Acınası Bir Yetenek
İnsan yaşadıkça, yaşlandıkça her gün onlarcasıyla karşılaştığı insanların tek tipleşeceğini, yüzlerini kaybedeceklerini, sıradanlaşacağını sanıyor. Artık görecek yeni yüzler, tanıyacak yeni insanlar, dokunacak yeni nesneler bulamayacağına kani olan ruhlarımız her gece, küçük ölümlere terk ediyor bedenini. Bir daha uyanamayacağımız ihtimali uykularımızı güzelleştiriyor belki de gizliden gizliye. Her an idrakinde olmasak da ruhumuza kazınmış olan ölümlülük bilgisi, hayatın yalnızca bir rüyadan ibaret olduğu bilgisi onu anlamlandırıyor, çekilir kılıyor.
Ama…
Ekseriyetle uyanıyoruz. Her sabah insanlar yeniden yüzlerine kavuşuyor, yeniden şaşırıyoruz, yeniden inanıyor, yeniden inancımızı kaybediyoruz, hayatın acayipliklerine karşı yeni silahlar geliştiriyoruz, bu tehlikeli derecede muzip kısır döngüyü gördükçe; bu bilgi bizi her gün yeniden silahsız bıraktıkça, elimiz kolumuz bağlı biraz daha kendi içimize doğru çekiliyoruz. Çekiliyoruz, kendi irademiz dâhilinde olmayan eller tarafından. Düşüyoruz, kendi içimize doğru. Tam bu nokta, düşüş noktası; hayal ve gerçek, rüya ile uyanıklığın birbiri içine girdiği tekinsiz arafın koordinatlarını veriyor aslında.
Selman Bayer’in Okur Kitaplığı Yayınlarından çıkan şaşırtıcı romanı “Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi” nin memur kahramanı Sühan Tecimer, işte bu noktadan sesleniyor okura. Roman üç bölümden oluşuyor; Hayal, Hızlandırılmış Çocukluk Kursları, Hayat Günahtır.
Zamanımızda herhangi bir devlet dairesinde, ancak bu çağda yaşayabilecek, bu çağın tutunamayanı Sühan Tecimer, kendi içini, devletin işleyişini, memurları, insanları, aşkı, kadınları, erkekleri, yani zamanımızın bir kahramanı nelerle karşılaşabilecekse onları “bir hafiye titizliğiyle” didik didik edip, eşine az rastlanır bir ironi gücüyle gözler önüne seriyor.
“O ağırbaşlı günler geride kaldı artık. (…) Kadınlar gece kıyafetleriyle, erkeklerse av kıyafetleriyle geliyor işe. Devlet daireleri binbir özenle tasarlanmış modern bir cangılı andırıyor. Dışarıdan bakınca orman kanunları var zannediyorsunuz ama kendi içinde çok ciddi bir işleyişe bağlı oluyor. Değişen devir yalnızca kıyafetleri ve binaları değiştirmedi, beraberinde ruh da değişti sanki. “
Miguel De Unamuno, bir yerlerde Flaubert’ten şu sözleri alıntılıyordu iştahla: “O zaman acınası bir yetenek gelişti zihnimde. Aptallığı görmek ve tahammül edememek ona.” Roman boyunca elinden kitap düşmeyen Sühan Tecimer karakteri, ne fazla ne eksik, tam olarak bu yetenekle (lanet mi demeli?) çarpılmış olarak yaşıyor. Devletin, etrafındaki insanların aptallıklarını, zaaflarını, aslında söylemek istediklerini ve elbette kendi kendinden gizlediklerini görmeden edemiyor. Tahammülü her defasında gittikçe azalıyor, azaldıkça eli ayağı birbirine dolanıyor, yaşamakta sakarlaşıyor; panik, kaçma isteği artıyor. Sonuç olarak her seferinde biraz daha kendi içine yöneliyor.
“Yürürken tereddütleri ayaklarına dolanacak, bir süre onlarla boğuşacak, bu sancılı yürüyüşünün dışarıdan komik göründüğünü düşünecek, adımlarını hızlandıracak, daha komik olduğunu düşünerek yavaşlayacak, sonra sakinleşmeye çalışacak, kimseler bakıyor mu diye sağa sola bakarken bir anda ayaklarına yapışıp kalan ağrı daha da şiddetlenecek, başını önüne eğecek, her zamanki gibi unutmaya çalışarak bu ağrıyı yenecek, Hayal’i düşünecek, heyecanlanacak, sonra heyecanına hak vererek gönül rahatlığıyla akşama hazırlanacak, üzerine sinen devlet kokusundan kurtulmak için duş alacak (…)”
Selman Bayer’in Sühan Tecimer’de vücut bulan lanetli yeteneği, okura her satırda onu pusuda bekleyen sıra dışı tespitler, dil oyunları, muhteşem bir mizahi damar ve akıcılık sunuyor.
Kalbim bana ne yaptın?
Bilinçdışının kâşifi Freud, Karamazov Kardeşler, Sophokles ve Hamlet’i örnek göstererek büyük eserlerin merkezinin baba katli olduğunu öne sürer. Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi’nin kahramanı Sühan Tecimer de roman boyunca hem biyolojik babasıyla hem de devlet baba figürüyle sıkı bir hesaplaşma yaşıyor. Tespiti bir adım öteye götürünce romanın yazarı Selman Bayer’in hesaplaşmasının bitmediğini görüyoruz. Bayer bazı bölümlerde yazınsal babalarıyla da hesaplaşıyor adeta. Postmodern salvolarla Balzac, Dostoyevski, Joyce, Mevlana ve Oğuz Atay’ın üsluplarını başarıyla taklit ederek hem onlara selam gönderiyor hem de ustalarını kendi roman kurgusu içine dâhil ediyor. Evet, bu bir hesaplaşma ama aynı zamanda Eliot’un deyimiyle “eski eserlerin oluşturduğu organik bütüne” dâhil olmanın yolu değil mi? Eskilerin arasına katılan yeni eserin eskileri de değiştirerek yeni bir organik bütün oluşmasını sağlamasının yolu?
Eğer mümkün olsaydı Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi’ne tek itirazım finaline olabilirdi. Ama finalin de romanın özgünlüğünün bir başka parçası olması ihtimali fena halde mümkün görünüyor. Romanın sonunda kurgunun tamamlanmadığını, bir şeylerin eksik kaldığını düşünmeden edemedim. Hayal’e ne olmuştu, Sühan Tecimer’in memurluk hayatı sonlanmış mıydı? Sonra ne olmuştu?
Bayer’in esrarını ondan aldığının sık sık altını çizdiği Atay’dan ve bu romanın Tutunamayanlar’dan bariz olarak ayrıldığı nokta da –Bayer’in kendine has üslubunu ve hikâyesini saymazsak eğer-tam olarak burası. Kendi İçine Düşenler Ansiklopedisi, Tutunamayanlar gibi bir son yemek sahnesiyle sona eriyor. Ama tek fark var, kahramanımız Sühan Tecimer Mesihvari (isteyenler Messi diye de okuyabilir) bir hareketle aradan çekilip, göğe yükselmişcesine sır olarak okurla yazarı baş başa bırakıyor. Daha az önce kurmaca bir metnin kurgu karakterini dinlerken bir an sonra kendimizi yazar Selman Bayer’le sohbet ederken buluveriyoruz. Tam üçyüz sayfa boyunca derdiyle dertlendiğimiz Sühan Tecimer ortadan kayboluyor ve biz, fonda romancı Selman Bayer’in sesi, Sühan’ın emaneti olan şu soruyu kendi kendimize sormadan edemiyoruz:
Kalbim bana ne yaptın?
(Yeni Şafak Kitap, Şubat-2012)