Gözlerini ovuşturarak uyandı.
Meşe ağacına yaslanıp biraz dinlenmeyi düşünmüştü. Avladığı bir keklik ile birkaç bıldırcını öğle vakti külbastı yapmıştı. Yemeğini yedikten sonra, sabah erken saatlerden beri devam eden avın yorgunluğu çökmüş; içi geçivermişti.
Sabah çiyi kalkmış, kavurucu güneş yaprakları yeniden gevretmişti. Sabahki nem, rutubet; yapraklardaki genzi yakan küf kokusu kalmamıştı. Sıcaktan bunaldığını hissetti. Yürürken bastığı yaprakların çıtırdamalarına hüzünlendiğini anımsadı. Etrafa baktı. Sonbaharın yıpratıcılığı… Yağmurlar da gecikince... Kuruluk; canı çekilmiş, dalında tutunamayan yapraklar, ara sıra esen hafif rüzgârla hışırtıyla uçuşuyordu. Sararmış otlar, hazanın bütün tonları ile dalgalanıyordu.
Doğruldu. Çeşmede elini yüzünü yıkadı. Meşe ağacına dayalı tüfeğini alıp omzuna attı. Unuttuğu bir şey var mı diye etrafa bakındı. Avladığı kuşların tüyleri rüzgârda uçuşuyordu. Feri kaçmış gözlerle bakan kuş kafalarını, kesik ayakları gördü. Bir an duyduğu pişmanlık gelip geçiverdi. Akşam eve eli boş dönmemeyi planlıyordu. ‘Birkaç kuş veya bir tavşan iyi olur’ diye düşündü. Tüfeği kırdı, kütüklükten iki fişek çekti, namluya yerleştirdi.
Yürüyordu. Rüzgârın yapraklarla çıkardığı hışırtı ve cırcır böceklerinin ötüşü sessizliği bozuyordu. Tepeyi aşınca köy uzaktan göründü. Birden burnuna ağır bir leş kokusu geldi. Dayanılmaz bir koku, midesi bulandı… Hemen cebinden mendili çıkarıp burnuna tuttu. Yolunu değiştirdi ama kokunun kaynağını da merak ediyordu.
Dayanamadı; kokuyu takip etti.
Şakağından vurulmuş siyah bir at; çalıların arasına öylece atılmış. Neden vurmuşlardı ki… Yaşlandığı, hasta olduğu için mi? Acı çekmesin diye mi?
Gözleri donuk, tüyleri matlaşmış, nalları dökülmüş… Şakağından sızan kan boynuna doğru akmış, yol yapmış; sonra kurumuş… Bir süre seyretti; kokuya dayanamayarak uzaklaştı.
Atları severdi; hele siyah atları… Kişnemeleri… Şaha kalkmaları… Dörtnala koşmaları… Atın ölüsünden uzaklaştığı halde, rüzgârın getirdiği kokuyu hâlâ duyuyordu.
Dalgın yürüyordu. Atın niye öldürülmüş olabileceğini düşünmeye başladı. Henüz gencecik bir tayken, kırlarda dörtnala koştuğunu, sonra ömrü boyunca ağır arabaları çekmiş olabileceğini varsaydı.
Atlar da rüya görür müydü: Ağustos güneşinin terli bedenini parlattığı bir gün… Baldırının üzerinde bir sinek kanını emiyor. Kuyruğunu kısa kesmişler, düğüm atmışlar. Küçük bir tepenin üzerinden ovayı gözlüyor. Beyazlar giymiş süvarisi komuta ettiği ordusuna bakıyor. Kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, savaş naraları ovayı dolduruyor.
Önlerinde açılacak yepyeni kapılar için verilen bir mücadele…
Can alanları, can verenleri görüyor. Paslı mızrakların, doru atların göğsüne saplanışına şahit oluyor. Havada uçuşan oklar…
Ahırın kapısı büyük bir gürültü ile açılıyor. Bir ara gözlerini aralıyor.
Kapı aralığından yıldızları, parlak gökyüzünü görüyor.
Hasta mıydı? Acı mı çekiyordu?
O da bir süvari atı olmayı istemiştir elbette. Savaşlarda gazileri taşısın. Süvarisine erişemeyen bir düşman, paslı mızrağını göğsüne saplayarak onu öldürsün: “Ne asil bir ölüm.” Oysa şimdi, belki de ihtiyar bir sütçü beygiri gibi ölüp gitmişti.
Atlar da rüya görür müydü?
Düşman bozguna uğramış kaçıyordu mesela. Öncü birlikler peşlerine düşmüştü. Yazdı. Sıcaktı. Koşuyordu, dörtnala… Süvarisi mahmuzları vurdukça ileriye atılıyordu. Bir kasabadan geçtiler. Meydandaki caminin şadırvanından, ürkerek havalanan serçelerin kanatlarından kopan bir rüzgâr, atın yelesini dalgalandırıyordu.
Koşuyordu. Yol kenarındaki uyuz bir çalıda, bir yılan fısırtısı… Bir ürküntü, şahlanış, tökezleme… Kırılan bir ayak…
Çiğneyip durduğu bezgin yolları hatırlamış mıydı?
Gecenin karanlığında, kapıdan sızan ay ışığında bir çelik parıltısı!
Hasta mıydı? Acı mı çekiyordu?
Şakağına doğru derin bir karanlığın uzanması… Tetiğin düşmesi… Yayın gevşemesi… Boşta kalan pimin ileri atılması... Kapsülü ezerek ateşlemesi… Barutun yanması… Tapa ile sıkıştırılan havanın, barutun yanması ile büyük bir basınç oluşturması… İleriye doğru bir itme gerçekleşmesi… Barutun kurşunu alıp götürmesi... Barut kokusunun dumanla birlikte boşluğa yayılması... Sağır eden bir gürültünün, geceyi delmesi… Artık sesin hiçbir öneminin kalmaması…
Sonra; parlak bir ışık halinde gelen huzur… Başkaları için ağır, dayanılmaz bir leş kokusu…
Geriye kalan; bir attan geriye ne kalırdı ki… Öksüz bir gem, yamuk bir mıh, birkaç eski nal…
Dalgın yürüyordu. Köyün girişinde ki virane eve gözü takıldı. Çatısı çökmüş, taş duvarları yer yer yıkılmış, yığın haline gelmiş, camları kırık.. hayat belirtisi: devrilmek için bahane arayan bacasında tünemiş bir baykuştan ibaret... Tüfeğini henüz boşaltmadığını anımsadı. Omzundan aldı. Emniyetini açtı. Baykuşa doğrulttu. Eli tetiğe gitti. İstinat boşluğunu aldı. Tetiğe bastı. Baykuş havalandı, tekrar ateş etti. Karavana.
Silah sesi karşı dağda yankıladı. Kısa bir an sessizlik oldu. Her şey susuvermişti… Boş fişekleri silahtan çıkarırken barut kokusu ile birlikte ince bir duman boşluğa savruldu…
Yol mezarlığın yanından geçiyordu. Kapıya yöneldi. Dedesine dua etmeyi düşündü. Kabrin üzerindeki gazel olmuş nevruzları yoldu. Ellerini açıp bir süre dua etti.
Çıkarken yine alabildiğine yorgun hisseti kendini. Evi köyün diğer tarafındaydı. Çıkışta geniş bir meydan vardı. Avlu duvarının dibinde bir badem ağacı… Sırtını yaslayıp oturdu. Biraz daha dinlenmeyi düşündü. Silahı yere, kuru çimenlerin üzerine uzattı.
Sessizliği bozan cırcır böceklerinin acele acele öten sesleri etrafı çınlatıyordu. Kulağına dörtnala koşan bir atın nal sesleri çalındı. Uzak ve derin! Uzakta, toprak yolun tozu savruluyordu. Nal sesleri, toz bulutu ile birlikte yaklaşıyordu.
Toz bulutu yaklaştığı halde, nal sesleri geldiği halde.. at görünürde yoktu. Küçük bir hortum tarafından tozlar savruluyormuş, sesi başkası çıkarıyormuş gibi… O kadar yaklaşmıştı ki, tozların genzini yaktığını, gözlerine battığını hissetti. Ellerini burnuna ve gözlerine siper yaptı. Tam önünden geçerken, bütün o tozun toprağın arasından bir an görebildi; siyah bir at…
Dört nala koşan siyah bir at.. sonsuzluktan gelir gibi.. sonsuzluğa gider gibi gelip geçti önünden…
Rüya gibi… Hayal gibi…
Süvarisiz siyah bir at. Siyah; koyu, yıldızsız, bulutlu bir gece gibi… Eğeri, koşumları üzerinde. Nereden gelip nereye gider? Kimindi bu at?
Şakağında vurulmuş siyah atı hatırladı. Onunla bunun arasında nasıl bir alâka olabilirdi ki! Birisi ihtiyarladığı ya da hasta olduğu için öldürülmüş, nalları bile dökülmüş bir sütçü beygiri… Bu ise yağız, bastığı yeri titreten, tüyleri parlak, ateş gibi…
Ateş gibi… İçinde başlayan yangınlar. Sanki bastığı yeri titretiyordu. İçinde dörtnala koşup duran bir at vardı. Toynakları gümüş… Bastığı yerlerdeki acıları, ağrıları, pişmanlıkları saran, sarmalayan; eski ateşlerden kalma külleri savuran; yerine ümit kıvılcımları saçan; uzun kuyruğu ardında, yıldızlı, parlak bir ışıltı bırakan; toynakları gümüş, dörtnala koşup duran, siyah bir at…
Arkasından baktı. İyice görmek istiyordu. Yine aynı toz bulutu. Yine aynı bilinmezlik! Bir an çakan şimşek gibi.. ardında zihnini zorlayan sorularını bırakıp.. geçip gitmişti.
İyi görememişti. Sadece ışıl ışıl gözlerini ve gümüş gibi parlayan nallarını hatırlıyordu. Bir de, şimdiye kadar hiç görmediği kadar bir siyahlık… Boşlukta savrulan uzun kuyruğu, ardında yıldızlı, parlak bir ışıltı bırakıyordu.
Atın gelip-geçtiği yola baktı hayretle. Yolun üzerinde yemyeşil çimenler, sarı kır çiçekleri çıkmıştı. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordu. Korktu. Bir ürperti... Sorular…
Yorulmuştu, nefes nefeseydi. İçindekilerle dışındakileri nasıl dengeleyecekti.
Meşe ağacına yaslanıp biraz dinlenmeyi düşünmüştü. Avın yorgunluğu mu çöküvermişti?
Neden sonra bir ara; vurulmuş atın; attığı her fişekle birlikte, avladığı her kuşla birlikte, kendi elleri ile öldürdüğü insan tarafı… Koşup geçen meçhul atınsa; umutları, geleceği, hayalleri olabileceğini düşündü. Olabilir miydi? Mümkün müydü böyle bir şey? Bir ürperti... Sorular…
Dörtnala geçip gitmişti. Koşuyordu…
(Aşkar Dergisi, Ocak – Şubat 2010, 12. Sayı)
Akif Hasan KAYA: 1977 Balıkesir doğumludur. Öykü ve denemeleri Aşkar, Post Öykü, Muhayyel, İtibar, Yediiklim, Ğ, Hece Öykü dergilerinde yayımlandı. İlk kitabı Islak Kibritler ile 2012’de Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın Hikâyecisi ödülüne layık görüldü. Bazı kitapları Arnavutça’ya çevrildi. Kitapları: Islak Kibritler (Öykü, Okur Kitaplığı, 2012, İz Yayıncılık, 2017)Ölmüş Oyuncaklar müzesi (Öykü, İz Yayıncılık, 2014)Uzun ve Lacivert Günler (Öykü, İz Yayıncılık, 2015)Bu Bir Aşk Hikayesi Değildir (Öykü, İz Yayıncılık, 2017)