Fesüphanallah. Bu yaşına gelmiş böyle bir şey duymamıştı. Hem de ciddiyetiyle etrafını kırana veren Zerrin Hanımdan hiç...
Gözlüğünün üstünden bir kez daha okudu kapıya iliştirilen notu. Evet, aynen anladığı gibiydi.
“Rahatsız etmeyin. Karagöz saatindeyim”
Bazen kaçıklık ettiğini işitiyordu ama... bu kadar da olur muydu canım? Akşamın şu saatinde, herkes birer ikişer evlerinin yolunu tutma hazırlığı içindeyken...
“Ne güzel şey Zerrin’le aynı güzergâhı paylaşıyor olmanın tadını çıkarıp aynı arabada beraber gidiyor olmak” diye hava atmasaydı, bu da başına gelmezdi herhalde. Çünkü odadan çıkarken, sırf Aliye Hanıma işittirmek maksadıyla söylemişti bu sözü. Nazarı değmiş olmalıydı. Zaten çok kötü bakmıştı arkasından.
Ama oh olsundu işte. Bir kere kendi arabasına binme teklifi yapmış mıydı Aliye Hanım? Ama sevgili Zerrin Hanım öyle miydi? Bir arada olduklarında verdiği pozitif enerji en az iki gün sürerdi. Bir başkaydı o. Aynı arabada gitmek her kişiye nasip olmazdı. İyi ki sesli söyleyip kadının yüreğine oturtmuştu bunu.
Yalan da sayılmazdı aslında. “Yağmurlu havalarda arabama gel. Otobüs bekleme” diye kaç kez rica etmişti işyerinin beyni durumundaki hatun kişi. Yani Zerrin.
Bilgisi, görgüsü ve diğerlerine fark atan zekâsıyla, erkeği kadınıyla bir arada olmak için can attıkları mesai arkadaşının kapısını tıklatıp, “hava yağmurlu, birlikte gidebilir miyiz?” ricasını yapmak için gelmişti ama...
Alışık olmadığı bir durumla karşı karşıyaydı. Görüşmelerinden sekreter hanımın haberi olurdu hep. “Zerrin Hanım yerinde mi?” diye sorduğunda bön bön bakmış, tırnağını törpülemeye devam ederken, başını sallamıştı.
İyi de kimdi bu Karagöz? Bildiği kadarıyla Zerrin Hanımın kocası elli metre öteden mavi mavi bakan gözleriyle, sarışın bir Karadenizliydi.
Karagöz, Karadeniz... bir bağlantısı olabilir miydi?
Acaba o not, “eşim olacak Karadenizliyle birlikte özel bir konuşma yapıyorum ve rahatsız edilmek istemiyorum” anlamına mı geliyordu? Ama Karagöz tanımına pek uyum sağlamıyordu ki eşi... Hem adamın adı yok muydu ki? Üstelik de güzel bir adı vardı. Şeeey, adı neydi be adamın? Bora mı, Buğra mı, Burhan mı, B harfiyle başlayan bir şeydi. Unutkanlık başa belaydı.
Fakat, kocasının işyerine gelmesi ender rastlanan şeylerdendi. Hele böyle odalara kapanıp görüşmeler yapması, asla düşünülmeyecek bir durumdu.
Üniversiteden arkadaşı filan? Ya da önceki kanaldan bir arkadaşı?
Sakın bu Karagöz kedi medi olmasındı? Ya da kuzu? Çünkü daha çok alacalı bir kuzuya yakışan bir isimdi.
-Kendine gel İffet. Hiç işyerinde kuzu olur mu? diye söylendi kendi kendine. Çok çalışmaktan kafası durmuştu anlaşılan. Bir çok zaman durduğu gibi.
Öyle ya. Bütün bir öğleden sonranı bir haber görüntüsüne ayırırsan, saat ikide masana koyulan çayı, dörtbuçukta farkedersen sonuç böyle olur işte. Kağıtlar, grafikler, metinler, görüntüler, susmak bilmeyen telefonlar, insanda ne kafa bırakıyordu ne de bir şey...
Bir de eve gidince Enver’in surat asması yok mu... tuz biber değil, baharat takımı oluyordu bunların üstüne. Aliye’nin bakışlarından bin beterdi Enver’in sözleri.
İyi ki annesini memleketten getirmişti yanına. Hiç değilse çocuklara göz kulak oluyordu da, gönlünün o tarafı rahat kalıyordu. Romatizmasının azmadığı günler, bir de memleket işi yemek yapmıyor muydu? On parmağını yala cinsinden. Enver’in bile suratı güleçleşiyordu o zaman. Annelerin yeri bir başkaydı canım. Eh, Enver’in de.
Yoksaaa bu yağmurlu havada koşar adım durağa git, otobüsü bekle, tıklım tıkış insanların arasında kendi semtine doğru ağır aksak ilerle, indiğin duraktan beş dakika kadar yürü ve yorgun argın eve düş. Islanmış ayaklarını, üstünü başını, yağmur suyu sızan şemsiyeni bir tarafa kaldırırken, çocuk kavgalarıyla kendinden geç. Yağmur. Yağmuur...
YAĞMUR!
Öyle ya. Bugün de yağmurluydu hava! Yoksa, Genel Yayın Yönetmeni Zerrin Karaoğlu’nun kapısı önünde niye bekliyor olsundu ki.
O kadar söylemişti kocası olacak adama. Edremit’te yazlık yaptırmak yerine, Çankaya’ da, Cinnah’da ya da Ayrancı taraflarında sığacakları orta halli bir daire ile, üste kalanıyla ikinci el bir araba alsalar ne olurdu? Bu yağmurda çamurda...
Yok efendim, aylar boyu dur durak bilmeden çalışanları, ancak ki ücret kaygısı çekilmeyen tatiller, dolayısıyla da yazlıklar kurtarırmış. Öyle, kimsenin karışmayacağı pansiyonlar olmamalıymış ki rahat edilebilsin.
İyi güzel de Enver Efendi, tek katlı, mütevazı bir evcik neyine yetmiyordu? İlle de üç katlı mı olması gerekiyordu? Ufacık bahçesi olan küçük yazlık evleri istememiş, “üç katlı olup, deniz görünecek” diye tutturmuştu. İşte şimdi de ödemek için canlarını dişlerine takmış didinip duruyorlardı.
Geçen seneden beri aynı mantoyla gidip geliyordu. Hem de televizyon gibi görsellik aranan bir işe. Bu oturmuyor muydu içine? O Aliye denen kadın daha öbürü eskimeden yakasında kocaman bir kürkü olan ceket almıştı kendine inat. (Sanki kamera önündeydi de. Fiyakasından geçilmiyordu)
Bir kolundaki saate baktı, bir de birkaç dakikadır dikildiği kapıya. Gitse miydi? Ama havayı güzel görüp şemsiyeyi de almamıştı sabah çıkarken. Tüh, ne yapsaydı?
Eğer büyük ciddiyetle tırnağını törpüleyen sekreter cevap vermeye tenezzül ederse belki bir “alo” ile durumu öğrenebilirdi.
Ama not?
Karagöz?
-Şey, Nurten Hanım. Bir bakabilir misiniz telefonla, Zerrin Hanıma?
-Girmediniz mi içeriye siz? Bana bir şey söylemedi ama...
-Kapısında notu görünce girmedim.
-Not mu?
-Evet.
“Allah Allah” diye mırıldanan sekreterin bile garibine gitmişti durum. Dudağını büküp, başını bir sağa bir sola çevirdi tuşlara dokunurken.
Karşısındakinin tavrından durumu çözmeye çalışan İffet Hanım bayağı bir meraka düşmüştü.
-Meşgulmüş. Karakaş mı ne, öyle bir şey dedi.
Karadeniz, Karagöz derken bir de Karakaş çıkmıştı başına.
Amaaan, göbeğini aynı iple mi bağlamışlardı sanki? Tuz değildi ki erisin. Şemsiyesiz olsa ne çıkardı ki? Birazcık ıslanır, eve gidince kurulanırdı olur biter. Fazla kurcalamanın bir âlemi yoktu Karagözü Karakaşı...
-Teşekkürler Nurten Hanım. Zahmet oldu, deyip kendi odasına doğru yollanırken sekreterin telefonu çaldı.
İçinde soru işaretleriyle, bulunduğu yeri terke hazırlanırken konuşmaya kulak kabartmadan da edemedi.
-A, evet gitmek üzereydi. Söylerim.
Kendisiyle mi ilgiliydi acaba gelen telefon?
-Bir dakika İffet Hanım. Zerrin Hanım sizi odasında bekliyor.
-??!!
Birkaç adımla vardığı odanın kapısını tıklatırken, isimliğe iliştirilmiş nota göz atmadan edemedi. İçeride karşı karşıya oturup, çay yudumladıklarını farzettiği kara kaşlı, kara gözlü, Karadenizli karayağız bir vatandaşı görmeyi umut ederken, karşılaştığı manzara olduğu yerde hoplattı içeri gireni.
Masada bir bardak su, bir paket patlamış mısır ve önündeki ekranda Karagöz’le Hacivat’ın bir temsiliyle kendinden geçmiş bir halde, ayrı bir âlemden seslenir gibi konuştu Zerrin Hanım:
-Birkaç dakika bekler misiniz? Bitmek üzere.
Neydi bitmek üzere olan? Karagöz mü? Yoksa yaptığı sohbet mi? Ama ortada sohbet edecek kimsecikler de yoktu. Kendisi girmeden çıkmış da olamazdı. Koridorda rastlaşırdı mutlaka.
Evet evet, durum anlaşılıyordu galiba. Bu geleneksel Türk eğlencelerinden biri olan temsilde, muhakkak haberlik bir durum vardı ve yılların kurt televizyoncusu Zerrin Hanım da bunu kendi kurallarına göre hazırlıyordu.
Ama genel yayın yönetmenliği makamındaki birisi için bu kadar titizlik fazla değil miydi? Bu işi diğerlerinin yapması gerekmiyor muydu?
Belki de kara gözlü bir çocuk için kayıt yapıyordur. Yoksul, kötürüm, bu tür eğlencelikleri çok seven... Vallahi iyi kadındı bu genel yayın yönetmeni. Dış görünüşe aldanmamak vardı. Halbuki çok da havalı görünüyordu.
İyi güzel de ekranlarda, dergilerde, sinemalarda sürüyle ilgi çekecek çocuk filmi varken, bu eski zaman işi eğlencenin nesiyle uğraşıyordu? Al birkaç tane çizgi CD olsun bitsin.
Eve göze atsa, oğlanların artık izlemediği filmlerden de getirebilirdi aslında. Hüzünlü bir çocuk yüzünün sevinçli bir hale geldiğini hayâlledi. Yardım etmek güzel şeydi canım.
Bir iki dakika demişti izleyici konumundaki. Şimdi biterdi. Ona da açmak lazımdı konuyu. Yani artık izlenmeyen CD meselesini.
-Hoş geldin İffet Hanım.
-Hoş bulduk. Kusura bakmayınız. Havayı yağışlı görünce... hani siz arabam boş gidiyor filan diyorsunuz ya. Onun için...
-Tahmin etmiştim zaten. Siz gelmeseniz ben soracaktım. Buradan ta Aşağı Ayrancı’ya tek başıma gidiyorum. Hem yol arkadaşlığı yaparız.
-Sağ olun. Şey, diyecektim ki... artık bizim çocukların izlemediklerinden getirsem de o fakir çocuğa verseniz diyorum.
-Neyi?
-Çocuk CD’lerini.
-Hangi çocuğa?
-Sizin tespit ettiğiniz çocuğa. Valla sevaba girersiniz kış günü.
-??!!
-Biliyordum sizin iyi niyetli bir insan olduğunuzu ama bu kadarını da beklemiyordum doğrusu. Az daha beni ağlatacaktınız.
-Sebep?
-Böyle akşam akşam, herkes evine gitmeye çalışırken o çocuk için yaptığınız fedakârlığa hangi yürek kabarmaz ki?
-İffet Hanım şu anlattıklarınızı baştan tekrarlasanıza. Ben pek bir şey anlamadım.
-Şey, yani siz fakir bir çocuk için, belki de özürlü bir çocuktur bu, zaman ayırıp Karagöz-Hacivat filmi hazırlıyorsunuz ya...
-Ben mi hazırlıyorum?
-Evet. İşte bu çok hoşuma gitti ve ben de katkıda buluna... ama siz niye gülüyorsunuz ki?
-İlgincime gitti. Yani âlâkasız şeylerden bahsedince.
-Öyle değil miydi?
-Hayır. Bir çocuğun gönlünü yaptığım doğru ama... Bu çocuk ne fakir ne de özürlü. Zengin, kariyer sahibi, her türlü lükse doymuş kocaman bir çocuk.
-Şimdi de siz baştan başlayın. Ben de bir şey anlamadım. Yani bu emek çekip vakit ayırdığınız Karagöz-Hacivat temsili kimin işine yarayacak?
-Benim.
-Si-zin-mi?
-Aynen duyduğunuz gibi.
İffet Hanım bir garip baktı diğerinin yüzüne. Kaçırıyor muydu yoksa? Hani çocukları uyutup Enver’le izledikleri bir filmde benzeri bir durum meydana gelmiş, kariyer sahibi, ağzı laf yapan bir kadın keçileri kaçırmıştı. Allah korusun bu da...
Diğeri, küçük kız çocukları gibi eteğini çekiştirdi bir süre. Sonra da ağlamaklı bir sesle devam etti:
-Çocukluk hayatım boyunca hiç Karagöz-Hacivat izlemedim ben. Babam yüksek rütbeli bir memurdu. Annem de ev hanımı. Tek çocuklarıydım ve doğal olarak üzerime titriyorlardı. Kolejde okudum ben. Özel hocalarım, kurslarım oldu hep. Benim çocukluk yıllarımda televizyon tek kanaldı ve biz yaştakiler için bu filmleri oynatırlardı. Özellikle de Ramazan’da.
-Evet, hatırlıyorum. Bayılırdık.
-Ama ben bayılamazdım. Bir kere bile izlemedim. İzletmediler.
-Kimler?
-Annemle babam. Ne zaman salondaki televizyondan bir çocuk programı sesi gelse, ben de kulak kabartsam düğmeye dokunup kapatırlar, beni de odama gönderirlerdi. “Koskoca Celâl Beyin kızısın sen. Ders çalışman ve birinci olman lazım” derlerdi. Tatilde bile ders ders ders... pencereden dışarıya baksam kızarlardı.
Sınıfın ve okulun birincisi oldum hep. Sadece derslerde değil, diğer sosyal çalışmalarda da hep ilk üçün içineydim. Üniversiteyi Ankara üçüncüsü olarak kazandım. Yani Celâl :Beyin kızı unvanını korudum, yüzlerini kara çıkarmadım. Ama...
-Ama ne?
-İçimdeki çocuğun çocuk tarafını, özlemlerini de bastıramadım bir türlü..
-Yaa...
-Geçen yıl eve giderken bir parkın yanından geçiyordum; ip atlayan kızları gördüm. Hemen inip ben de denedim. Belki boyum için ideal değildi ama, bir iyice kurdumu döktüm. Bu yıl da o dönemin çocuk programları geçti elime. Fırsat bulduğum zamanlarda izliyor, içimdeki çocuğun gönlünü yapmaya çalışıyorum.
-Anlıyorum sizi.
-Şaşırdınız biliyorum ama bugün Karagöz günümdeydim. Bir bardak su ve bir paket mısır ile hiç kimseye yakalanmak istemedim. O notu yazdım. Sizin geldiğinizi duyunca... yani ağzınız sıkı. Sır tutan bir dost olarak saklamak istemedim hem de yanlış anlama gelebilirdi.
-Geldi de. Ben de bir arkadaşınız filan sandıydım.
-Neyse boşver bunları. Çıkalım mı? Hava iyice kararmadan, trafik sıkışmadan...
-İyi olur. Odama geçip giyineyim.
-Şey, İffet Hanım. Ara sıra bir paket mısırla siz de gelinsenize Karagöz saatime. Benim hiç arkadaşım da olmadı. Yani çocukken. Diz dize oturup, şakalaştığım, mısır kapıştığım...
Beriki, “olur, gelirim” diye başını sallarken, içinin kabardığını hissetti. Niye gelmesindi ki? Çocuk sevindirmek dünyanın en harika şeylerinden birisi değil miydi? Hangi yaşta olursa olsun...