Menu
SON EMİR
Öykü • SON EMİR

SON EMİR

Ayak parmaklarım bir ketenpereyle tek tek kopartılıyormuş gibi acıyor. Bileklerim testereyle doğranıyor gibi. Bacaklarımın kalçamla birleştiği yere saplı demirler var!.. Ve o demirler etlerimi dağlıyor kor misali. Ama yine de, dünyaya ait tüm gürültülerin sustuğu bu yerde cebimde taşıdığım cümleyi düşleyip duruyorum.

Bir ölünün kafa tasından kazıdığım sözler çınlıyor kulaklarımda:"Acı duymak gülmekten iyidir, zira acı insanın yüreğini arıtır” Evet Van Gogh!.. İn, cin her kim varsa terk edip gidiyor acı varsa insanın yüreğinden. Kalabalıkların sesi uzaklardan duyulur oluyor. Sinsi bir örümcek gibi örüyor kader ağlarını. Acın ve yangınınla bir başına kalıyorsun. Yüreğin de, ruhun da o yangının alevleri arasında kaybolarak arınıyor.

Boş ver beni ağabey! Boş ver deli saçması sözlerimi. Şu anda varlığınla kuşanmış gibi hissediyorum. Önemli olan bu benim için. İçindeki insanı ilk kez örtüsüz, çırılçıplak görüyorum. Babamın askere uğurlarken baktığı gibi, senin bakışlarında da bir şefkat çağlayanı görüyorum. Sevgini ilk kez bu denli sınırsız bir şekilde hissediyorum kollarının arasında. Küçüklüğümden bu yana susadığım ama dudaklarımı dahi ıslatamadığım yakınlığını, samimiyetini, sıcaklığını... Lütfen daha sıkı sarıl bana! Babamın, beni uğurlarkenki kucaklayışını hissetmek istiyorum.

“Evlat” de bana yine! Erkek olmayı dürtüle! İncindiğim zaman ağlamamayı öğret bana! Erkekliğin pençesinde duygularımı öğütmeyi. İçimde yaşayıp duran çocuksu yanımdan kurtulmanın yolunu göster bana!Her kaçtığım yerde örtülerin altına sığınmamayı! “Eni sonu adam edeceğim lan seni!” dediğin gibi, hadi ağabey!

Gözlerindeki ateşi gördükçe hakikaten bir erkek olduğumun farkına varıyorum. Bak işte bunca acıma rağmen “ah” bile demiyor, dişimi sıkıyorum. İşte bu ölümcül ağrıların kıskacında bile tıpkı söylediğin gibi adam gibi duruyor ve de ağlamıyorum. Beni böyle yetiştiren sen ise, sadece seyrettiğin halde... Nasıl anlatsam?.. Hayatı boyunca gülümsemeyi bile erkekliğe zül sayan sen, onca acı yaşanmışlıklara rağmen burnunun dikine giderken babamızı bile takmayan sen karşımda eşkıya üniformandan soyunuyor ve bir babaya dönüşüyorsun! Katlanamıyor, ağlıyorsun!

Farkında mısın? İlk kez bana bir ağabey gibi bakıyorsun! Damarlarımda dolaşan kanın sıcaklığını duyarak bana sarılıyorsun. Oysa çocukluğumuzdan bu yana ağabeylik, üzerimde bir otorite kurma savaşı olmuştu senin için. Bu dokunuşlarını bana bir kerecik olsun reva görmemiştin. “Eğer bize katılmayıp da asker olursan!..” diye küfürler savurduğunda dahi seviyordum seni oysa! Sana zarar gelmesini, tırnağının taşa değmesini yüzümdeki morluklara rağmen asla istemedim!

Üniversite okuyordum hukukçu olacaktım. Anam, bari oğullarından birini yanında görsün istedim. Okuyup iş bulacak, yüzündeki iz bırakan tüm hüzünleri silecektim.

Dişimle tırnağımla çalışıp emek verdim. Okulu bitirmiştim. Son sınıfta bir kız sevdim üstelik! O’da beni sevmişti. Karar verdik. Evlenecektik. Stajım bitince hemen işe girdim, evlenmiştik. Bir oğlum var şimdi. Henüz iki yaşında...

“Sus! Daha fazla anlatma!”

Beni sırt üstü yatır ağabey! Ağlama! Hıçkırıklarını duymak ağır geliyor. Sadece öylece dur ve bak yüzüme! O kadar özlemişim ki... Doya doya görmek istiyorum...Yüzünü görmek istiyorum ağabey, ve... Birikmiş ağabey sıcaklığını başımdan aşağı dökerken gözlerine gün gibi doğan kardeşliği!

Gözlerindeki gece ne zaman silindi? Bana bakan zifiri bakışlar, bu yaşlı gözlerle ne zaman yer değiştirdi? Kendime, inandığım gibi bir yaşam seçtiğim için bana hala öfkeli değilsin öyle değil mi? Kızmıyorsun çoluk çocuğa karışıp ana kuzusu olduğuma?
Zavallı anam! Şu halimizi görseydi ne kadar mutlu olurdu!

Seni her andığımda “bana bir kerecik kardeşim desen yeter!” derdim. Bir kere olsun bağrına basman için inan ölebilirdim. Seni bana armağan edeceğini bilsem şimdiye kadar bin kez can vermez miydim? Bu yüzden ağlama! Kanadım kırık göçmeyeceğim. İşte buradayım ağabey, kollarının arasında!

Baksana? Şu an korkmadan gözlerinin içine bakabiliyorum! Hatta göz yaşlarından birini tadıyorum biliyor musun? Daha demin yanağında beyaz çizgiler bırakarak dudağıma düşen göz yaşlarından birini... Tuzlu, sen kokulu ve pişmanlık dolu... Gerisi yok, yüreğindeki acı dilimi uyuşturdu.

Burnum akıyor. Belki de kanıyor...Şu taşın üstündeki çantama uzanmaya çalışıyorum. Ama... Gözlerimi aralayıp baktığımda yok oluyorlar, göremiyorum ellerimi. Puslu bulutlar yürüyor gözlerime. Gittikçe bulanıklaşıyor dağlar. Bileklerim zonkluyor. Her biri sanki tonlarca ağırlıktalar.

Gözlerimi dağların avuç açtığı göklere dikiyorum. Yağmur taneleri dokunuyor kirpiklerime. Gözlerimi kırpıştırıyorum. Bir toprak kokusu dağılıyor gökyüzüne. Köyümün kokusunu taşıyan bulutları içime çekiyorum. Umutsuzluk kokuyor hala köyüm, açlık kokuyor.. Korku sinmiş tüm sokak aralarına...Loş ve rutubet kokulu bir korku! Başkaları için güven sayılan şeylerin korkusu... Benim korkum!.. Köyüm için sılaya dönmüş bir çocuk değil, korku dağıtan bir karabasan oldum!

Aman Allah’ım! Şimdi makus talihim saydığım köye duyduğum hasret de ne böyle? O zaman kaçmak için bin bir plan yaptığım, bin bir düzenekle imha etmeye çalıştığım feodal düzenin hüküm sürdüğü toprakları gün gelip de özleyecek miydim böyle delicesine!

Ah göğsümde bir sancı...Sahi gün mü batıyor? Gökte aniden çoğalan bu kızıllıkta ne? Yoksa melekler kanatlarını damarlarıma batırıp göğe mi sıçrattılar ağabey, söyle? Neden Van Gogh’un ruhuna bürünüyor ruhum? Yıllar öncesinde yaşanan intihar sarısı bir hüznün sürgünü müyüm? Buruşuk bir ölünün çürümüş dilinden dökülebilir mi cümlelerim? O’nun fizikötesi tutsaklığını bu kadar derin hissedebilir miyim? Hayretler içindeyim!

İnan bana, inan bana ağabey bundan eminim!.. Yemin ederim bunlar yıllar öncesinden; ben doğmadan çalınmış cümlelerim! Bu cümlelerdeki adam benim ta kendim! Bu cümlelerin iliklerine sinen benim yüzüm, benim!

“İnsanları diri diri gömercesine kilitleyip çevrelerinde duvarlar örenin ne olduğu bilinmez ama yine de bir takım duvarların, tel örgülerin, demir parmaklıkların varlığı hissedilir. Bütün bunlar bir kuruntu, bir hayal midir? Sanmıyorum.”
Bu nasıl bir kuruntu ve hayal olabilir? Bir ölü, yazgımın etrafıma bir örümcek gibi ördüğü dikenli tellerin, duvarların, demir parmaklıkların varlığını benden önce hissedip dile getirebilir mi renkleriyle? Ve nasıl olur da ben, genç ölümlü ben, bunu hissettikten ve onlarca eserime kazıdıktan sonra fark edebilirim? Evet ben de hiç sanmıyorum...Bunlar ne kuruntu ne de paslı hayallerdir.

Seccadeye uzatırken başımı tüm dağılmışlıklarımla. Perişanlığımı hissederek sığınırken en büyük güce yalvarırcasına. “Allah’ım, benim gibi hissedenlerin tamamı neden ölü? Niçin hala diriyim ve ölüler gibi hissediyorum?” gibi düşüncelere kapılıyorum. Bu bir isyan mı? Belki de... Bilmiyorum, bilmiyorum... Sadece soruyorum bir ölünün tükenmiş nefesiyle:
“Ve insan kendi kendine sorar; Tanrım bu uzun süreli mi, temelli ve herkes için geçerli olan bir ebediyet mi?"
İşte bende tam burada bundan; bu yazgı sürgününde süreklileşmekten korkuyorum. Bu ne kadar sürer? Ömrüm kadar uzun ve sürekli mi? Yalnız benim için mi yoksa herkes için geçerli olan bir ebediyet mi? İnsan dilediği an bu döngüden çıkıp kurtulabilir mi?

Tamam! Peki, dilediğin gibi olsun. İç dünyama açılan kapıyı kapatayım. Yıkık cümlelerimi kendime saklayarak sana köyümüzü anlatayım. Kendimi olabildiğince en uzağa, en diplere atayım. Ve... Aydınlık yüzümle, durup gölgelerimi arkamda saklayayım.
Sahi ağabey!.. Allah diyemezdim karşında hatırlar mısın! Elif balarımı bilmem kaç kere paralamış, camdan dışarıya fırlatmıştın! Annem sana “emzirdiğim süt haram olsun! Kur’an’a el uzattın!” dediği zaman annemi hırpalardın. Komşular yetişir elinden kurtarmaya çalışırlardı. Bağırır çağırırdın.

Evden kaçardın. Zavallı anacığım günlerce izini sürer, eve gelmen için patlamış dudaklarıyla dua ederdi. Dönerdin... Zavallı sitem bile edemezdi. Evin direğiydin. Bilirdi. İncitsen de tutunduğuydun, kaybetmek istemezdi yine de.

Bakıyorum da şimdi susup dinlemekle yetindin. Yoksa ağabey, pişmanlık duyup tövbe mi ettin?

Üzgünüm. Üstüne gelmemeliydim böyle. O kalp senin. İstediğin şeye aidiyet duyabilirsin. Bundan kime ne?

Boş ver...Evet, şimdi daha sıkı tut ellerimi işte böyle! Aman Allah’ım ağabey neden ağlıyorsun söyle? Ellerim ağabeyciğim ne olur söyle bana ellerim nerde? Susma, sakın susma, konuş, anlayamıyorum. Korkuyorum ağabey, çok ama çok korkuyorum. Kara geceler üşüşüyor ruhuma, üşüyorum! Bu birliğe girmeden önceki kadar savrulmaktan, dağılmaktan...

Ve ellerim olmadan yaşamaktan korkuyorum. Ellerimi ver bana ağabey! Ellerimi geri ver! Hissetmek istiyorum. Kanlı bileklerimi gördüğüm yerde değillerse söyle neredeler?

“Sakın uyuma oğlum, helikopter gelmek üzere, bu bir emirdir bak! Sakın, sakın uyuma!”

Uykum yok ki ağabey, hem nasıl uyuyayım? Ayak parmaklarımdan çığlıklar yükselirken böyle? Sahi şu karşımda duran kopuk ayaklar da kimin söyle? Ayaklarında benimkine benzeyen postallar!.. Allah’ım! Nasıl olur? Can arkadaşlarım parça parça karşımda durmaktalar! Sahi dağılan parçalar kime aitti ağabey? Ayaklarımdaki ağrı olmasa benimki sanacaktım ve... Sonrası malum, dağlarda çınlayan acı dolu çığlıklar!

Yok, sustum! Lütfen başını göğsüme bastırıp ağlama yine! Sen nasıl istiyorsan aynen öyle! Bırak git beni hadi! Bekleme bu ateş hattında! Helikopter sesleri geliyor. Koş canını kurtar ve... Kaç git...Şimdi gelip kafana sıkacaklar!

Ben değilim yalnız, geride bir sürü kardeşin var! Bak şu manzaraya! Hangisinin kime ait olduğu belli olmayan bölük pörçük parçalar! Daha dün gece gülüşüp konuştuğumuz aslan gibi çocuklar... Başkalarının kardeşleri değil miydi söyle, o çocuklar? Başka anaların çocukları değil miydi? Sonra karakola Azrail gibi yaklaşan gölge! Sen ağabey!.. Sen ölüm meleği gibi elinde çığlıklar taşıyarak geldin ve!.. Hey!.. Elin özgürlük mü dağıttı ölüm mü? Ölüm dağıtan kanlı bir el mi özgürlüğün kapısını aralayacak söyle?

Her şey çok güzelken birden pencere camını kırarak içeri düşen pimi çekili bomba! Gece üstüne gece, gürültü ve korku dolu karanlıklar! Toz, duman, “imdat” sesleri, çığlıklar!.. Azrail, Azrailler ağabey bak! Hala aramızdalar! İşte bak! “Yar göğsüne baş koymadan” dağılmış kafalar, gözleri yuvalarından akmış suratlar, kollar... Ah bunların hepsi arkadaşlarımdı ve şimdi mahvoldular! Alah’ım, hangisi, kim bilir hangi çocukların, anaların başlarına dünyalarını yıkacaklar?

Çek kirli ellerini üzerimden! Yastayım! Dokunma bir daha bana, asla dokunma! Sonsuza dek yüzüne bakmamalıyım! Ne biçim bir insanım ben! Nasıl bir kalptir göğsümde taşıdığım? Şimdi seni çoktan vurmuş olmalıydım, vurmalıydım, vurmalıydım...
Tutma beni! Nasıl çırpınmayayım! Bırak beni. Son damlasına kadar kan kaybedeyim! Bu yüzler gözümün önündeyken yaşamaktansa can vereyim! Allah aşkına bırak!

Bunu nasıl yaptın ağabey, çıldıracağım! İyi ki ellerimi aldın güzel Allah’ım! Yoksa gözümü kırpmadan kardeş katili olacak, sonra da canıma kıyacaktım! Belki de o tetiğe dokunamayacak ve böyle bir zalimle suç ortağı olacaktım.

Yo, yo vuramazdım hem nasıl vuracağım? Ağabeyim o benim, kanım! Allah’ım bu nasıl bir düzen böyle? Kendi kardeşimi nasıl da vuracaktım?

“O kıydı ama!” Hayır! Ellerimle olmasa ayaklarımla canını alacağım!

Elinde tuttukların da ne böyle? Benim siyah lastiklerim ve benim çoraplarımı giymiş bu kopuk ayaklar kimin, söyle?
Ağabey! Niçin ağlıyorsun? Elinde tuttuğun... Neden yüzüme acıyarak bakıyorsun?

“Tamam! Ne istersen yap bana ama yeter ki hayatta kal, uyuma! Dayan! Şimdi yardıma gelirler aslanım, dayan!”

Ağrım hafifledi sanki be ağabey! Başım dönüyor. Bedenimde sızılı bir gevşeme... Öyle serin ki... Üşümüyorum artık, sadece... Uykum geliyor! Bak... Fazla zamanın yok... Arkadaşlar kapıda! Bizi almaya geldiler. “Kapıda kimse yok” da ne demek, işte! Boş ver onları dur beni dinle... Beni seviyorsan silahını al ve git buradan! Çatışma hala durmadı! Görüyorsun işte her yanı alevler sardı. Arkadaşlarımın naaşları alevler arasında, hepsi yandı! Yanık bedenlerinin kokusunu duyuyorum. Hepsi duman duman ciğerlerime yapıştı. Ciğerlerimde onların dumanlarını taşıyorum. Yüzüme rüzgarla savrulan küllerini...

Daha fazla kalmamız, kalsak da yaşamamız imkansız burada! Silahını bırak ve kaç... Dayanabildiğim kadar tutunmaya çalışırım hadi kaç!.. Anamın ihtiyacı var!..

Yok, hayır!.. İstemiyorum kalmayacaksın benim için.

Uykum var! Tamam ağlama, yummadım gözlerimi! Sen izin vermeden asla yummayacağım da! Yüzüme babamın hüzünlü bakışlarını yansılayarak ıslak ıslak bakma!

Tüm acılarım dindi.

Ölüm acıların dindiği yerde mi başlar ağabey? Yoksa ölüm gelince mi dinmeye başlar acılar?

(MEHTAP YILMAZ, DİCLE SIZISI, SELİK KİTAPLAR, İSTANBUL 2007, SS: 69-78)

Diğer Yazıları