Menu
BUHRAN
Öykü • BUHRAN

BUHRAN

–Off!

diyerek çıktı evden, geçip giden her yılın yankısı eklenmiş gibiydi bu sitemine. Biraz sonra sokak boyunca yürürken attığı her adımda da yine aynı bıkkınlığı bileklerine bağlamış, gezdiriyor; zaten adımlarını da zar zor atıyor, sanki kendisini durağa kadar sürüklüyordu. Hoş, her sabah evden çıkmadan üzerine yağan hakaret ve iğnelemeler yağmurunun; karısının, yüzüne tükürürcesine savurduğu küfürlerin, bedduaların bu bitkinliğe zemin hazırladığı aşikardı ya, bir tek "Ya Rabbi şükür" demediği, tüm bu eziyetleri üç kere öpüp alnına koymadığı eksikti şurada. Yağmurdan kaçarken doluya tutulur gibi koşar adımlarla evden çıkıyordu sonra, gerçi bu maratonunun pek de fayda verdiği söylenemezdi, varacağı yer nihayetinde bir diğer hapishanesi, iş yeri olacaktı sonuçta.

Yine ağır düşüncelerinin altında ezilmişti sabah sabah. Dikkatini biraz dağıtabilmek istedi, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı, ciğerlerlerine dolan havayla hâlâ yaşadığını kendine kanıtladı, bunu bir hayat sigortası varsaydı. Bir süre böylece güven içinde beklemek istedi, nitekim bu haliyle ikinci bir gözün ilgisini çekeceğinin de farkındaydı. Fakat burnuna kaçan tozdan, polenden hapşırmaya başlayınca daha komik bir şekle büründü: ikiye bükülüp kalmış, burnunu çekiyor, gözlerini perdeleyen yaşları siliyordu. Bir rezil olmadığı kalmıştı, tam yerinde bir zamanlamayla bahar havasının gazabına ne de güzel uğramıştı. 

Bu halini üzerinden savuşturunca utançla doğruldu, kaşlarını çattı, gözlerini kaldırıma dikti ve kimseyle göz göze gelmemeye çalışarak hızlı hızlı yoluna devam etti. Kimi zaman adımlarının ritmini kaybediyordu fakat başını bir kez olsun yukarı kaldırmıyor, kaldırıma örülmüş gri taşları seyrediyordu.

Hayır, bu anlamsız kısır döngülerin ne kadar gülünç olduğunun da gayet farkındaydı. Fakat kendisini bundan kurtaracak kadar bir kuvvete sahip olmadığını da adı gibi biliyordu. Bir kelebek, bir su aygırı yahut da bir mantarın iradesi neyse kendisininki de o kadardı işte. Tabi o bayağı iradesi de bir kum yığını gibi, dokunduğu yerden dağılıverecek kadar dayanıksızdı. Gerçi kendisinin de gözle görülür bir çabası hiç olmamıştı, gökten zembille inecek bir yardımı bekliyor olmalıydı. Hoş, bir çabası olsa ne değişirdi zaten? Oturup ciddi ciddi konuşmak istese ne karısı onu dinler, ne de bir arkadaşı lutfedip ona yardım elini uzatırdı; emindi ki hepsi de zihninin tüm olanaklarını kullanmaya vakıf olmayan çocuklar gibi gözlerini sabit tutamaz, bir o yana bir bu yana devirirler ve kendilerine söylenilen hiçbir sözü dinlemedikleri ve anlamadıklarını cevaben böyle bir nevi bağırırlardı.

Kendi kendine bıyık altından gülüyordu bunları düşünürken. Kendisi onlardan çok mu farklıydı ya sanki? O düşünüyordu da ne değişiyordu? Kendi hayatı üzerinde zerre yetkinliği bulunmazken bu özelliği onu "düşünen hindi" olmaktan öteye taşımıyordu. Ha-ha! Sorunlar üzerine yığınla koşarken o, çözüm üretmek şöyle dursun, oturduğu yerde sırtını bile doğrultmazdı; yaptığı tek şey gözlerini kapatmak, başını toprağa gömmüş bir devekuşu olmaktı.

Ne var ki omzuna değen bir el ile sıçrayınca sanki tüm dikkati bir anda sokağa saçıldı:

–Günaydın, diyeceğim ama günün aymamış, belli.

Bu sözleri söyledikten sonra çirkin bir kıkırdamayla titreyen, iş arkadaşı S.’den başkası değildi. Bundan hiç hoşnut olmadığını gösterircesine üst dudağını yukarı kaldırdı, tekrar önüne döndü.

–Hop, babalık! Yine neye alındın,

derken attığı birkaç hızlı adımla kendisine yetişmişti S. Kadın sesini andıran tiz ve boğuk sesiyle konuşmaya devam ediyordu;

–Dayak mı yedin yine? Hmm? Hadi, utanma söyle, yabancı mıyım ben?

Her cümlesinden sonra yarım bir kahkaha patlatıyor, nefesini tutarak kahkahasını bastırdıktan sonra konuşmaya devam ediyor, lafını bitirince yarım kalan kahkahasını abartılı bir şekilde sürdürüyor, uzun uzun gülüyordu. Zaten hafifçe basık suratı şımarık bir çocuğunkini andırıyordu, alay etmeye başladığındaysa çekilmez birine dönüşüyordu. Arkadaşı olmasına arkadaşıydı ancak hiçbir zaman bu adamın samimiyetine inanmazdı. Ne derlerdi, koltuğunda gözü vardı herhalde; sanki bir fırsatını bulsa kendisini şirketten kovduruverir, yerine de büyük bir istekle geçerdi. Ya haklıydı ve bu haklılığını kanıtlayana kadar temkinli davranmakta fayda vardı yahut da bunların hepsi, S’ye karşı sebepsiz nefreti için kılıf niyetine ürettiği kuruntularıydı.

–Kardeş amma alındın ya, tamam şakaydı… Otobüs geldi, nereye!


* * *


Yolculuğun uzunluğu ancak onun yerini alan başka düşüncelerle unutulabilirdi. Kendisi de aksini yapmıyordu şu an, oturduğu koltukta başını geriye yaslamış, bir lambanın etrafına üşüşen sayısız kelebek, sinek ve adlarını bilmediği diğer böcek sürüleri gibi kafasında uçuşan binbir çeşit düşünceyi belleğine buyur ediyordu. Ki bu düşüncelerin her biri, diğerinin önüne geçmeye çalışıyor, zihninde bir saniyeliğine parlıyor ve hemencecik sönüyorlardı. Kendisi de en çok biri üzerine kafa yormak istiyordu ancak bunu yapmaya çalıştığı anda diğer düşünceler o fikri çepeçevre sarıveriyordu; aklı, tüm bu karmaşaya bir anlam veremiyor, bulanıyor, bunalıyordu. Böyle süren birkaç dakikadan sonra nihayet elini düşünceler havuzuna daldırabildi ve onca kalabalık içinde ışıldayan o fikri gün yüzüne çıkarabildi. 

Evet, karısını düşünüyordu şimdi. Hatta karısını değil; o birkaç yıl önceki ulaşılması mümkün olmayan olağanüstü varlığı, dokunsa kırılıverecek kadar zarif ve narin o kadını düşünüyordu. Nasıl da uzaktan seyrederdi onu; taranmış tel tel saçlarını, hafif kıstığı siyah gözlerinden saçtığı bakışlarla ilgisiz bir tavır takınmaya çalışmasını -bunu kısmen başarırdı- tıpkı uyku halindeki bir insanın ciddiyetiyle büzdüğü dudaklarını, yorgun görünüşüne eşlik eden gözlerinin altındaki bir çift çizgiyle güzelliğine hayran bırakışını... Aynı şirkette, bir adım ötede ama bir ömür kadar uzaktı ona. Değil evleneceğine inanmak, onun hayalini aklından geçirmeye bile cesaret bulamazdı. 

Şimdi ise bir halihazırdaki yaşantısına, bir de şunun şurasında birkaç sene öncesine bakıyor, aradaki abartılı farklılığın sebebini çözemiyordu. Artık karısının yüzünü bile görmüyordu, bir tek sabahları -kendisi işe önce gittiği için- bu şerefe nail oluyor fakat her güzelliğin bir bedelinin olduğu gibi, böyle de ancak kaşlarını çatmış, öfkeden kıpkırmızı olmuş bir suratın bağırırken ağzından fırlayan tükürük damlalarını sayabiliyordu. Zaten bütün gün bir telefonun pasparlak ekranını seyrediyor, geceleri de kapkaranlık bir uykuya dalıyordu. Evet, artık hem iş yerinde hem de evde aralarında bir adım mesafe vardı ama yine dağlar kadar uzaktı işte ona.

Yine ne uzun düşünmüştü. Başını iki yana birkaç kez salladı, yanında oturan S.’ye baktı. Adam çantasındaki kağıtları önüne sermiş, eline bir kağıt alıyor, biraz göz gezdirdikten sonra bırakıp diğer kağıda geçiyor, belki de sadece meşgulmüş gibi görünmeye çalışıyordu. S.’nin bu yapmacıklık kokan çalışkan duruşuna eşlik etmek istedi, onun yanında boş boş oturmayı gururuna yediremedi. Elini çantasına atacak oldu ancak çantasını almayı unutmuş olduğunu fark etti. Hevesi kursağında kalmış bir çocuk gibi yüzünü buruşturdu, bu saatten sonra geri dönemeyeceğini de biliyordu, işe geç kalırdı zira. Zaten kaç gündür işe geç gidiyordu, bugün de saatini geçirirse kesin kovulurdu. Hele kovulma ihtimalini aklının ucuna bile kondurmuyordu. Sonrası çok açıktı çünkü; işten çıkarılırsa tüm makamı, itibarı yok olacaktı. Hah, tabi karısı da bu işe yaramaz adamın yanında daha fazla durmaya tahammül edemeyecek ve bir akşamüstü pılını pırtını toplayıp habersizce çekip gidecekti. Kendisi de iş aramak üzere evden çıktığı halde hiçbir sonuç elde edemediği gibi bir de para harcayarak döndüğü için zaten kendine kızgın olacağından saatlerce kapının önünde bekleyecek, karanlık çökünce ancak zile basmaya cesaret edebilecekti. İki kez zile bastığı halde açılmayan kapının önünde ellerini ceplerine atacak, oflaya puflaya ceplerini karıştırırken anahtarla sinir bozucu bir saklambaç oynayacak, nihayet kapıyı açacaktı. Evde biraz dolaşınca her şeyi anlaması hiç de uzun sürmeyecekti; buzdolabında üç gün yemesi için bırakılmış bir tencere kuru fasulye ve salon sehpasına fırlatılmış yüzüğü görünce beyninden vurulmuşa dönecekti zaten. Artık sonrasında kafasını duvarlara mı vururdu, çığlıklarla sokakta mı koşardı...

S.’nin tiz çığlığıyla bir kez daha sıçrayarak düşüncelerinden uyandı. Etrafına bakındı, S.’yi geride, kapının önünde bekler vaziyette buldu. Adam, yüzünde vurmuş kızgınlık esintisiyle kendisine bakıyor, bir eliyle kapının kolunu tutuyor, diğer elini havada sallıyor, artık gelmesini işaret ediyordu. 

Mahzun bakışlarla gölgesini seyrederek S.’nin bir adım gerisinde yürüdü, bomboş bir 
zihinle adımını şirkettin kapısından içeri attı. Ne var ki hiç beklemediği şu anda büyük bir alkış tufanının kopmasıyla yine korkuyla sıçradı. Başını kaldırınca şirketteki tüm çalışanların karşısında inanılmayacak kadar düzenli bir şekilde dizilmiş, ellerini birbirine vurmakta olduklarını gördü. Dönüp S.’ye baktı, o da çantasını ayaklarının ucuna yaslamış -çantasının rengi mi değişmişti?- yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirmiş, hızlı hızlı alkış tutuyordu; gülümseyince yanaklarında beliren bir çift silik gamzeyi göstermek istercesine dudaklarını yayabildiği kadar yaymıştı yüzüne.

Şaşkınlığı yüzünden akar bir vaziyette ellerini iki yana açtı, artık bir açıklama beklediğini gösteriyordu. Kendisine doğru yürüyen, bir yandan da alkışlamasından ödün vermeyen müdürü onu anlamış gibiydi:

–Gel bakalım muhterem, gel!

Müdürünün elini omzunda hissetti, hemen ardından müdür odasına kadar onun peşinde sürüklendi. Bu sırada alkışlar kesilmiş, fısıldaşmalar başlamıştı; şimdi binada anlaşılmayan kelimeler, mırıldanmalar halinde dolanıyor; kulaklara ulaşamadan birer birer kayboluyorlardı. Müdür, nihayet odaya girdiklerinde kapıyı geride dönen lakırtıların üzerine kapattı ve dönüp koltuğu işaret etti:

–Artık müdürsün, bunu hak ettin.

Bunları söylerken adamın yüzünde öyle bir neşe, öyle bir heyecan vardı ki neler olduğunu sormaya bile çekindi, usulca müdürün işaret ettiği koltuğa oturdu. Bir çizgi film karakteri kadar mutlu görünüşüyle ellerini çırpan müdür, bir dakika beklemesini işaret etti, odadan çıkarken titreyen elleriyle birkaç on saniye kapanmaya direnen kapıyla cebelleşti. “Yeni müdür” ise beklediği müddet zarfında odaya kabaca bir göz gezdirme fırsatı yakalamış, biraz dikkatle bakınca da kendi odasının bir kopyasında bulunduğunu anlamıştı. Tek farklılık, masanın karşı tarafındaki isimlikten, içinde bulunduğu odayı müdür odası ilan eden bu hileli nesneden kaynaklanıyordu.

Kapı tekrar açıldı. Gelenin müdür olmasını bekliyordu ancak gördüğü sima karşısında yine hayrete düştü:

–Sen neden geldin? Neler oluyor?

Karısı soruları duymamış gibiydi; yavaş adımlarla içeri girmiş, kapıyı arkasından kapatıyordu:

–Hoş geldin!

Gülümsüyordu. Ah, bu nasıl bir sahneydi böyle, karısı işte şurada, karşısında durmuş, gözlerinin içine bakarak gülümsüyordu, gözlerinin içi gülüyordu kadının! Yıllardır yüzünden eksik tek şey olan masum, zayıf bir gülümseme, kadının dudaklarında yeniden belirmişti. Gözlerinin acı bir suyla dolmasına engel olamadı. Fakat karısının bunları gördüğü yoktu elinde üst üste yığılmış dosyalarla masaya doğru ilerliyordu. Nihayet adamın karşısında durdu, masanın üzerinde ne varsa basit bir hareketle kenara itip dosyalar için bir yer açtı, diğer elindeki yığıntıyı masaya fırlatır gibi bıraktı:

–Bu da benim sana hediyem!

Gözlerini bir an karısından alabilse kadının sözlerindeki alay tınısını duyabilecekti ancak oturmayı bile unutmuş, şaşkınlığını gizlemek için en ufak bir girişimde bulunmuyor; belki ömründe son defa karısının tebessümüne şahit olduğu için başka hiçbir şey görmüyor, duymuyor, bir buz kütlesi gibi dikiliyordu. Yazık ki kadın, bunları hâlâ fark etmediği gibi sanki başka birisiyle konuşuyordu:

–Artık sen ve ben, bu şirketin yeni müdürleriyiz. Düşünsene! Bu çöplükte istediğimiz gibi ötebiliriz, istediğimiz emri verebiliriz şu karınca sürüsüne! 

Adamın üzerindeki kara büyü, bu çirkin sözlerle bozulmuştu, kulağına çarpan 
cümlelerden oldukça rahatsızlık duyduğu yüzünden okunuyordu. Tekrar koltuğuna oturdu, önündeki klasörleri, kağıtları karıştırmaya başladı, birkaç saniye geçmeden sıkılıp arkasına yaslandı. Bu sırada kapıdan iki tok ses odaya yayılmıştı. Karısı, kendisine fırsat bile tanımadan sanki uzun süredir bu anı bekliyormuşçasına bir aceleyle, buyurgan bir üslupla bağırdı: 

-Gel!

İçeri giren müdürdü -gerçi artık eski müdür oluyordu- onun da elinde bir deste kağıt vardı. Önce kadının karşısında bir kraliçeyi selamlar gibi eğildi, ardından masanın etrafını dolanarak adamın yanına geldi. Elindeki kağıtları masadaki dosya yığıntısının üzerine fırlatır gibi bıraktı, sonra adama dönüp hiçbir anlamı olmayan şu cümleleri sıraladı: 

–Bir şey yanlış, öncelikle daha şık giyinmelisiniz, ikincisi de…


Elini cebine attı; bir avuç büyüklüğünde beyaz, elinde sabit duramayan bir topak çıkardı,

bunu, inanılmaz bir istekle adamın bıyıklarına sürmeye başladı:

–Kuyruk yağını unutmayın!

–Yeter!

Öfkeyle kuşanmış ellerini müdürünün yakasına yapıştırdı, adamı hemen önündeki masaya doğru tüm kuvvetiyle itti, sonra belki de hâlâ emniyette hissetmediğinden odanın bir köşesine attı kendini. Kıyafetinin kollarına ağzını, yüzünü sildi, yere birkaç kez tükürdü. Zaten şu ana kadar olanlara hiçbir bir mana veremiyordu, şimdi bu tiksindirici münasebetsizlik de neydi böyle! Anlamı neydi tüm bu gereksiz ayrıntıların, habersizce sahip olduğu bu tahtın, kulaklarını kanatacak kadar şiddetli bu kahkahaların, yalandan dudaklara asılmış tebessümlerin, boğazları yırtarak çıktığı halde hiçbir neticeye kavuşmayan gürültülerin, bu el üstünde tutulan hastalıklı döngünün seyri? Bunların hepsi, en başta gerçek bile olamazdı!

Bu düşüncelerini okumuş gibilerdi hâlâ içeride olan karısı ve müdür, ikisi de oldukları yerde dimdik duruyor, bomboş gözlerle kendisini seyrediyorlardı. Bu korku filmi ne kadar böyle sürmüştü, bilmiyordu, gözlerini açtığında hâlâ otobüsteydi. Bir saniye geçmeden her şeyi anlamıştı. 

Yanına baktı, tahmin ettiği gibi S. yoktu; bir gün haklı çıkacağı çoktan içine doğmuştu. İstediği fırsatı yakalayan suratsız herif nasıl da kaçıvermişti işte! Pencereye döndü bu defa, nereye kadar gitmiş olduğunu kestiremedi, sanki şehrin sokakları belleğinden silinmişti. Kapıya koştu, şoföre durması için birkaç kez bağırdı, inerken arkasından savrulan küfürleri duymazdan geldi. Geriye döndü, keskin bir çığlık fırlattı ve daha önce benzerini hatırlamadığı bir hızla koşmaya başladı. Nasıl uyuyakaldığı sorusunu düşünmüyordu zaten; kendisine olan öfkesini bile ertelemiş, şirkete dönmeye çalışıyordu. 

Yarım dakika kadar sonra sendeleyerek yavaşladı, en son soluk soluğa olduğu yere çöküverdi. Hatta dizlerinde oturacak dahi derman bulamadı, kaslarının da gevşemesiyle sırtüstü uzandı yere. Kollarını iki yana açabildiği kadar açtı. Bir yandan kendi kendine "hayır, hayır" diye mırıldanıyor, sesi bir yükselip bir alçalıyordu; diğer yandan gözlerini sıkı sıkıya kapatmıştı. Asıl bu ânın bir rüya ya da benzeri bir şey olması lazımdı, hiç değilse zamanı geri alabilmeliydi. Ancak gerçek, yüzüne ağır bir tokat gibi çarptı: Kaçınılmaz son gelip çatmıştı. 

Birazdan gelecek telefonla tahmin edilmesi hiç de zor olmayan o sözler kulağını yırtarak 
beynine işleyecek, sonra karısının bitmek tükenmek bilmez hakaretlerine maruz kalacak, birkaç gün sonra da dolapta yemesi için bırakılmış bir tencere kuru fasulye ve salon sehpasına fırlatılmış yüzüğü görecek, kafasını duvardan duvara vuracak, çığlıklarla sokakta koşacaktı. Öyle yalnız kalacaktı ki hayalleri bile onu terk edecekti. 

Şimdi değildi, şimdi olamazdı...

–Lanet olsun...

dedi fısıltıyla ancak bu bayağı cümle onu rahatlatmadı. Birbirinden alabildiğine bağımsız parçaların yan yana getirilmesiyle oluşmuş yamalı hayatına olan kinini kusarcasına, ses tellerini yırtacak kadar bir kuvvetle soluğu kesilene kadar bağırdı yattığı yerden; tüm gözlerin üzerinde olmasına aldırmadan: 

–LANET OLSUN!!!

Kevser

20 Temmuz 2000, Pendik, İstanbul doğumlu. Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde öğrenci. Öyküleri Aşkar dergisinde yayınlanıyor ve 2017 yılında Sivas'ta düzenlenen Türkiye geneli öykü yarışmasında birinci oldu.

Diğer Yazıları