Çarpılır adam be! Çarpılır.
Taş deyip de geçilir mi hiç hoyratça?
Taş deyip de boş verilir mi?
Taş kelimesi taş katılığıyla biliniyordu belki ama, niye koca koca üniversiteler “Taş Sempozyumu” düzenliyor, koca koca araştırmacılar “Taş Kültü” üzerine dosyalar dolusu yazılar hazırlıyorlardı?
Ne bulmuşmuş da taştan, gittikçe bunuyor muymuş da, herkes aya yıldıza tur düzenlerken taşın başında put kesiliyormuş da. Muş muş da muş muş. Bir sürü terane.
Ne alıp veremedikleri vardı ki taşlarıyla? Hem onlar alışıldık taşlardan değildi ki? Aslı belli nesli belli birer şaheserdiler. Öyle olmasalardı, ta bilmem nerelerden katır sırtına kurulur da tıkır tıkır gelirler miydi yeni gelin edasıyla?
Bildik taşlardan değillerdi. Selin önünde yuvarlanan, bir görmeyenin yoluna engel olan, tarla yolunun suyunu tıkayarak mahsule hıyanet edenlerden değillerdi.
Taş ustalarınca ocaktan sökülen, kıvılcımlar çıka çıka yontulup, ter damlatıla damlatıla oyulan, millet daha hamura bile doğru dürüst şekil veremezken, mezar taşı, temel taşı, loğ taşı, soku taşı, kuyu taşı, binek taşı, sadaka taşı, su taşı... haline getirilen muazzam birer sanat eseriydiler.
Yamru yumru, ruhsuz bir kalabalık değillerdi bir kere. Sıra sıra, irili ufaklı renk renk, çocuklarının küçükken sini başına çevrelenmeleri gibi dört tane yan yana dizili birer su taşıydı onlar. Tıpkı, Nusret, Nüzhet, Nükhet, Nedret gibi. Onların da böyle ağızları açıktı bir zaman. Onlar da “bizi doldur ana!” der gibi dururlardı mektepten geldiklerinde. Bizi doyur. Bizi sev. Bizi büyüt. Bizi kuşat bakışlarıyla.
Kuşatmış mıydı peki? Doldurmuş muydu?
Aksi düşünülür müydü ki?
Hangi ana, hangi Anadolulu kadın boşvermişti ki bu dilsiz mesajlar karşısında? Ya da hangi canlının “beni doldur, doyur!” çağrısı geri çevrilmişti şimdiye dek?
Herkes fedakârdır da, ana konumunda olanlar daha bir türlüdür. Karşılık beklemeden doldurur aç istekleri. Kendisine verilen ilâhi bir emir gibi algılar vaziyeti. Kâh bir pembe-beyaz bebeği doyurur, kâh bir bayrak kırmızısı sardunyayı, kâh ıslak gözlerle merhamet dilenen sokak kedisini, kâh da kilometrelerce öteden kanat çırparak pencere önüne konan arıyı
Amaç doyurmaktır da araç neydir peki?
Tas mı? Tabak mı? Biberon mu? Taştan oyma bir suluk mu? Yalak mı?
Ya da, yılların hüzünlü bestelerini bağrında hapseden ağzı kırık bir küp eskisi mi?
Ne bulmuşmuş inekten? Kutu kutu, torba torba süt-yoğurt varken niyeymiş bu eziyet? Herkes aya yıldıza tur düzenlerken kendisi hâlâ bu ilkelliklerin içinde patinaj yapıp duruyormuş... Muş muş da muş muş.
Daha önce, yani beş yıl önce de işitmişti; yalnızca bir kelime farkıyla. O zaman taş değil inekti günün konusu. Ağzı var dili yok denen cinstendi mevzuu edilen.
İnsan hiç iki büklüm varır mıydı ineğin yanına? Otuydu samanıydı, gübresiydi, suyuydu uğraşıp durur muydu gün boyunca? Televizyon başında insan eğiten onca program varken, ahır içinde ömür geçirir miydi?
İşte o zaman satmışlardı Haney’i. İşte o zaman görmezden gelmişti “doyur” nazarlarıyla her sabah kapıyı gözetleyen evden yetişme alacayı. Bakmamıştı ahır kapısından çıkıp, melemeleriyle mahalleye aşağı kuyruğunu çarpa çarpa, kocası ölmüş bir gelinin baba evine geri dönüşü gibi melûl mahzun gidişine.
“Taşa verdim yanımı,
Toprak alsın canımı...” türküsüne ilk defa o zaman ağlamıştı.
Niye insanın ömrü kendi istediği zaman bitemiyordu ki? Niye bedenler bir başka bedenin gözüne batar oluyordu ki belli bir dönemin ardından?
Yani beş yıl önce.
Yani, evde hükmü süren Pala Süleyman’ın öbür tarafa gidişinin üzerinden üç yıl sonra. Nükhet’in öğretmen oluşunun üzerinden on beş yıl, Nüzhet’in deniz subayı oluşunun üzerinden on yedi yıl, Nedret’in, en büyüğün Almanya’ya gelin gidişinin üzerinden yirmi yıl, son beşik Nusret’in baba oluşunun üzerinden on yıl geçtikten sonra.
“Doyur. Şefkat göster. Kolla. Kuşat. Bizi sev!” bakışlarının bulanıklaşmaya başladığı, “artık biz de her şeyi biliyoruz. Biz de kuşatır olduk” mesajları verilmeye başladığı günlerde duymuştu işte.
Doldurmalı değil miydi yalakları, sulukları? Kuşatmalı değil miydi merhamet dilenen canlıları?
Haney’in gidişiyle ahırdan ayağının kesileceğini sanmışlardı berikiler lâkin... o kadar kolay mıydı neredeyse ana sütü emdiği yıllardan beri tanıştığı ahır kokusundan vazgeçmek? O kadar kolay mıydı su bakracından, suluktan, saman kalburundan, ot tahrasından vazgeçmek. Ve hatta süzgeçten, süt kazanından, peynir tuluğundan...
Emeklemeye başladığı dönemlerden beri adım attığı, yaşına göre işlerine yardım ettiği, gün gelip vakit çatınca ağızsız dilsizlerin hükümranlığını yaptığı, kendi kendine yol alan işlerden birdenbire, pat diye vazgeçmesini ummak... kolay mıydı? Kendince bütün bunlar, “canlı canlı mezara gir!” demek gibi bir şeydi aslında ama... ah şu ama’lar olmasa!
Ahırla, taşlarla, avluyla uğraşma. Hanım ol. Komşulara git. Yaşıtın insanlarla muhabbet et. Dünyanın suyunu ister o taşların içi. Canına bak canına. Bu yaştan sonra nene gerek ıvır zıvır işler?
Taştan oyulma sulukları doldurmak, Haney’den boşalan ahırda üç beş tane çilli kızı barındırmak ıvır zıvır iş miydi ki? Ne zamandır hanımlıkların şekli şemaili değişti?
Hem o taş sulukları doldurmak kendisine zorluk vermiyordu ki? Eni konu bir bakracın içindeydi harcadığı su. Günaşırı saçını yıkayıp türlü cins kremlerle kirpi gibi şekil veren torunu mu fazla harcardı, her sabah sıra sıra dizili suluklara su dolduran kendisi mi? Halı yıkayan, yün tokaçlayan, yumruk kadar balkona yarım saat su döken gelinin harcadığı miktar mı çoktu kendi hissesine düşen mi?
“Taş olsaydım erirdim. Toprak idim dayandım” diye bir söz vardı eskiden. Taş erir miydi ki? Eğer eriyorsa niye “taş yürekli” demişlerdi merhameti kıt olanlara?
Niye insanoğlu için, “taştan kaim, gülden nazik” benzetmesinde bulunmuşlardı önceki kavimler?
Niye, taş olukların, sulukların vereceği zorluk(!) hesaba katılıyordu da gülden nazik gönüllerin kırılması akla gelmiyordu?
Niçin, vefa denilen duygudan yoksun insanlar türüyordu mütemadiyen.
Niçin, evinde kendisine eşlik edecek köhnemiş tahtaların çıkardığı gıcırtılardan başka ses kalmayan Muazzez Hanıma verdiği söz gözardı ediliyordu ki?
“Ben artık buralarda duramayacağım komşu. Ankara’ya gidiyorum bu güz. Çocukların kışlıklarını hazırlayayım, oğlanlar gelip beni alacak. Kimbilir belki evi de satarım”
Aynı senenin gelinleri, aşağı yukarı aynı senenin anneanneleri, babaanneleri olmuş iki candan komşunun birbirinden kopması, Pala Süleyman’ın, Haney’in ayrılığına denk gibiydi neredeyse.
Pekâlâ karşılıklı verilen sözler tutulmaz mıydı?
Kenarını oyaladığım bu örtüyü eline her alışında beni an komşum. Beni unutma.
Hepsi bir yana da şu kaynatamdan kalma tavukların taş suluğunu nasıl boş bırakacağım? Gelin geldiğim seneden seri her sabah su doldururum. Tavukları bıraktım kurda kuşa, arıya böceğe bile lâzım oluyor. İçim sızlıyor bu canlılar nereden su içecekler diye? Nasıl götüreyim Ankaralara? Bir yere sığdırmazlar ki? Sana versem ölülerimin canı için doldurur musun onları? Sular mısın garipleri?
Suyun lâfı mı olur a komşum? Seve seve doldururum. Hem ayaklarım işlemez oldu Haney’den beri. Açılırım.
Kocan da yok artık, Haney de. Ne zorun var ki sabahın köründe? Rahatlık batıyor mu sana? Yat paşa gibi yatağında. Hem ev halkı rahatsız oluyor sen ayaklanınca. Uykularını alamıyorlar.
Güneş altın buklelerini çözüp otlarla ağaçlarla cilvelenmeye başladığı ilk saatlerde dolmalıydı suluklar. O zaman çok olurdu içeni. Bala giden arılar, işe çıkan uğurböcekleri, tatarcıklar, çekirgeler... “Ben yumurtladım. Duyan duymayana iletsin!” edasıyla naralanan tavuklar, “ben bu kümesin kralıyım!” tavrıyla göğsünü madalyaya doğru uzatan olimpiyat şampiyonu kılıklı horozlar...
İplik iplik kendine has otçuklarla yosunlanan, birisi kara taştan diğerleri ak taştan oyulma dört tane suluğun ara sıra yıkanması da gerekirdi tabii ki? Keçi keçiyken yerini temizlemez miydi?
Pekâlâ taştan oyulma suluklar yuvarlansaydı, yosun tutmaz mıydı? Niye insanlar yuvarlanmıyorlardı; niye yataklarında yosun tutma hastalığına tutulmuşlardı? Niye idi bunca uyuşukluk?
Deli danadan sonra deli tavuk hastalığı da çıkmış. Televizyonlar bangır bangır bağırıyorlar. Satalım şu çilli kızlarını.
Çilli kızları satmak mı? Pala Süleyman’dan sonra, Haney’den sonra, Muazzez hanımdan sonra mı? Ama onlar benim dostlarım. Yârenlerim. Her birinde ayrı dostumu yaşatıyorum.
Uzakdoğuda insanlar kırılıp geçiyormuş bu illetten. Çoluğa çocuğa bir şey olacak diye ödüm kopuyor. Biz kalp sektesinden gideceğiz, hanımın tındığı yok.
Televizyon izlemiyor ki. varsa yoksa tavukları, sulukları!
Evde beslenenlerden türlü hastalık çıkar. Çiftlik malı tavuklardan alınma yumurtalar daha sağlıklı.
Zaten doğru dürüst verim yok. Satıp kurtulalım bunları.
Hem sabahın köründe aşağıya ineceğim diye evi de ayağa kaldırmamış olur.
Çilli kızlar da giderse kime türkü söyleyecek?
“Fincanı taştan oyarlar,
İçine bâde koyarlar,
Sen bize gelme duyarlar,
Sen kimin canısın canı,
Sen yine doldur fincanı”
Bunlar bâdeyi bilirler mi ki peki? Türküyü, vefayı bilmeyenler, bir dost eliyle bırakılan yâdigarı, “içini daima dolu tut” denilen suluğu bilirler mi?
Niçin evde kafes içinde beslenen, kırmızı gözlü, ta bilmem nerelerden getirtilen beyaz tüylü fareye gösterilen alâka çilli kızlara da gösterilmiyor. Niçin Hamster mıdır, Gonzolez midir onun önüne konulan mısırlar, fıstıklar, türlü yemler görmezden geliniyor da bahçeye silkelenen sofra artığı ekmek ufaklarından nasiplenen tavuklar göze batıyor?
Son senelere kadar fareler, yılanlar, kaplumbağalar evcil olarak hâyâl bile edilemezken, asırlardır insanlara hizmet eden iki ayaklı tavuklar niçin mikrop kaynağı olarak kabulleniliyor?
Niçin arıların, çekirgelerin, sineklerin, böceklerin, serçelerin, kargaların, ağaçkakanların, türlü canlının suya ihtiyacı olduğu düşünülmüyor? Niçin bir yudum suyun verdiği ferahlık, duyulan minnet hesaba katılmıyor?
Ah doktor ah doktor... neler çektiriyor bize bir bilseniz!
Konuşmuyor hiç. Yokmuşuz gibi davranıyor.
Tavukları vardı üç beş tane. Deli tavuk hastalığı olacağız diye satmak zorunda kaldık. Bilirsiniz ya. Kaç zamandır gündemdeydi. Ondan olacak, bize tavır çiziyor.
O günden beri yemiyor içmiyor. Sadece güneş doğarken aşağı inip taş suluklara su dolduruyor.
Çömelip göğü gözlüyor. Suya konan arılara böceklere seviniyor. Sonra da...
Sonra da yukarı çıkıp odasına kapanıyor. Sofraya gelmiyor. Konuşmuyor. Taş gibi ruhsuz, hareketsiz duruyor.
Taş gibi mi? Taş gibi mi?
TAŞ GİBİ Mİ?
Taş ruhsuz mu? Ruh mu yüklemeli bir yerlerden?
Ya da taş deyip de geçmeli mi kısa yoldan?