Alçıları patlamış, sıvası dökük duvara vurduğu her darbeyle sessizlik biraz daha büyüyordu. Yan komşusu Esma’nın bir yıl önce polisler tarafından götürülen kocasının ardından yaktığı ağıtları, öte yanda Kör Adil’in feri söndürülen gözlerinden akan karanlık gözyaşlarını, beride Meczub Kerim’in her gece saat tam iki buçukta bir yıldızı düşüren isterik kahkahalarını yutarak büyüdüğü gibi…
Eline kan oturmuştu, çaresizce inledi. Duvarı; tırnaklarıyla kazımaya, başını vura vura kırmaya, omzunu çürütene kadar iteklemeye devam etti.
Ta ki Kahire sokaklarından gelen uğultu, bir su taşkını gibi gelip sessizliği boğana kadar…
Uğultuya kulakları alıştığında kendini sokakta buldu. Nicedir kirpiklerinde asılı duran uyuşukluk, gözlerini açınca kayboldu. Sakalları mızrak gibi dikilmişti, neredeyse yüz yıldır ağzında gevip durduğu bayat hurmayı dişleriyle ezerek ilerledi. Yanı başında komşularını görünce sevindi. Adil’in gözleri çakmak çakmaktı, iki adımda bir göğe bakıyordu; Esma’nın attığı her zılgıt kilometrelerce ötedeki piramitlerden irili ufaklı taşlar koparıyordu; Kerim kalabalığın önüne geçmiş meydanı işaret ediyordu. Yumruğunu sıkıp havaya kaldırdı. Yanında sıkılı yumruklar gördü. Esma, Adil, Kerim ve diğerleriyle birlikte var gücüyle “Tahrir’e” diye bağırdılar.
Parmak uçlarında gezinen aslanları fark edince, son nefesinde ekmek diyerek ölen oğlu Hasan’ı aradı gözleri.