Menu
MEHTAP YILMAZ'LA 28 ŞUBAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ
Haberler • MEHTAP YILMAZ'LA 28 ŞUBAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ

MEHTAP YILMAZ'LA 28 ŞUBAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ

Mehtap Yılmaz, Taraf gazetesinde yayınlanan ‘başörtüsü’ yazısıyla, başörtülülere yapılan muameleleri gözler önüne serdi. Ancak Yılmaz, başörtülülere asıl ölümcül darbeyi 28 Şubat’ın vurduğunu söylüyor.

Yılmaz, kendisinden de örnekler vererek, o dönemde başörtülülere reva görülen muameleler sonucunda, eşleri tarafından dışlanan ve dayak yiyen kadınları, dağılan aileleri, psikiyatrik tedavi gören başörtülü kadınları anlatarak, “Bana göre darbelerin en korkuncudur 28 Şubat! Çünkü yuva yıkan bir darbedir” dedi.

Mehtap Yılmaz, 1971 yılında Diyarbakır’da doğdu. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. H. O. Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Dicle Sızısı adında bir öykü kitabı var.

Mehtap Yılmaz, bir süre önce Taraf gazetesinde yayımlanan yazısıyla, başörtülü olmasına tahammül edemeyen insanların muamelesini gözler önüne serdi. İlkokul sıralarında sırf annesi başörtülü olduğu için, öğretmeni tarafından aşağılandığını anlatan Yılmaz, yazısında yaşadıklarını şöyle anlatıyordu:

“Gözlerimin içine beni öldürecekmiş gibi baktı ve ‘Şimdi gözlerimin içine bak ve bana büyüyünce kesinlikle onun gibi olmayacağım de! Yoksa ellerimle gebertirim seni!’ dedi bağırarak. ‘Dilim tutuldu’ derler ya, hakikaten tutulmuştu. Konuşmak istiyor, ama konuşamıyordum. Biri sınıfa girip beni kurtarsın diye bekliyordum. Beni kurtarmak için kimse gelmedi.

“Suratıma art arda şaklayan tokatlardan sonra nihayet çözüldü dilim. Hıçkırıklara boğularak ‘evet’ diyebildim. O hâlâ öfkeyle bağırıyordu. ‘Sıkma başlı annem gibi olmayacağım’ de! Yoksa kovarım seni bu okuldan! Sınıfımda yobaz zürriyetine yer veremem! Çabuk bana anan gibi başını kapamayacağına söz ver!’

“Sonra artık onu duyamadığımın farkına vardım. Kalp atışlarım kulaklarımda çınlıyordu. Hiçbir ses duyamıyordum. Sadece öğretmenimin bir sağ, bir de sol gözüme odaklanan bakışlarını ayırt edebiliyordum. Söylediği şeyleri dilim çözülüp de tekrarlayıncaya kadar dayak yedim. Derken burnum kanadı. Sonra kulağıma olanlardan anneme veya bir başkasına söz etmem halinde canıma okuyacağını söyleyerek saçlarımdan sıkıca kavradı. Beni öylece yürüterek ikinci kattaki sınıfımızın hemen solundaki lavaboya götürdü. İşte o an çok korktum. Beni ölüme götürüyor sandım. Kanayan burnumdan yüzüme dağılan kanı temizledi. Siyah önlük giyerdik o zamanlar. Beyaz yakalı siyah önlük... Yakamı değiştirdi. Son zil çalıncaya kadar bahçeye çıkmama izin vermedi. Masasında oturarak konuşmadan beni izlemesi içimi daha bir ürpertmişti.

“Daha 10 yaşımdaydım. Konuşursam beni gerçekten öldüreceğine inandığımdan ne istediyse yaptım, sırrımızı sakladım. Bu yüzden öğretmenimin ezici muamelelerine okulum bitinceye kadar katlanmak zorunda kaldım.”

Yılmaz ile bu tarz yaklaşımların hayatına nasıl etki ettiğini ve kanayan yaramız başörtüsü meselesini konuştuk:

-Başörtüsü kullanmaya ne zaman karar verdiniz?

-İlkokul öğretmenim tarafından küçük yaşta dinsel tacize uğradığımda. Öğretmenim, canımı yakarak bana “Gözlerimin içine bak ve büyüyünce başını kapatmayacağını söyle!” derken gözlerinin içine baktığım zaman kesinlikle karar vermiştim diyebilirim. Fiziksel şiddete maruz kalan yetişkinlerde uç veren asilik gibi bir durum bu. Sanırım, canımın yakılması içime isyan tohumları ekti. Öğretmenim bana fiziksel şiddet uyguladığı zaman, içimden eğer ondan kurtulursam büyüyünce başörtü takacağıma dair yeminler etmemde etkili olan bu iç etkilerdi.

-Daha küçük yaşta maruz kaldığınız bu muamele hayatınızı nasıl etkiledi?

-Aslında bir test dozu gibiydi o dönemdeki yaşanmışlıklarım. Fırtına öncesi toz toprak savrulması gibi rüzgârlarla. Zira, müdahalenin şiddeti arttıkça, yarınlarınıza, umutlarınıza dair bir şeyleri kopartıp aldıkça elinizden, gittikçe aykırı bir kişiliğe bürünürsünüz. Bu kaçınılmazdır…

Örneğin şiddete maruz kalırken bir yandan canınız yanıyor, kurtulmayı diliyorsunuz, çünkü korkuyorsunuz, ama diğer yandan arkadaşlarınızın içinde aşağılandığınızı düşünüyorsunuz, ezildiğinizi… Kızıyorsunuz. Asileşiyorsunuz. Siz sürekli olarak çeşitli şekillerde hakarete maruz kalırken, insanların acıyarak bakmaları ruhunuzu incitiyor. Ruhen hırçınlaşıyorsunuz. Öfkeyle karışık tuhaf bir utanç duyuyorsunuz önce. Kocalarından dayak yiyen kadınlardakine benzer hisler. “Yaa şurana ne oldu?” diye soranlara yanıt vermek istemiyor, ya da “Düştüğümde oldu” türünden geçiştirme cevaplar veriyorsunuz. Kimseyle göz göze gelmek istemiyorsunuz. İletişim bozuklukları yaşıyorsunuz, ama bu çok yönlü şiddet, içinizde size dayatılan hayat biçimine dair bir kabulü değil, protestoyu ateşliyor! İçinize isyan tohumları ekiyor. Birdenbire içinde bulunduğunuz topluluktan kopuyorsunuz. Savruluyorsunuz. Dağılıyorsunuz. “Başka” ve “öteki” olduğunuzun farkına vardırılıyorsunuz. Sürü dışı hissediyorsunuz. Başka bir “tür” gibi tıpkı… Toplumunuza uzaktan bakar oluyorsunuz.

Örneğin günlerce sınıfta adaptasyon sorunu yaşadığımı hatırlıyorum o günlerde. Okula gitmemek için çeşitli bahaneler uydurduğumu. Hastalandığımı hatta!

Aslında gerçek şu ki bu yaşanmışlıkla hayatımın hiç de kolay olmayacağını anlamış oldum. Çünkü daha çocukken, insanoğlunun doğuştan sahip olduğu asgarî insan hak ve özgürlüklerinden olan kıyafet özgürlüğümün dahi olmadığı bir toplumda büyümek zorunda kalacağımın farkına vardırıldım.

Diyarbakır’da yaşamayı ekleyin buna bir de… OHAL şartlarını… Sürekli olarak “sıkıyönetim” şartlarında yaşamak zorunda olduğunuzu… Artı, on sekizlik manzaralarla okul öncesi yaşta karşılaşmak zorunda kaldığınızı... 12 Eylül öncesini düşünün, o kanlı zamanları… Daha onsekizini doldurmamış çocukların vurulduğunu düşünün sokaklarda. Ama sanırım kaderim bu. Bediüzzaman gibi kavgalı toprakların çocuğuyum.

-Peki, sırf siz başörtülü olduğunuz için size hakaret eden insanlara, yasal bir süreç başlattınız mı?

Çocukluk sürecimde başlatmadım. Çünkü sıkıyönetimle yönetilen bir bölgede bu tür şikâyetler ya dikkate alınmaz ya da başka “yaftalamalarla” başınız ağrıtılırdı. Kan gövdeyi götürüyordu çocukluk günlerimde. Yani şimdi size olağanüstü gibi gelen bu olay, bölgemde o dönemde yaşanıyor olan toplumsal olayların; faili meçhullerin, kayıp vak'alarının yanında tüy kadar hafif kalıyordu. Risâle-i Nurlar, toprağa gömülerek saklanıyor, mü’minlerin evleri basılıyordu. “Das Kapital” taşıyor diye 13-14’lük çocukların kafasına sıkılıyordu. OHAL toplumsal bilinç üzerinde şiddetli bir basınç yaratan, insan haklarına aykırı bir yönetim biçimidir. Hâlâ devam ediyor olan intiharlar bunun apaçık delilidir. Binlerce insanın faili meçhullere kurban gittiğini, ortadan kaybolduğunu düşünün. Sisli, puslu bir bölge… Yasal merciler de olsa o dönemde ne yazık ki yüzleri seçemiyorsunuz.

-Etrafınızdaki başörtülü insanlardan da bu tarz muamelelere maruz kalanlar var mı?

-Elbette! Ama bence bize asıl ölümcül darbeyi vuran 28 Şubat oldu. Yolda yürürken kocası başörtüsünü zorla çekip çıkartmıştı bir yakınımın. Kadın çıldırınca, ağır psikiyatrik tedaviler görmek zorunda kalmıştı. Günlerce dayak yiyenler, evden kovulanlar oldu. 28 Şubat, en bitimsiz aşkları yok etti. Pek çok mutlu yuvaya kin ve nefret tohumları ekti. Çok hatırı sayılır dostlukları bitirdi. Çok sevdiğim bir arkadaşım “Başörtülüsün! Yanında yürüyemem!” dedi meslekî kaygılarından ötürü örneğin. Başörtülü kadınlar, artık markette, piknikte, taziyede, düğünde yalnız bir hayata mahkûm edildi. Meslekî kaygıları olan mü’min adamlar, kadınlarıyla görülmekten imtina ederken başta, bu duyguyu gittikçe içselleştirdiler. İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. Kadınlarını, kendilerinden ötürü bu baskıya katlanmak zorunda gördüler. Yalnız bıraktılar. Seveceklerine alabildiğince sömürdüler. Minnet duyacaklarına çok üzdüler. Onlardan utanmaya başladılar. Kocalarının mesleğinden ötürü başlarını açan ev kadınları oldu. Açmayanlar benciller! Boşanamadı bile kadınlar. Kamusal alanı bırakın, Diyarbakır’da marketler bile başörtülüleri işe almıyordu. Bir araştırın bakalım İslâmî kesim gazetelerini! 28 Şubat sonrası kaçı başörtülüye iş imkânı tanıdı? Bana göre darbelerin en korkuncudur 28 Şubat! Çünkü yuva yıkan bir darbedir.

-Bir dönem başörtüsü yasağı kalkarsa, ‘mahalle baskısı’ olacağı tartışıldı. Peki, sizin yaşadıklarınız mahalle baskısından öte, alenen tahakküm değil mi?

-Başörtü yasağı kalkarsa, “mahalle baskısı” olacağı bir varsayımdır, ihtimaldir. Ben gerçek yaşananlardan söz ediyorum. Eşi doçentlik sınavında sorun yaşamasın diye başı zorla; dayakla açtırılan, aç susuz bırakılan kadınlar tanıyorum. Ben Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı yaparken, İbn-i Sina’da doktor odasından en aşağılık bir mahlûk gibi kovuldum. Biz ziyarete gidince yanımızda bile oturmazdı akrabalarım. Ben ve az önce anlattığım acı dolu hatıraları olan yakınlarımın hiçbiri, bunu bizim gibi olmayan insanlara baskı unsuru olarak kullanmadık. Farklı düşüncede olan pek çok arkadaşım var. Hiçbir baskı da yaşamıyorlar benden veya bu tür baskılar yaşayan yakınlarımdan yana. Bir kere uğradığınız kötü muâmeleleri “olumsuzluyorsunuz” kafanızda. Olumsuzladığınız bir olguyu nasıl uygularsınız başkasına? Bu gülünç! Şükran Oral gibi ön yargılı yazarların topluma zerk ettiği mavallar!

-Sizebu tarz yaklaşan insanlar, kendi sınırlarının daralmasından korkuyorlar. Böyle bir vehim bile onları şiddete sürüklüyor. Peki, gerçekten baskı gören kesim ne yapsın?

-Onların sınırları hiç daralmadı ki? Bence bizim yaşadıklarımızın binde birini yaşasalar, Taksim’de toplu olarak kendilerini yakarlardı. Madem sınırlarının daralma ihtimali bile bu kadar korkunç ve vahim olan bir zulmü bize neden uyguladılar? Hâlâ uygulamaktalar? Muhafazakâr kesimin de çok günahı var bence bu konuda. Bakın bazı muhafazakâr gazete ve dergilere, başörtü konusunda çoğu samimî davranmadılar. İş konusunda hiçbiri pozitif ayrımcılık yapmadılar. Sözde eşit davrandılar. Bu çok komik bir eşitlik anlayışıdır. Eşit durumda olmayan iki kesime eşit pay vererek nasıl eşitlik sağlayacaksınız? Hüseyin Hatemi’nin harika teşhisidir bu! Terazinin eşit olmayan iki kefesine aynı payı koymak, o eşitsizliğin devamına katkı sağlamaktan başka bir şey değildir. Kimse kendini kandırmasın!

-Siyasîlerin başörtüsü üzerinden siyaset yapmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?


-Toplumla alâkalı olan her türlü problem, siyasetin konusudur, olmalıdır. Meselâ, bedensel engellilerle alâkalı bir düzenlemeyle de ilgilenebilir, kamusal alan engellileriyle de, üniversite engellileriyle de... Bu neden bazı kesimleri rahatsız ediyor.

-Başörtüsü tartışmaları hep erkekler üzerinden yürüyor… Erkekler yasaklıyor, erkekler eleştiriyor. Bu konuda kadınların fikri sorulmuyor. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

-Kadınların da karşıtlık konusunda erkeklerden geri kaldıklarını düşünmüyorum. Beni döven bayan öğretmendi. Kovan doktor yine bayan… Kadın kadının kurdudur bizim memlekette. Bir de kadın hakları için mücadele ediyor ve komik oluyor bu kesimler. Oysaki iş imkânı olmadığı için zalim kocaların hegemonyasında varlık mücadelesi veren kadınların trajedisi umurlarında bile değildir. Muhafazakâr erkekler ayrı bir tartışma konusu. Çok azı başörtüsü yasağı konusunda samimîdir. Muhafazakâr erkeklerin sahip oldukları, yönetici oldukları müesseselere bakın, bana hak vereceksiniz.

-Başörtüsünün kamuda yasak olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Taammüden toplumsal cinayet olarak değerlendiriyorum. Bir nesli öldürdüler.

-Başörtüsü meselesinde şu an geldiğimiz noktayı nasıl buluyorsunuz? Ümit var mı?

-Kesinlikle ümit verici buluyorum. Bu yüzden, sadece bu yüzden ölemediğim için mutluyum. 6 Şubat’ta geçirdiğim trafik kazasında bu yüzden ölmedim sanırım. Çok istediğim OHAL’in kalkmasından sonra bu yasağın lağvedilmesini ümit ediyorum. Allah, insan hak ve özgürlükleri için mücadele edenlere kuvvet versin.

-Bir de başörtüsü-türban ayrımı yapılıyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

-Tek kelimeyle saçmaladıklarını! Akıl ne büyük nimet!

-Son yıllarda başörtülülerin dejenere olduğunu düşünüyor musunuz?

-Allah’a yakın olmanın bir ölçüsü yok. Kıyıya vuran dalgalar gibi düşünün. Allah’ın varlığına yaklaşırsınız, geri çekilir “uzaklaştım mı?” diye paniğe kapılırsınız, hasretle tutuşarak yeniden secdeye kapanırsınız. Dünya kurulduğundan bu yana her bireydeki yakınlığın farklı derecelerde olduğuna inanıyorum. Her dönem, dinine çok bağlı olanlar, daha az bağlı olduğu sanılanlar vs. olmuştur. Toplum homojen bir yapıda değildir. Müslümanlar da öyle… Ayrıca İslâm, çekiştiricileri şiddetle kınar. Kendi kusurlarını onarmayı teşvik eder. Bir davranışla hayvandan da aşağı olabilirsiniz. Bir secdeyle vuslata erebileceğin gibi… Ben iddia edildiği gibi bir dejenerasyon olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Her dönemde var olan şeyler. Şimdi sadece basın yoluyla açığa çıkıyor. Ben Kâbe’nin etrafında dönerkenki gibi olsun istiyorum inananlar. Çekiştiriciliktense, O’nun varlığında kaybolsun. Ayrıca dedikodu konusunda kesin yasak var! Mü’minler birbirlerinin kusurlarına gece gibi olmalı. Projektör tutsun demiyor ki Allah? Biz dejenerasyon iddialarına çanak tutarak bu merkezden kaçıyoruz galiba.

(SÖYLEŞİ: ELİF NUR KURTOĞLU)

Diğer Yazıları