Menu
AŞURENİN ÜZÜMÜ
Öykü • AŞURENİN ÜZÜMÜ

AŞURENİN ÜZÜMÜ

Aşureyi illa da Muharrem ayında pişirmek, konu komşuya, eşe dosta dağıtmak, illa da birilerine tattırmak şart mıydı? Olmazsa olmaz bir kaide miydi? Değildi tabii. Değildi.
Sair zamanlarda yenilemez miydi sanki? Yenirdi elbette. Bal gibi de yenirdi, Güllü önlüğü bele bağlayıp, dolap terek arayıp malzemeyi kotardıktan sonra ne Muharrem ayı dinlenirdi, ne de Şevval... Canın ne zaman isterse oturtabilirdin koca tencereyi ocağın üstüne. Ayda yılda bir yerinden çıkarılan, dolapların en büyük gerecini şöyle kavradığın gibi kulağından, evladını şımartan tatlı sert anne misali seve okşaya koydun muydu mideye giden yolun başlangıç noktasına, gerisi geldi demektir. Gelsin buğdaylar nohutlar fasulyeler, gitsin incirler kaysılar baharatlar ...
Mutfağın tek hâkimi de işte bu düşünceyle dalmıştı içeriye. Biri diğerinin aynısı gibi geçen mutfak günlerinden birini daha eda edecekti. Pencere önünde duran, bilmem kaç yıllık radyonun düğmesine dokunacak, arada bir, bildiği türküler rast gelirse refakat ede ede günlük periyodunu tamamlayacaktı.
Çekilmezdi; yegâne hâkimiyet kurduğu yerde bir başkasının varlığı asla çekilmezdi. İyi ki tekti bu mekânda. Gözü kapalı bulabileceği cümle alet edevatla, cümle kap kacakla öylesine yakınlık sağlamıştı ki eşyanın ruhu denilen şey bu olsa gerekti. Hangisi kendi çeyizinden kalma, hangisi ev hediyesi olarak filanca hanımdan armağan, hangisi bluz almak için çıkılan çarşıdan heveslenilip getirilme idi, bir bir bilirdi, çoğu mutfak erbabı gibi. Tabakların çanakların yerini aklına estiği gibi değiştiren, örtüleri perdeleri alışıldık beyaz rengin dışına çıkararak farklı renklere bürüyen birisine asla tahammül edemezdi. Günün en fazla vakit geçirilen yerinde tek olmalıydı. Tek. Tek ve hükümran.
İyi ki bakliyatları akşamdan ıslatmayı akletmişti. Yoksa vaktin öğlene yaklaştığı şu saatte asla yetiştiremezdi. Birazdan Büyükbaba –her zaman yaptığı gibi vaktinden bir saat evvel- öğlen namazı için evden çıkardı. Gelirken de cemaatten birileriyle yarenlik eder, iki adımda bir yol ortasına dikilip, gelmişi geçmişi yad edip dururdu. Havanın ılık gittiği günler camii bahçesinde oturdukları da olurdu ya neyse... İnsanın tepesini delen, alınlardan buram buram ter indiren, eyyam-ı bahurun ertesi günlerinde oturmazdı.
Büyükbaba, nerden aklına estiyse dün öğlen ortası “Şöyle tatlı tarafından bir aşure olsa da yesek” deyivermişti ağzını şapırdatarak. Bunu duyan da önünde albenili bir kâse var da onun için yalanıp duruyor sanırdı. “Bol üzümlü, suluca. Kaşığı daldırıp daldırıp...”
Kocasının gözleri parlamıştı cümlenin hitamında. “Fena olmaz Büyükbaba” demişti. Sonrasında da “Dolapta soğumuş olursa lezzeti ikiye katlanır” diye ilave etmişti yaşlı adamı desteklercesine.
Bu söz üzerine önce yüzünü buruşturmuştu mutfağın sahibesi. Bunaltıcı sıcakta saatlerce ocak başında durmanın hesabını yapan yoktu nasıl olsa. İsterlerdi elbette. Soğuğunu da isterlerdi, buzlusunu da. Fırından ocaktan saçılan hara, kendileri muhatap olmuyorlardı elbette.
Halbuki, halbuki...
İçinden bir sürü şey geçirmişti iki istekli adamın sözü karşısında. “Meyvelisinden çikolatalısına, vanilyalısından fıstıklısına serin serin dondurmalar ortalıkta fink atarken aşure de kim oluyor bu sıcakta?”
Öyle düşünmeye düşünmüştü lâkin kendini iş başına geçmiş görmekten de geri kalmamıştı. Tencereyi ıkına sıkına üstteki dolaptan indirmiş, malzemeleri birer ikişer çıkarmıştı tezgâhın üzerine.
“Ben gidiyorum Sevgi. Bir isteğin var mı?”
“Ne isteğim olabilir Büyükbaba? Sağlıkla git gel başka bir şey istemiyorum”
“Fırına uğrayayım mı camii dönüşünde? Sıcak pide alayım mı?”
“Sen bilirsin. Geç kalma ama gözümü yolda koyma olur mu?”
Rutin konuşmalardan biriydi. Daha doğrusu son beş yıldır yaz aylarında yapılan rutin konuşmalardan biri. Büyükbaba; babanın babası yani. Beş halanın da babası aynı zamanda. Babaannenin de kocası tabii ki.
Ailecek, beş yıl önce kendisini bırakıp ebedi âleme giden karısının acısını dağıtmak, hatıralarını konuşmak, sıkıntısını avutmak için ihtiyarı kapı kapı gezdirir olmuşlardı. Halalarda birer ay kalan Büyükbaba, diğer aylarda oğlunda kalıyor; her yaz mevsiminde, ağustos döneminde de kendisine, yani en büyük toruna geliyordu.
Her iki taraf da durumdan şikâyetçi değildi. Bilakis pinpon bir ihtiyarla aynı sofrayı paylaşıyor olmak çocukları eğlendiriyordu. Dolayısıyla, yaşlı adamın sevdiği yemeklerin piştiği sofralardan nasiplenen damadı da... Birlikte gidilen piknikler, ziyaret edilen mezarlar, türbeler hatta çermik günleri de ayrı güzellik katıyordu ağustos ayına.
Dün öğlen vakti öylesine yapılan konuşmanın neticesinde, ihtiyar adamın arzulu halini fark eden büyük torun Sevgi’nin içine sinmemiş, nohut ve fasulyeleri ıslağa koymuştu tez elden. Sabah kahvaltısının ardından, bulaşıkları toplarken de düdüklü tencereyi ocağa oturtmuştu işte. Pişmekte inat eden bakliyatlar ile buğdayı bu basınçlı tencerede halledecek, sonrasında da evin en büyük mutfak gereci olan “bayram tenceresi”nde diğer malzemeler ile buluşturacak, tahta kaşıkla karıştıra karıştıra, ortaya leziz bir aşure çıkaracaktı.
Namaz dönüşü önüne koyulan aşureyi gören büyükbabanın memnun ve müteşekkir haline şahit olmak, mutfakta geçirilen zamanı, insan bunaltan sıcağı unutturacaktı.
Kadının yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı. İnsan sevindirmek, her yaştan canlıyı mutlu etmek, tadına doyulmaz bir lezzet bırakıyordu damağında. Yeni bir hamle ile kaldığı yerden devam etmeye başladı...
Mermer tezgâhın üzerine, epeydir el vurulmayan kesekağıtlarından minik öbekler yapılmaya başlanmıştı bile. Çekirdeksiz üzüm, çekirdekli iri ve sarı üzüm (Büyükbabanın deyimiyle Besni üzümü), kara üzüm, kuşüzümü...
Bir başka tepsinin içine incir ve kaysı kurusu istifi yapılmıştı. Kabuk tarçın, karanfil, ince dövülmüş karabiber ve yenibahar ikilisi epeydir koyun koyunaydı zaten.
Kırmızı kulplu süzgecin içindeki banyolarından memnun gibi görünüyorlardı tencerede kaynamakta olan aşa lezzet katacak olan kuru nevaleler. Şu sıcak günün en şanslısı bunlar olmalıydılar. Musluğun altına uzatılan bedenleri baştan aşağı yıkanıyor, evriliyor çevriliyor, süzülmeye bırakılıyorlardı sonunda.
Suları kalmayasıya bekleyecekler, sonra da ocaktakinin “gel” çağrısı ile kıvamı gelene kadar kaynayacaklardı. Koca kâsenin içinde bekleyeduran şeker, yan gözle bakıyordu kıştan kalma kristalleşmiş bala doğru: “Şunun ne işi var acep?”
Nereden bilecekti ki ballı aşurenin lezzeti iki katına çıkar, süt de konulursa berrak beyaz bir görünüme kavuşur. Büyükbabanın, damadın ve oğlanların ağız şapırdatmaları ta komşu eve ulaşır.
Gözüne büyük görünen kaysı ve incir kurularını tahta üzerinde ikiye üçe bölerek küçültüyor, buzdolabının meyveliğinde ayva ya da elma kalmış mıdır’ın kritiğini yaparak gittikçe daralan zamanı iyi kullanmanın hesabını yapıyordu evin hanımı.
“Bu ne demek oluyor anne?”
“Ne, ne demek oluyor oğlum?”
“Pişirdiğini soruyorum.”
“Aşure. Görmüyor musun?”
“Görüyorum ve onun için soruyorum işte. Kaç gündür çilekli pasta istiyorum senden. Sıcağı bahane edip yapmıyorsun. Sonra da aklına göre takılıyorsun... Kim yiyecekse yesin bakalım koca kazanı!”
“Böyle söyleme oğlum. Büyükbaba’nın canı çekti işte. Onun için pişiriyorum, sürpriz yapıyorum.”
“Hadi öyle olsun”
“Tamam tamam. Yarın öbür gün de senin için girerim mutfağa merak etme”
Evin büyük oğlu dolaptan meyve suyu şişesini çıkarmış, iki bardak ile odasına doğru yollanmıştı bile. Muhtemelen kardeşiyle birlikte bilgisayar oyunu oynuyorlardı ekran karşısında. O odaya da girilmiyordur sıcaktan, bundan adı gibi emindi. Mutfak, çocukların odası, oturma odası güneye bakıyor, güneşin doğduğu andan, öğleden sonraya kadar ortalığı hamama çeviriyordu. “Mimar değil, ne olursa olsun. Kim çizmişse bu plânı; dört beş yıl boşuna okumuş!” Kocasının her yaz günde bir kaç kez söylediği bir sözdü bu.
“Kim yiyecekmiş! Sevsinler seni karaböcek! Birer kâse komşulara veririm. Kalanını da atarım dolaba; gider gelir yeriz. Siz de yersiniz küçükbey. Kaldı mı diye de sorarsınız.”
Tarçın ile karanfilin, doğranmış meyvelerle birlikte kaynamasının lezzeti artırdığını söylemişti vakti zamanında büyükhanımlardan birisi. Hatırı sayılır miktarda tuz atılmasının da...
Mutfak kapısı ardında asılı duran poşetlerden birinden çıkardığı ceviz, fındık ve fıstıkları demir havana doldurup, yere, alt kata rahatsızlık vermemek için, dörde katlayıp serdiği sofrabezinin üstüne koyup dövmeye başladı evin hanımı. Sonrasında da büyük cam taslardan birisine boca edecek, sunulmak için taksim edilen her kâsenin üstüne bol bol atarak lezzete lezzet ekleyecekti.
“Anne, ağabeyim aşure pişirdiğini söyledi”
“Evet, pişiriyorum gördüğün gibi.”
“Hani benim karamelli tavukgöğsüm? Söz vermiştin ta ne zaman”
“Tamam. Yaparız bir gün.”
“Hangi gün?”
“Bir gün dedim ya!”
İnsanı lafa tutmasalar olmazdı sanki! Bıçakla ikiye, üçe bölünmekten canını kurtaran morlu-yeşilli iri bir incir, afilli bir çağanoz gibi yan yan dönüp duruyordu tencerenin içinde. Kaçmıştı gözünden. Kaşığın ucuyla alıp, tahta üzerine çıkarıp kesmeyi, küçültmeyi denese becerebilir miydi acep? Neyse canım. O da öyle pişsin. Kimin nasibine çıkarsa artık.
Karamelli tavukgöğsüymüş. Yemeseler ölürler sanki. Niye sıraya giriyorlar ki bunlar? Gören de aç biilâç yaşıyorlar zanneder. Halbuki zamanının yarısı mutfakta geçiyor. İştahta birbirleriyle yarışan aile fertleri, hiçbir tabağı boşaltmadan geri uzatmıyorlar. İki çeşitten aşağı düşmeyen yemekler ertesi güne kalmıyor, o öğün tüketiliyor. Her gün tazesi için kafa yoruyor mutfağın ecesi.
İyi ki Büyükbaba bir laf etmişti. Birazdan kocası da girerdi içeriye, yeni bir yemek siparişinde de o bulunurdu oğulları gibi. Komşu çocuğunda gördüğü yeni bir arabaya yan yan bakan kıskanç çocuğa benzerdi bu tavrıyla. Kıskanç ve obur.
Yok yok. O istemezdi. Severdi önüne çıkan şeyleri hır gürsüz yemeyi. Günahını almamalıydı öğlen öğlen garibin.
*
“Önce menemeni götürmeli sofraya. Taze pide getirmiş Büyükbaba. Banıp banıp yemeli tavşankanıyla birlikte. Sonra da...”
İyi yetiştirmişti iyi. Alnından akıttığı terler helâl olsundu. Yemek bitiminde, bulaşığı hallettikten sonra bir de banyo yaptı mıydı, ooohhhh....

İhtiyarcık da kumandayı eline almış, salonun üçlü kanepesine ayaklarını uzatmış, o öğünün haberlerini takip ediyordu. Kaçırmazdı. Asla kaçırmazdı gündemi. Gürcistan Savaşı’ndan söz ediyordu bültenler. Bir önceki saatte, cam önündeki yıllanmış radyosundan dinlemişti kendisi de. Savaş mı demeliydi, harekât mı, fikir yürütemiyordu.
İnsanlar niçin sığmaz olurlardı ki kaplarına? Niçin didişip dururlardı? Neyi paylaşamazlardı? Niçin mazlumlar zarar görürdü masa başı hesapları neticesinde?
Radyo, görüntü vermediği için bir parça rahattı. Yoksa yurdun dört yanından yükselen dumanlara, yaz kış demeden patlayan silâhlara, iç karartan görüntülere bakarak ruh sağlığını yitirirdi. Maazallah.
“Şimdilik dört kâseye taksim edeyim. Sonra dağıtırım komşularınkini” diye söylendi evin hanımı, Büyükbaba’nın ilk torunu, oğlanların annesi. Üstelik de Sacit beyin eşi olan hatun kişi.
İri cam kâselere bol bol koyduğu aşurelerden birisine, ayrıca bir özen gösterdi elinde kepçe tutan. Üzümü, zerzevatı sevdiğini bildiği için, bu kâseyi Büyükbaba’ya özel olarak dolduruyordu. Karası, sarısı, çekirdeksizi, çekirdeklisi ile olanca üzümü, şişip kendilerini bırakmış olan kaysı ve incir kurularını itinayla yerleştirdi. Sonrasında da bir kaşık yardımıyla üzerlerine bolca ceviz, fındık, fıstık kırığı attı. En sonunda -yaşlı adamınkine fazla olmak kaydıyla- tarçın serpti. Görüntüsü hayli iç açıcı olan bu günkü eserine gururla baktı. Tezgâhın üstüne dizdiklerini öylece dinlenmeye, daha doğrusu demlenmeye bırakıp, sürprizini sonraya saklayarak mutfağa ayrı bir iştah açıcı koku salan menemenin başına geçti.
Kendisi üzümü sevmezdi pek. Pek değil hiç hazzetmezdi. Sacit’e, çocuklara belli etmemeye çalışsa da durum böyleydi işte. Çaktırmadan doldururdu diğerlerine. Kendisi de miş gibi yapardı. Yemiş gibi yani. Ne lüzumu vardı ki onların? Buğdayı, nohudu, fasulyesi olsun, üstünün süsü de olsun yeterdi. İncirmiş, kaysıymış, üzümmüş olmasa da olurdu. Ekşi bir çeşni bırakırdı tatlı aşın içinden çıkıp ağzına yayılan bu türden nevaleler.
Taze meyvelerden de sadece elmayı severdi aşurede. Bir de ayvayı. Hoş, minik doğranmış portakal kabuğu da yakışırdı ya, o kışa mahsustu, yaz günü bulmak imkânsızdı.
Kimi zaman eşten dosttan ikram gelirdi. Ekseriyetle de Muharrem ayında. İçine gülsuları mı katmazlardı, nar taneleri mi serpmezlerdi. Lezzet artırmak için yapılan onca gayrete, katılan onca meyveye rağmen zor yutardı onları. Üzüm çekirdekleri dilini tırmalardı adeta. Aykırı gelirdi pek çok şey. Damak tadı dedikleri bu olsa gerekti. Herkesinki farklı farklıydı. Elin ayarı, ölçüsü de.
*
“Eline sağlık Sevgi kızım. Sevindirdin beni. Allah razı olsun. Rahmetli hatununkini aratmıyor, tadı tuzu yerinde; lâkin niçin içine üzüm koymadın ki? Aşure dediğin bol üzümlü olur. Her kaşığa bir tane gelir. İnciri kaysısı ile kıvam bulur. Evden giderken sana sormuştum eksik gedik var mı diye? Söyleseydin ya... Madem bunca emek çekecektin...”
Sabahtan beri mutfakta didinip duran, Büyükbaba için çabalayan büyük torun tuhaf bir ses çıkardı ağzı dolu olduğu için. Yanlış dağıttığı kâselerden bol zerzevatlı olanı kendisine düşmüştü. Küçüklüğünden beri kuralcı olarak bildiği dedesinin yanında yarım bırakamadığı tatlıyı zoraki, yüzünü buruştura buruştura yiyor, bir dahaki sefere doğru taksim yapmak için farklı renkte kâseler kullanmanın hesabını yapıyordu...
10-Ağustos-2008

Diğer Yazıları