Ah, bir bıraksaydın mazideki olayları, insanları ve mekânları; anlatabilirdim sana kuyudan saraya uzanan yolda Yusuf Peygamberin sabrını. Sabrın aynı zamanda hüzün demek olduğunu. Sabrı zor kılanın beklemek değil de kalbinde demli hüzünlerle yaşamak olduğunu... Yakup’ un “Ey Yusuf’a olan hüznüm” derken neyi kastettiğini, Züleyha’ nın elinden alınan güzelliğini sabırla beklediğini... Sabretmek isyan dolu her düşünceden kaçmaktı. Hacer çölde İsmail’e su bulmak için Safa ile Merve arasını koşarcasına adımlarken sabırla dua ediyor, sabırla istiyordu. Hacer’ in duası, İbrahim’in gülleri, Yusuf’un gömleği, Yakup’ un hüznü... Hepsi sabrı işaret ediyordu. Hepsi sabrı işaret ediyordu. Bakan göz görmeyince ne onları anlayabiliyordu, ne kendinden isteneni.
Değişmek...
Önemli günleri hatırlayamazdın. Takvimlere anlam yüklemeyi öğrenememiştin. Sevmezdin kutlamaları, doğum günlerini, yıl dönümlerini... Öyle zamanlarda elin ayağın birbirine dolaşırdı, bilmezdin ne yapacağını. Elbette senin de söyleyecek bir çift güzel sözün vardı; yüreğinden kopup gelen, dilinin ucunda dolaşıp duran, bir türlü söylenemeyen. Bilirdim, söylenecek en güzel sözün yüreğinde saklandığını. Bilirdim yüreğinin kapılarını neden kimseye açmadığını.
İki kişilik sahnelerde ‘en iyi’ ve ‘en masum’ rolü senindi. Anlatırdın; kendini, hayatını, aileni... İki kişilik sahneler senin için bir hesaplaşma anıydı. Alışkanlıklarını, hayat tarzını, eski arkadaşlarını anlatırdın saatlerce. Sen hep “kandırılandın”, “ilgilenilmeyen”, “sevilmeyen”... Yaşanılanlarda hiçbir suçun yoktu. Şimdi o hayata devam etmek istemiyor ve “Değişeceğim” diyordun. Değişmek; alıcısı olmayan, yakalanamayan, hep ıskalanmak zorunda kalan bir kelimeydi. Galiba o zamanlar kalbime giden tüm yollar değişmekten geçiyordu. Ben ise inanıyordum değişeceğine, seni günün birinde değiştirebileceğime.
Altın öğütler...!
Kalabalık ortamları sevmezdim... Sesler birbirine karışırdı, kimin ne konuştuğu anlaşılmazdı. Seni ve tavırlarını kalabalık ortamlarda hiç sevemedim. Herkesi güldüren anıların vardı, iki kişilik ortamların ‘iyi’ ve ‘masum’ çocuğu kalabalık ortamların canavarı olurdu. Üçüncü tekil şahsın var olduğu her yerde ya geçmişindeki hatalardan övüne övüne bahseder ya da beni eleştirmeye başlardın. Giyim tarzım, sözcüklerim, arkadaşlarım... Altın öğütler(!) verirdin sonra; “Kızım yaşına göre davran”. Sen mi fazla çocuktun ya da ben mi yaşımdan büyüktüm bilemem ama değişmek sözcüğünün ağzında ne kadar iğreti durduğunu böyle zamanlarda anlardım.
Hiiiç
Severdin hikâye anlatmayı -kendi hikâyeni anlatmayı-... Bir gün önce yaşanan küçük bir olaydan bile uzun uzun bahsederdin. Vakitlerin benim için sınırlı ve sınırlayıcı olduğu günlerdi. Hikâyeni bitirdiğinde bana dönüp “Sende ne var, ne yok” dediğinde “Hiiiç” derdim, “Her şey aynı...”. “Kızım seninki de hayat mı?” sorusuna cevap veremeden ayrılırdım yanından. “Allah’ a ısmarladık” der, çıkıp giderdim usulca o kapıdan.
Kaçtım...
“Çay içer misin” demiştin yağmurlu bir günde. Gitme vaktim yakındı, çok yakın. Hal böyle iken kabul etmiştim teklifini. Belki, bir bardak çay kadar hatırım olsun istemiştim yanında. Belki, senin için her yere ve her şeye geç kalmış olmayı göze aldığımı göstermek istemiştim. Belki iki yudum arasında -bir anda- güzel şeyler duymak istemiştim ağzından. Sen anlatıcı, ben dinleyiciyken _günün birinde bana gelecek konuşma sırasını beklerken_ zaman çabuk, çok çabuk ilerlemişti. Kararmıştı hava, akşam olmuştu. Saate baktım ve geç kalmışlığın verdiği bildik duyguyla alelacele toparlanıp ayrıldım yanından. Eski bir alışkanlıkla basamakları ikişer ikişer çıkarken arkamdan geldiğini fark ettim. Sorgulayan gözlerle dönüp baktığımda “Şimdi gitme” demiştin, “Islanırsın!” Sana cevap veremeden ve “Allah’ a ısmarladık” cümlesini yinelemeden ikişer ikişer çıkmaya devam ettim basamakları. Kaçtım; senden, yağmurdan, o günden... “Şimdi gitme ıslanırsın” sözünden.
O akşamdan ve “Şimdi gitme ıslanırsın” sözünden sonra eskisi gibi olmayacaktı hiç bir şey. Yağmur hayatımda ‘eski ve eskiye dair’ ne varsa alıp götürecekti. Yeni duygular tanıyacaktım, yeni korkular, yeni rüyalar... O akşamı, o sözü; seni ve yaşanmışlığı anlatan hikâyeler yazmak isteyecek; beceremeyecektim. İsminin düştüğü her kâğıtta yarım kalacaktı cümleler. Bildiğim tüm rüyalar kâbusa dönüşecekti. Kapılar kapanacaktı yüzüme. Yağmurlar yağacaktı şehrime senden ve o akşamdan sonra; şimşekler hep benim kalbimde çakacaktı. Sen hâlâ “Değişeceğim” diyecektin, ben hâlâ seni değiştirebileceğimi iddia edecektim.
Yakup’un hüznü
Değişmek... Değişmek için istemek gerekirdi. Çalışmak... En çok da beklemek. Senin için kurguladığım o büyük değişim için sabretmek gerekirdi. Söz konusu değişmek olunca tüm yollar sabırdan geçerdi. Sabır telkinleriyle büyümüş, büyütülmüştüm. Heybemde sabıra dair hikâyeler biriktirmiştim. Ah, bir bıraksaydın mazideki olayları, insanları ve mekânları; anlatabilirdim sana kuyudan saraya uzanan yolda Yusuf Peygamberin sabrını. Sabrın aynı zamanda hüzün demek olduğunu. Sabrı zor kılanın beklemek değil de kalbinde demli hüzünlerle yaşamak olduğunu... Yakup’ un “Ey Yusuf’a olan hüznüm” derken neyi kastettiğini, Züleyha’ nın elinden alınan güzelliğini sabırla beklediğini... Sabretmek isyan dolu her düşünceden kaçmaktı. Hacer çölde İsmail’e su bulmak için Safa ile Merve arasını koşarcasına adımlarken sabırla dua ediyor, sabırla istiyordu. Hacer’ in duası,
İbrahim’in gülleri, Yusuf’un gömleği, Yakub’ un hüznü... Hepsi sabrı işaret ediyordu. Bakan göz görmeyince ne onları anlayabiliyordu, ne kendinden isteneni. Sabredince dağlar bile yol verecekti sana ve hiç gerekmeyecekti “Değişeceğim” vaatlerine.
Şimdi gitme...
Çok değil birkaç ay sonra anladım senin hiç değişmeyeceğini. Gözbebeklerimiz ayrı ayrı yerlerde ararken mutluluğu, aynı yolda yürüyemeyeceğimizi... Anladım, secdelerde ettiğim duaların cevaplarının başka zamanlarda verileceğini -sabırla bekleme sırasının bana geçtiğini-.
Gittim... Bir terk ediliş değildi, ya da büyük bir ayrılış... Sıradan bir gidişti, sıradan bir geçiş... Bir sahneden diğerine, bir rolden ötekine. Gitmeden, senden o günlerden gitmeden önce “Şimdi gitme, ıslanırsın” demedin.
Senden sonra çok sabır telkinleri dinleyecektim. “Zordu ama alışırsın” dediler, “Sabret” dediler... Sen varken başlamıştım ben sabrı yudum yudum içmeye. Sen varken anlamıştım sabrı; Hacer’i, Yakup’u, Yusuf’u, İbrahim’i...
Şimdi senden çok uzak mevsimlerde, adının geçmediği meclislerde, gündemine sabır düşmüş günlerdeyim. ‘Nefes alabilmek’ umuduyla bir rolden diğerine koşuyor, bir sahneyi kapatıp diğerini açıyorum. Kalabalık ve gürültülü mekânlarda buluyorum kendimi _hiç sevmediğim halde_. Ayak sesi, insan sesi, çatal kaşık sesi, kalem sesi, müzik sesi... Ve kalbimin sesi karışıyor birbirine. Sıkılıyorum, yoruluyorum, vazgeçiyorum. Seni hatırlıyorum. Her yerde sığınabileceğim ‘bir nefeslik’ yer ararken sığınabileceğim tek şeyin sabır olduğunda her gün yeniden fark ediyorum.
Sabır deyince seni ve senli günleri hatırlıyor, kulaklarımda hep o cümlenin yankısını duyuyorum: “Şimdi gitme, ıslanırsın!”...
(TURUNCU DERGİSİ, ŞUBAT 2007)