Öğretmenlik hayatımın ilk yılı ve ilk mayısıydı. Buruşuk suratlı, pamuk yığını anneannem, benimle mayısa kadar sabredip oturmuş, havaların ısınmasıyla, yeni yerime alıştığım kanaatiyle, memlekete dar düşmüştü.
Kader işte. Aydın neresi, buralar neresiydi... Yiyecek ekmeğin, içecek suyun, soluyacak havan olunca, dağ be dağ aşıp kilometrelerce öteye, bilmediğin yerlere geliyordun işte...
Ev sahibim, marangoz olan eşini birkaç yıl önce kaybetmiş, çocukları gurbette, yerlilerin saygı gösterdiği, okkalı bir hanım olup, kar gibi örtüsünün gerisinden çocuk saffetiyle bakıp, karşısındakini şıp diye çözen, güzel karakteriyle beni kendisine bağlamayı beceren bir temiz ruhlu bir varlıktı.
İlk günler, annemin, babamın, anneannemin mevcudiyetine rağmen boğulacak gibi olmuş, beni bu yaşa getiren velinimetlerim memlekete gitmeden evvel istifa edip, fırsat bulup tamamını çözemediğim denkleri geri yükleyerek evin yolunu tutmayı bile düşünmüştüm.
Yolu görmeyen, bahçe içinde, her tarafı zümrüdî yeşile bürülü ev, normalde tabiatı sevdiğim halde, beni nedense sıkmıştı.
Okulla ev arasında mekik dokuyup, yeni yurdumu yeterince gezme imkânı bulamadan, erken bastıran kışın esiresi olmuştum şimdi de... Beyaz örtüden yorganını boğazına kadar çeken kasaba, dört gözle sömestriyi beklediği halde ak cefaya hapsolan, Aydın’lı, sıcağa alışkın bir kızın, biri diğerine benzeyen kurşuni günlerle boğulduğunu nereden bilecekti ki?
Koca bir kartopu gibi -daha doğrusu çığ altındaymışız gibi- gördüğüm mekân, o beklediğim baharın gelip, saçaklardan şıpırtılı sıcak damlalar halinde yaz müjdesi vermesiyle güzel görünmeye başlamış, içime bir parça ferahlık serpilmesine sebep olmuştu.
Çatılardan, toprak anayla vuslatı beklermiş gibi ivedilikle süzülen ılık damlacıkları, geniş bahçelerin, yolların karı takip etmiş, saçak aralarında yuvalanmış kuşların cıvıltılarıyla yüreğimdeki don da çözülmeye yüz tutmuştu.
Soba başında anneannemle yediğimiz yemekler, yaptığımız sohbetler, ev sahibemizin ara sıra getirdiği yöre yemekleri, bir iki yakınına gezmeye götürmesi gibi anlayışlı tavrı olmasaydı, onca ay imkânı yok dayanamazdım.
Ömründe, doğup büyüdüğü, gelin olup kocadığı şehrin dışına çıkmamış, torun hatırına gurbet ellerde eylülden mayısa kadar sabredip oturmuş anneannemi, trene bindirip gözyaşları arasında yolcu ettiğimde, hasret dolu garip yüreğimi de bir başka kompartımana yükleyip aileme sevdiklerime gönderdiğimi, ev sahibem sezmişti.
Görmüş geçirmiş edayla “Kızım her taraf senin memleketin. Ya okumayacaktın, ya da hasretliklere katlanmayı öğrenecektin. Şu buzdan kalbini kır, etrafınla ilgilen azıcık” derken, gözlerimde ki siyah gözlükleri de çekip atmıştı.
O günden sonra, arı vızıltılarının kelebek danslarına tempo tuttuğu, toprağın böbürlenerek göğsünü ileri fırlatıp, alıyla moruyla, sarısı mavisiyle bir sürü çiçeği otu ağacı bizlere sunduğu bu güzel bahar ayında, etrafa başka bir gözle bakar olmuştum.
O, yeşile bürülü, “içeriyi karanlık ediyor” diye sızlandığım bekâr, evim, üç beş parça eşyam bana zevk vermeye başlamış, yavaş yavaş bahçeye de çıkmaya başlamıştım. Henüz acı-ekşi çağla olan eriğin meyvesi, bugün yarın patlayacak olan tomurcuklarla dolu güller, bahçeyi kokuya gark eden sümbül ayrı bir hâz ayrı bir lezzet vermeye başlamıştı.
Hakikaten de ev sahibemin dediği gibi her yer benim memleketimdi. Şu gülün bizim bahçedekinden ne farkı vardı sanki? Ya da pencere dibindeki sarmaşığa sokularak, nağmeler döktürüp, şair duygularımı galeyana getiren bülbülün memleketimdekinden ne eksiği vardı ki?
Anneannem gideli, sürekli beraber yediğimiz yemekler, yaptığımız sohbetler bu temiz yürekli kadına beni öylesine bağlamıştı ki onu, yaz tatilinde eve götürmenin hayâllerini bile kurmaya başlamıştım. Sonbahara kadar bizde kalır, sonra beraberce annemin yaptığı, bahçemizin ürünlerinden reçelleri, konserveleri, tarhanaları yüklenerek dönerdik...
Okuldan yorgun geldiğim bir akşam üstü, son günlerde âdet haline getirdiğimiz akşam üstü çayını, avludaki, sözü dinlenir hanımağa gibi oturan toparlak gül ağacının dibinde yudumlarken teklif etmiştim de. Görmüş geçirmiş, nice badireler atlatmış bu muhterem kadın, sükûnetle, aynı zamanda da memnunlukla dinlemişti. Kaç gündür söylemeyi tasarladığım sözleri bir çırpıda anlattığıma gizliden gizliye sevinirken, onun çocuksu gözlerindeki olumsuz ifadeyi yakalamakta da gecikmemiştim.
Ben sabırsızlıkla vereceği cevabı beklerken, o, gözlerini bir müddet, sarı-kızıl feracesini, şafakla birlikte serdiği yeryüzünden toplayıp dürerek, istirahata çekilmeye niyetlenen güneşin ufukta bıraktığı kızıllığa dikmişti. Bu, kaç aydır gariplik çeken kızı daha fazla üzmeye gönlü razı olmayan kadın, bir iki tereddütten sonra, nihayet, gidememe sebeplerini anlatmaya başlamıştı:
Her Cuma ziyarete gittiği kabristanı, ekmek ufaladığı onca kuşu, bozuk havalarda reçel sulandırarak ziyafet çektiği arıları kime emanet edecekmiş? Gurbetteki oğlu-kızı da ısrar ediyormuş da onlara bile gidemiyormuş; benimle Aydın’a kadar nasıl gitsinmiş. Hem gül perilerini nerelere bırakırmış?
Gül perileri mi*? İlk defa duyuyordum. Akıllı kadındı vesselam. Daha ağzımı açmadan zihnimden geçirdiklerimi sezmiş, merakımı gidermeye başlamıştı bile...
Her gül ağacının perisi olurmuş. Gül dallarına salıncak kurup, bebeklerini sallarlarmış. Kimi gün çocuğun “Anne” diye seslenişi, ağlayışı duyulurmuş, kimi gün de annenin “Yavrum” deyişi, ninnileri. Her akşam, yatsı vakti üç kulhüvellahu bir elham okunursa o ev bereketli, mutlu olurmuş. Yok eğer okunmazsa, bir daha görünmezlermiş...
Görünmek mi? Korkmaya başlamıştım.
Ev sahibem, bebek yüzlü Hayriye teyzem, yıllardır görmediği can dostuyla hasret gidermiş de, onu bana anlatıyormuş gibi, yanakları pembe pembe, sakin sakin devam etmişti...
Kimseye bir zararları olmazmış. Evlerine, içinde yaşayan insanlara bağlı olurlarmış. Öyle ki evin kadınını iş yaparken, inek sağarken bile yalnız koymazlar, arkaları sıra mırıltı halinde nağmeler okurlarmış. Zaten sadece kadınlara görünürlermiş. Bu eve gelin olarak adımını attığı gün, rahmetli kaynanası söylemişmiş; o zamandan beri her yatsı vakti okuyormuş. Unuttuğu gece, gül dalından bebek ağlaması sesi geliyor, okumasını hatırlatıyormuş. İlk zamanlar o da korkmuş ama zamanla alışmış... Hep de iyilik görmüş, hiç kötülüklerine denk gelmemiş.
Gayriihtiyarî, gözlerim, avluda-bahçede öbek öbek, vakur bir edayla duran, pembeli sarılı, kırmızılı beyazlı, katmer katmer, mis kokulu güllere çevrilmiş, ibrişim iplerle asılı kar beyazı kundakları, kar beyazı uzun elbiseleriyle bebeklerini sallayıp, ninni okuyan perileri aramıştı.
***
Daha sonraki tayin yerlerimde de, evlenip yerleştiğim İzmir’de de hep bahçesinde gül olan evlerde oturmuş, her yatsı ezanı dualar göndermiştim.
Şimdi ben de çocukları gurbette, öğretmen olan eşini kaybetmiş emekli bir ev sahibiyim. Benim de genç kiracılarım oluyor. Onlara gül perilerinden bahsediyor, saadetleri için her gün dua okumalarını rica ediyorum. Kimisinin sesi çıkmıyor, uysallıkla kabûlleniyor, ya da inanmış gözüküyor; kimisi de “Zavallı ihtiyarcık, aklını oynatmış” gibilerinden şaibe ile bakıyor çehreme.
Ben bizzat görmediysem de, uyku aralarında kulağıma gelen ağlamalara, belli belirsiz ninni seslerine şahit oluyorum... Hatta, bazı günler yatağıma gül kokuları geliyor. Kendimi mi kandırıyorum bilemiyorum ama ben de ev sahibem gibi gül perilerini koyup öz çocuklarımın, torunlarımın yanına gidemiyorum... Her gece, ninni beklerken uyuyakalıyorum...
***
Ömrü üç beş ay olan gül mevsiminde, ne olur fısıltıyla konuşun, ya da susun! Derinlerden gelen ninni sesine kulak kabartın lütfen... Katmer katmer açmış güzellere, siz de okuyun olmaz mı? Belki size görünüp, kar beyazı eteklerinden mutluluk saçarlar evinize, yuvanıza... Kimbilir?
*Gül Perileri: Kutlu Özen-Sivas Efsaneleri Sh.345 Sivas 2001