu. Bundan dolayı Enes'in elinden tutarak Peygamber'in yanına gitti:
"Ey Allah’ın elçisi, ben fakir bir kimseyim. Sizlere yardım edecek bir şeyim yok. Bu oğlumdur, yardım etmek ve hizmetinizde bulunmak üzere sizlere bırakıyorum. Onu kabul ediniz." dedi.
Peygamber, bu içten gelen arzuyu kırmadı. Enes'i yanına aldı. Onu her zaman yanında bulundurdu.
Sahabe Enes’in anlattığı olay küçük Enes’i alıp geçmişe götürdü.
"Çocuklarla birlikte oynuyordum. Resulullah (s.a.v) olduğumuz yere geldi. Bize selâm verdi. Sonra benim elimden tuttu... "
Öğretmen anlatırken hayalinde peygamber Hazreti Muhammed’in elinden tutup onunla yürümeyi, onunla koşmayı, onunla oynamayı çok istedi. Başında onun elini hissetti. Saçlarını okşuyordu. Ona gülüyordu. Gülümsüyordu bütün zarafetiyle. Onun çocuklara olan ilgisi gönlünde bir ateş yakmıştı. İnceden inceye yayılıyordu bütün hücrelerine kadar.
Öğretmenleri bugün bir film izletmişti. Zeynep ile Hüseyin peygamberi anlatıyordu. Dinledikçe geçmişe gidiyor, o günleri, onun elinden tutarak yürüdüğü yollarda arkadaşlarına gülümsüyor, bakın peygamberimiz beni seviyor, diyordu. Artık sadece dinliyor ya da sadece görüyor değildi. Yaşıyordu, hissediyordu...
Zeynep örnekler anlattı:
Hz. Abbas’ın hanımı Ümmü Fadl, Hasan veya Hüseyin efendilerimizden birini Resulullah’ın yanına getiriyor. Hz. Peygamberin kucağında çocuk işeyince Ümmü Fadl “pislettin” deyerek omzuna vurup, azarlayınca Hz. Peygamber “Allah iyiliğini versin. Oğlumun canını yaktın.” diyerek memnuniyetsizliğini ifade ediyordu. (İbn-i Mace)
Söze Hüseyin girip Enes’i can damarından vuran olayı anlattı:
Enes bin Malik’in kardeşi Ebu Umayr’ın bir kuşu vardı. Onu sever, oynardı. Bir gün kuş ölünce küçük Ebu Umayr çok üzüldü.
“Benim gibi” dedi Enes. Habip aklına geldi. “Enes’in kardeşiymiş” diye mırıldandı. Dinlemeye devam etti.
Ebu Umayr’in bu halini gören Hz. Muhammed (s.a.v) onun neden üzgün olduğunu sordu. Durumu öğrenince Ebu Umayr ile ilgilindi. Ona baş sağlığında bulundu ve teselli etti.
O günden sonra Ebu Umayr’i her gördüğünde ona şakalar yaptı. Ve "Ya Eba Umayr küçük kuşun ne oldu?" diye sordu...
Tam bunu söylemeyi düşündü anne babasına.
Babası hâlâ aynı şeyleri tekrar ediyordu:
“Yarın gider alırız bir tane daha.”
İzlediği film ve öğretmeninin anlattıklarını düşündü. Tekrar Hz. Muhammed’in akşam kendi evlerine gelip baş sağlığı dilemesini ve ona şakalar yaparak teselli etmesini ne kadar istedi.
Ama bu gün Peygamber yoktu. Belki ailesi bunu yapabilirdi. Biraz daha bekledi. Sonunda dayanamadı ve yarı ağlar bir şekilde düşündüklerini söyledi:
“Peygamberimiz döneminde bir çocuğun kuşu ölünce...”
Anne ve babası bir anda çocuklarına bakakaldılar. Diyecek bir şey bulamadılar.
Çocuklarının beklediği ilgiyi gösteremediklerini düşünüp utandılar. Hâlbuki “Küçüklerimize şefkat etmeyen bizden değildir.” hadisini onlar da biliyorlardı.