Ne zamandan beridir bunu yaptığı hakkında ufacık bir fikri... aslında vardı; belki yüzyıllardır koşuyor, bazen ölüyor, sonra tekrar doğuyor, bir başka bedende koşmaya devam ediyordu. Bazen peşi sıra yuvarlanan taşlardan biri olarak dünyaya geliyordu belki, birkaç canı ezip gömüyor, aynı hızla yoluna devam ediyor, neden sonra büyük balığın küçük balığı yutması hesabı büyükçe bir taşla çarpışıp parçalarına ayrılıyor, tekrar ölüyor, tekrar diriliyordu. Hoş, belki de bu düşüncesinin mimarı, en az yolun sonuna olduğu kadar yolun başına dair de korkularıydı. Kendini bildi bileli koşuyor, kaçıyordu peşi sıra sürüklenen taşlar, çığlar, evler, kara deliklerden. Bir anlığına durup “ya ben ne yapıyorum” diyecek olsa bir şey mutlaka bedenini ezecek, çizgi filmlerde kağıt gibi yere yapışan bir karakterin gerçek hayattaki kanlı revanlı görüntüsüne kavuşturacaktı. Aklında sadece koşmak vardı; önünde akan yollar, sağında ve solunda bir arabanın camında yol boyu art arda baş gösterir gibi sıralanmış ağaçlar, yokuş aşağı devam eden zemine her an düşebilecek olmanın damarlarına yaydığı ürperti, durmaksızın koşuyordu sonunu düşünmeden. Ara sıra yolda başka simalara da rastlıyordu ancak herkes o kadar hızlı, birbirlerinden o kadar habersizdi ki gözün gözü görmediği, çıplak bedenlerin kimsenin dikkatini çekmediği mahşer meydanında gibilerdi. Birbirlerine çarpma korkusuyla kimse kimseye yanaşmıyordu zaten, her koyun kendi bacağından asılıyordu. Muhakkak bu esnada düşen, kalkan oluyordu ama bunların kimseyi ilgilendirmediği de aşikardı. İşin ilginç tarafı ise kimsenin koşmaktan yorulmamasıydı. Sanki hepsi de sonsuz bir enerjiyle sonsuza kadar koşabileceklerini zanneden korku filmi figüranlarıydı.
Ansızın sağ ayağı içe bükülüverdi, sol ayağı sağ ayağına takıldı ve yere yüz üstü kapaklanırken iki elini yere uzatarak yüzünün parçalanmasını engelledi. Yine de göğsünü sivri taşlarla dolu zemine çarpmış, bu da bedeninde simetrik olmayan, acısı sırtına kadar vuran izler bırakmıştı. Öleceğine neredeyse emin olmuştu ancak şaşırtıcıydı ki hâlâ nefes alıyordu, peşi sıra yuvarlanan çığlar onu ıskalamıştı. Dönüp bakınca yenilerinin de hemen onların peşinde sürüklendiği görülüyordu. Bu sahneye şahit olmasıyla tekrar ayağa kalkıp koşmaya devam etmesi bir oldu. Hayatta kalışının kaç sıfırlı bir evrensel kümedeki olasılıksız bir tesadüf olduğuna kanaat getirdi. Zaten başka bir ihtimali düşünecek vakti de olmadı tekrar.
Ara sıra dönüp arkasına baktı ancak bu bakış, durup dinlenebileceği, düşünebileceği bir alan tahsis etmek için değil, düşerse kalkacak zamana sahip olup olmayacağını hesaplamak içindi. Böylece gerideki taşların hızına göre koşusunu yavaşlatmayı ya da hızlandırmayı, kimi zaman da taşları yolda gördüğü bir başkasına yönlendirip kendini kurtarmayı öğrendi. Zamanla bu iş keyifli bir hal bile almaya başlamıştı; hava şartlarının uygun olmadığı dönemlerde kendini riske atmıyor, çamurlu ya da sisli yolları tercih etmiyordu. Güneşli günlerdeyse bir çocuk gibi neşeleniyor, ayak parmaklarının üzerinde yokuş yola dans ediyordu. Bazen yolda rastladıklarının ellerini tutuyor, bazen de bir kalkan niyetine arkalarına sığınıyordu. İster uzun ister kısa sürse de bu birliktelikler, eninde sonunda hepsiyle de ilişiği kesiliyordu. Birbirlerini tekrar görecek olsalar şu maraton içinde bu anıları hatırlayacakları bir muammaydı. Neticede her günün sonunda yalnız başına koşmaya devam ediyordu bir dakika olsun durmadan. Belki yine düşerse aynı şansa ikinci defa sahip olamazdı, kim bilir.
Koşusunun bilmem kaçıncı yılının hangi ayında, herkesin kendi düzeninde ayaklarını yere vurmaya devam ettiği sıradan bir günde üzerine büyük bir ivmeyle yaklaşan kayayı yalnızca birkaç saniye görebildi. Sonrası derin bir acıyla başlayarak bir televizyonun aniden kapanması gibi hızlı bir karartıyla bitti.
20 Temmuz 2000, Pendik, İstanbul doğumlu. Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde öğrenci. Öyküleri Aşkar dergisinde yayınlanıyor ve 2017 yılında Sivas'ta düzenlenen Türkiye geneli öykü yarışmasında birinci oldu.