Çocuk doğdu. Ağlamayı öğrendi. Tabula Rasa’nın ilk satırına gözyaşı değdi.
Eller üzerinde “dikkat kırılır” yazan bir koli gibi gezdirildi. Yedi yirmi dört yanında bekleyen mesai arkadaşlarına alıştı kısa bir sürede ama üzerine eğilen devasa kafalarından, gölgelerinden korktu bir şeye benzetemeyince. Korktuğunu gören dev kafalar bu defa abidik gubidik hareketler yapmaya başladılar. Gözlerini kapatıp açıyorlar, dudaklarını yanaklarına doğru yükseltip koca koca dişlerini gösteriyorlar, nefeslerini çocuğun yüzüne doğru veriyorlardı. Çocuk gülmeyi öğrendi.
Çocuk güldüğü zaman anlamsız hareketler yapmayı bıraktılar, çocuğun ‘gözünde yaş görseler’ tekrar aynı piyesi oynattılar. Böylece iki mübahtan bir yanlış sentezlemeyi öğrendi çocuk: Bir ağlayıp bir gülerek mesai arkadaşlarının meddahı ilan etti kendini, bu absürt oyunun kuklalarını perde arkasından yönetti. Fakat bir süre sonra zeki planı artık deşifre edilmişti; bir ihtiyacı olsa, dövünse, bağırsa, çağırsa da yüzlerini dönüp bakmıyorlardı. Çocuk acıyı hissetti; bir dilim hüzün, bir dilim de kibir arasına acıyı sürüp bu hastalıklı tarifi Tabula Rasa’ya kaydetti, yarısı kepekli yarısı beyaz ekmekten bir tost gibi.
Böyle böyle büyümeye devam etti çocuk. Konuşmayı, yürümeyi, ıvırı zıvırı, “cici”yi, “cıs”ı öğrendi. Önüne boğuk boğuk sesler çıkaran tüylü tüylü bir şey getirdiler, ismine de kedi dediler. “Sev” dediler, “cici” dediler. Ciciyi biliyordu şimdi ama nasıl seveceğini kestiremedi, Tabula Rasa’da da kayda değer bir bilgi bulamadı. “Canım sen de...” dediler. Elini tuttular, kedinin başı üzerine değdirip ileri geri gezdirdiler. Böylece mesai arkadaşlarının “sev” emrini verdikleri her canlıda tüye benzer bir şeyler bulup elini atmayı, ileri geri gezdirmeyi belledi çocuk. Alkışladılar, demek akıllı bir öğrenciydi. ‘Dokunma ki yaşasın’ı, serçe parmağı sakatlanan Mehmet’i henüz duymamıştı neticede; sevmeyi de ne Hâşim’den ne de gülgûn piyâle’den öğrenmek düşmemişti nasibine. Gün oldu, harman oldu, bağa bahçeye çıkardılar, yeşil yaprakları değil de aralardaki rengârenk süsleri gösterdiler, “çiçek” dediler. Kimi mavi, kimi siyah, kimi kırmızı bu mucizeler, kafalarını hep bir tarafa eğmiş, etraflarında sıralı beş altı yaprağı yerçekimine inat eder gibi gökyüzüne sermişlerdi. Tahmin ettiği gibi “sev” dediler, “cici” dediler. Fakat çocuğun her zamanki kaygısız tavırlarıyla elini çiçeğin ortasına atıp ileri geri gezdirmeye başlaması ve mesai arkadaşlarının gülüşlerindeki alaycı tınıyı fark etmesi bir oldu; gururuna yediremedi bu duyguyu, kanı çekilmiş gibi bir utançla kalakaldı. Bunu fark eden veya etmeyen mesai arkadaşları -gerçi onlara aile demeyi öğreneli epey olmuştu ama çoluk çocuk muydu sanki, mesai arkadaşı deyince daha bir yüce hissediyordu kendisini- çiçeği koparıp eline tutuşturdular. Şaşırdı, demek böyle sevilirdi ama bu işte bir bit yeniği de sezdi. Nitekim günün birinde “kuş” dedikleri cıvıl cıvıl sesler çıkaran renkli bir yumak getirdiler de çocuğun aklına hemen Tabula Rasa’daki çiçek meselesi geldi. Epey bir tutarsız görünüyordu bu iş ya, altı üstü yüzde elli şansını pis bir gülümseme takınarak sürdü masaya. Kaşla göz arasında kuşun başını tutup şöyle hafif bir manevrayla çekmeye davrandı ama yangından mal kaçırır gibi kuşu elinden kaptılar, seslerini de kızgınlıklarına boyayıp “cici” diye konuyu yalandan tatlıya bağladılar. Çocuk hepten şaşırdı bu cici meselesine, küçümser tavırlara da ciddi ciddi öfkelendi tabi ama en son ıhlamurlar çiçek açana kadar bir daha bunun üzerine kafa yormama kararı verdi.
* * *
Yıllar esti, gürledi, her biri farklı renkte bir kalem gibi, Tabula Rasa’yı kendi renginde hunharca karaladı gitti. Çocuk da büyümüş, serpilmişti hatta kır eşek yaşını bitireli de bilmem kaç sene geçmişti. Nasıl olduysa evden işe, işten eve gittiği günlerin birinde yolda başına bir saksı düştü de o “çiçek-cici” meselesini anımsadı. Sahi, yıllardır bunu nasıl olup da hatırlayamamıştı ‘Sen ve İstanbul’daki ‘ıhlamurlar çiçek açtığı zaman demiştim/demese miydim’ satırlarını okurken dahi? Gerçi düşününce sevgi ile ilgili bir düzine nutuk sıralayabilirdi ama seviyorum, dediği kimsenin başını tutup çekmediğini biliyordu yahut başları üzerinde elini ileri geri gezdirmediğini, gezdiremediğini... Bu telaşla sorunun peşi sıra koştu, cevabı aradı durdu. Tabula Rasa’yı (ah, artık Tabula Inscripta da denilebilirdi ona) baştan sona okudu. Kimi yazılar birbiri üstüne girmiş, altındakini okunmaz tabip yazısı eylemişti. Renklerine göre analiz etti cümleleri, içinden hayatının film şeridini çıkarıp dikkatle seyretti, ‘fly Pan-Am, drink Coca-Cola’ reklamlarını geçmek için aralarda altı saniye bekledi ama ne fayda! Orhun kitabelerini daha kolay çözebileceğinden yakınırken sıkıntıyla şöyle Tabula Rasa’yı kaldırıp altına bir göz gezdirdi de şaşkınlıktan küçük dilini ve hatta büyük dilini yuttu. Sonra güldü haline, dillerini yutmak bir işine yaramazdı neticede. Tekrar kustu dillerini, konuşabilecek hale gelince Tabula Rasa’nın altında ne bulduysa ceplerine doldurdu. Cepleri doldu ama Tabula Rasa’nın altındakiler bitmiyor, sanki çoğalıyordu. Bu defa göğüs kafesini kırmayı akıl etti, sonuçta epey bir genişti içerisi. Tabula Rasa’nın altındakiler buraya sığdı nihayet. Tamam artık, herhalde hazırım, dedi. Sorunun cevabının kuyruğunu görmüş gibi oldu. Yakalayayım, diye elini attı ancak sorunun cevabı, hayatın içine karıştı. ‘Hep Aynı Hikâye’nin içinde bir yolculukta gibiydi yani bir yoldaydı hayattan içeri. Canım şimdi herkesin bir yolu vardı ama yok, bir şartı vardı bu yolun. Canım şimdi her yolun bir şartı vardı ama yok, bu şart başkaydı, kalplerini saça saça gitmeliydi bu yolda. Yok, kalbinin parçaları ya da başka bir şey değil yahu, kalpleri. Yeryüzünde kaç canlı varsa o kadar kalbi varmış gibi yani, o hesap. Hani Tabula Rasa’nın altından çıkan bir dünya hazine... Tabula Rasa’nın altından çeyizlik, yatak, döşek çıkacak değildi ya!
İnatlaştı madem, dağ keçisi gibi kaçan şu soru çengeline asılı cevabı kim tutup çekecekti. Sadri Alışık’ın ‘Gönlübol Arif’i kadar diğerkâm, ‘Turist Ömer’i kadar savurgan bir elle göğüs kafesinin içine daldı -boğazından giremezdi tabi ki, hani kırmıştı ya on iki kaburga kemiğini, oradan gönlüne bir yol açılmamış mıydı sanki, hah işte öylece topladı az evvel içeriye yerleştirdiklerini- kalplerini avuç avuç aldı, gördüğü her canlı zerreye bıraktı. Yoluna çıkan yüce dağlardan da korkmuyor, daha doğrusu korkmamak için ayaklarını cesaret leğenine batırıyor ama çıkarken kurulamıyor, sonra kimse görmesin yerlere ıslak ıslak bastığını diye hızla dağa tırmanıyordu. “Ya Bismillah”ı unutmuyordu, Allahu Ekber dağlarına “Allahu Ekber” diyerek çıkan bir dağcı gibi. İlerledikçe yol daha dik, tırmanmak daha güç hale geliyordu yine de korku yahut yorgunluğa beyin ameliyatında örgü ören bir hasta kadar duyarsız hissediyordu. Tabi ara sıra aklı karışıyordu bahar sarı halılar serince yerlere, kargalar nöbet geçirir gibi ansızın ötünce, otuz üç şehir öteye göçerken kör kurşuna denk gelmiş turnaların kanıyla akşam ufukta beldeler eylerken iştial, hangi ayağını hangi taşa koyduğunu unutuyor, yolları birbirine dolaştırıyordu. Mesela işe giderken yönleri karıştırıyordu, bina kuzeyde miydi güneyde miydi derken az daha dağdan aşağı düşüyordu. Yolda biri adres sorsa tutup dağın zirvesini tarif ediyor, gişelerde bilet yerine dalgınlıkla kalp uzatmaya çalışıyor, sonra özür dileyip, turistim ben, diyerek gülünç halini örtbas etmeye kalkıyor, bir de parmaklarını alnının ortasından aşağı sarkıtıp serseri bir selam vererek kaçıyordu. Merhametin gölgesine sığındığı uykularda üzerine şefkatli bir elin zulmeti örtüp gittiğini uyanınca fark ediyor, gözünü bu karanlığa açınca dört elle tutunacak bir dal arıyor, tırmandığı dağda kök salmış ağaçlara yaslanarak kendini kurtarabiliyordu. Denizde bülbül ötse ya da gül dalına martı konsa ya da beyaz kelebekler ve kahverengi güveler sürüyle ruhuna baskın yapsa kelebek etkisi veya güve etkisi veya bülbül etkisi veya martı etkisiyle nabzı üç beş katına çıkıyor, elini atıp göğsünü yaracağını sanıyor ancak göğsüne indirdiği yumrukla öksürüklere boğulup kalıyordu. Hâsılı, iki ayrı davada iki hâkimi dinleyip iki eliyle iki farklı kararı yazan bir kâtip gibiydi, alışana kadar hayatını ve yolunu böyle böyle idare etti. Nihayet dağın zirvesine ulaştı da burada yalnız oturan üç yapraklı yoncaya rastladı. Ne iş olduğunu anlamadı yoncanın ancak ‘Bozdünya’nın ağzında zeytin yaprağı, ayağı çamur içindeki güvercinini anımsatan, taşa toprağa gömülü olduğu halde başına esen soğuk yellere yapraklarını emanet etmiş ve renginden de ödün vermemiş bu aziz bitkiye kalan son kalbini bıraktı. Artık kalplerinin tükendiğini, yürümeye devam edecek takatinin de kalmadığını anladı. “Bittim, tükendim.” dedi. Orada öylece taş kesildi.
Hayali kırıldı, boğazına iki düğüm attı.
* * *
Üç yaprağından başka bir serveti olmayan üç yapraklı yonca dayanamadı, karşısında heykel gibi dikilen adama kendisinden beklenmeyecek bir öfkeyle bağırdı;
“Bir yaprağım daha olsa buraya kameralarla gelirlerdi!”
Biraz bekledikten sonra ekledi; “
Hep bu anı bekliyordum, idare et. Al şu kalbi de ajitasyonu bırak.”
Üç yapraklı yoncanın uzattığı kalp, gelirken bıraktığı tüm kalplerden ve dahi tüm o kalpleri birleştirse ortaya çıkacak bir dev kalpten çok daha büyük ve aziz, içinde bir ülke kuracak kadar hudutsuz ve gemsiz, yavaşça sahil kumuna dokunan köpükler kadar narin ve sessiz, masum hevesli yeni gelinlerin duvağı kadar beyaz ve temizdi. İnadı bıraktı, kalbi alıp zirveye oturdu üç yapraklı yoncanın yanına. Yol boyu sırtında yükten başka bir şey olmayan Tabula Rasa, şu sessizlikte birer sigara yakma fikrini fısıldıyordu kulağına. Başını çevirdi üç yapraklı yoncaya, o da bir semâî mırıldanıyordu yapraklarının hışırtısıyla.
Ne duruyordu sanki, Tabula Rasa’yı zirveden aşağı fırlattı tuttuğu gibi, rüzgârın hırçınlığında gözlerden kayboluşunu kayıtsızca seyretti.
Hayattan içeri yolda yürümek, artık sırtına buzdolabı yüklenip sekiz kat merdiven çıkmaktan daha kolay hâle gelecekti.
20 Temmuz 2000, Pendik, İstanbul doğumlu. Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde öğrenci. Öyküleri Aşkar dergisinde yayınlanıyor ve 2017 yılında Sivas'ta düzenlenen Türkiye geneli öykü yarışmasında birinci oldu.