Türk-Amerikan ilişkilerinin ‘süt tozu’ miladı…
“Bizim çocukluğumuzda okullarda süt tozu dağıtılırdı” diye söze başlar babam, bildiği tüm çocukluk anılarının içinden geçerken. Menderes’in idamının ardından doğan her çocuğun kaderidir belki de bu toprakların yazısına yazgılı olmak. İşte bu yüzden, babam gibi tüm darbe çocuklarının günlüğünde; biraz hukuk devleti, biraz adalet, biraz siyaset, biraz slogan, biraz da köyden kente gelmenin ve ansızın bir düşün içine düşmenin heyecanı vardır. Üzerine görülmüştür damgası vurulmuş anıların başlangıcı, siyah önlük ve rugan ayakkabıların yanı sıra en az ‘süt tozu’ kadar beyaz bir memleket hatırasıdır. Onlar için 60’ların başında hayat; kırık leblebi, akide şekeri ve en çok da okullarda dağıtılan ‘süt tozu’ demektir. O yıllarda Big Depression adı verilen ekonomik krizin ardından Avrupa ülkelerine yaptığı mali yardımlardan bunalan ve verdikleriyle hiçbir ülkenin toparlanamayacağını fark eden ABD, Marshall yardımlarıyla Avrupa ekonomisini canlandırmayı amaçlamaktadır.
Türkiye ise hayat bilgisi kitaplarında anlatıldığı gibi bir tarım ülkesi olmanın avantajını yaşamakta; ürettiği buğday ve pirinci satıp karşılığında makine almaktadır. Üstelik henüz tasarı aşamasında olan toprak reformunun etkisiyle de batıdan bakınca pek çok Avrupa ülkesinden ekonomik olarak daha parlak görünmektedir. Yine de İsmet İnönü’nün uzun soluklu çalışmaları sayesinde ve “Savaştan yeni çıktık, boğazların durumu tehlikede” mazeretleriyle Marshall yardımlarını almayı başarmıştır Türkiye. Bu olaydan sonra 1964 yılına kadar ABD’nin istediği her anlaşmaya imza atan, onun dış politikasını kendi dış politik vizyonu olarak kabul eden, aldığı mali yardımlarla hem askeri hem sosyal yatırımlar yapan bir ülke portesi çıkar karşımıza. Türkiye’nin NATO’ya üye olması, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine katılması ve daha bir çok şey Türk-ABD iş birliğine bağlanmaktadır.
Önceleri tek taraflı bir ‘olabilirlik’ söz konusu iken, ABD yardımı gelene kadar Güney Kore’de çatışmayı sürdüren Türk askerlerinin başarısı Amerika’nın gözünü açmıştır. 1969 yılında Türk-Amerikan savunma işbirliği imzalanmış, ABD’nin Türkiye’deki varlığı resmiyet kazanmıştır. Ortadoğu ülkelerinde yeni bir komünist bir ihtilal istemeyen küresel güç(?) eğer ihtilal yapılan ülke kabul ederse Sovyetlere karşı o ülkenin yanında yer alacak ve Ortadoğu’ya dair tüm planlarının geçerli olması için Türkiye’yi müttefiki olarak kabul edecektir. ABD, Türkiye’deki siyasal ihtilallerde özellikle de 12 Mart’ta “hem yazdım hem oynadım” repliğini tekrar ederken ve ardından Kıbrıs harekatı sırasında gösterdiği tavrı ile Türkiye’yi uluslar arası alanda yalnız bırakırken…
70’li yılların ortasında Amerika ile olan ilişkilerimiz sağ ve sol öğrenci hareketleri tarafından eleştirilecek… Babam kadar bütün arkadaşları da solcu öğrencilerin “Emperyalizm” diye nitelendirdiği Türk-ABD ilişkilerini “Beynelmilel ekonomi tüccarlığı” olarak değerlendirecek…
Amerika karşıtı eylemler yapacak, yazılar yazacak, yerel ve uluslar arası politikaların ABD çıkarlarından bağımsız olması gerektiğini savunacaktır. Dünya her geçen gün değişirken ve bu değişimde Amerika kimi için mitingde yakılmış bir bayrak, kimi için bir harekat, kimi için serbest piyasa öncesi karaborsaya düşmüş ithal kahve anlamına gelirken… Truman doktrininin aksine, bizim ev kadar pek çok ev için de Türk-Amerikan ilişkilerinin miladı hep ‘süt tozu’ hassasiyetindedir…
Amerika, bir uzak ülke
80’ler… Sosyalist-kapitalist ayrımının yanı sıra yeni düşüncelerin yayıldığı bir dönemdir aslında dünyaya. Türkiye’de, İran’da ve Afganistan’da yaşananlara benzer bir görüntü istemektedir Amerika ve bu yüzden 12 Eylül günü ‘basmıştır’ düğmeye. Sonrası herkes için serbest piyasa şartlarının, özel televizyonların, özel bankaların, özel okulların getirdiği açılımlarla eskisine hiç benzemeyen bir hayattır. “İthalat” ve “İhracat” terimleri ilk kez o günlerde reel anlamda geçerlilik kazanmıştır. Sosyalist aydınların nasıl bir gecede liberal olduklarının sırrı ise ancak seksenlerde yazılmış bir Amerikan masalının içinde anlamlıdır. Zaman ilk kez o kadar hızlı, dünya ilk kez o kadar küçüktür. Pozitivizm seksenlerin sonunda tüm dünyayı etkisi altına alacak; farklı görüşler, yeni arayışlar, öncekine hiç benzemeyen tanımlamalar karşımıza çıkacaktır.
Mesela, yıllarca akademik çalışmalar yapmış ve ekonomist olmuş Tansu Çiller her ne kadar kendisini başbakanlığa taşıyan Doğru Yol Partisi genel kongresinde “Ezan sesi duyunca çok duygulanıyorum” dese de hepimizin aklında Amerika’dan gelmiş sarı saçlı ve takvimi bizimkine hiç uymayan bir hanımefendi olarak kalacak; 1995 ekonomik krizinin ardından kendisi de ekonomist olan başbakan’ın o günlerdeki ‘krizi önemsememe’ hali hep Amerika’dan gelmiş olmasına bağlanacaktır. Benzer bir şekilde 1999 yılında Fazilet Partisi milletvekili olarak meclise giren ve başı örtülü olduğu gerekçesiyle önce vekillikten sonra vatandaşlıktan ‘men’ edilen Merve Kavakçı, belki Amerika’da yaşadığı için, belki yine bir göçmenle evlenip hepimize uzak bir hayat yaşadığı için yada bu ülkedeki tesettürlü hanımların başörtülerini hâlâ omuzlarından sarkıttıkları bir dönemde çorap giymeden dışarı çıkılabildiğini gösterdiği için ‘bizden ama uzak’, ‘bizden ama mesafeli’, ‘bizden ama yanlış zamanlı’ sayılmıştır. Mağduriyeti had safhada iken; başörtülü bir meclis üyesinin, başörtülü bir ilahiyat öğrencisinin yada yine başörtülü bir Cumhurbaşkanı eşinin hikayesi hepimiz için Merve Hanım’ın hikayesinin yanında hep daha samimi, daha tanıdık kalmıştır.
Kamusal alan yasakları yüzünden Amerika’ya giden kızlar tartışılırken, ‘beyin göçü’ terimi ansızın gündemimizin ortasına oturmuşken…
Gençler kendilerine yöneltilen her mikrofonda “Genetik mühendisi olup Amerika’ya gitmek istediğini” söylerken… 2001 krizinin ardından bin bir umutla Amerika’da getirilip, ekonomi avuçlarının ortasına bırakılan Kemal Derviş, Türkiye’deki Amerikan rüyasının sonu olmuştur aslında. Çünkü Derviş’in gelmesiyle ne IMF’ e olan borçlar ödenebilmiş, ne hükümet toparlanabilmiş ne de enflasyon oranları azalma göstermiştir. Hal böyle iken 1991 Körfez Krizinde yine Amerika’nın yanında saf tutmayı tercih eden Türkiye, tam on yıl sonra içerde ve dışarıda kendi problemlerini kendi aktörleri ve iç dinamikleri tarafından çözmesi gerektiğini bir kez daha anlamıştır. 2003 yılı Mart ayında Tezkere TBMM’den geçmeyince, Türk-Amerikan ilişkileri farklı bir ivme kazanmıştır. ABD askerinin girdiği toprakların bir daha iflah olmayacağını bilen Türkiye sivil otoritenin eskisiyle de tezkereyi meclisten geçirmemiş ve Amerika’nın ‘uzak ülke’ yüzüyle o gün bir kez daha tanışmıştır…
Fatin Rüştü Zorlu’dan Ahmet Davutoğlu’na dış işlerinde kararlı adımlar
Ve 2009… Öncekilere hiç benzemeyen var oluşlar ve kırılmalarla çıkar karşımıza. Önce Amerikalı bir siyahi olan Barak Obama ABD başkalığına seçilir. Dünya gündemine artık ‘melezleşme politikaları’ ve bunların üzerinden kazanılacak rant hakimdir. Nisan ayı başında TBMM’ye gelen ABD Başkanı ilk kez ‘model ortaklık’ terimini ortaya atmış; stratejik ortalık yada örnek ortaklık yerine ‘model ortaklık’ ikilisinde ısrarcı davranmış, kendisinden beklenen değişimi zamanla yapacağını ve bu değişimin nasıl olacağını İstanbul’da buluştuğu gençlere tarif etmiştir. İslam Dünyasına hitap etmek için de geçtiğimiz günlerde Kahire’deki El-Ezher Üniversitesini seçmiştir. Ezan sesiyle geçen çocukluğunu anlatması, bu ülkenin yakın tarihini bilenler için Çiller ve Baykal örneklerinde daha önce defalarca görüldüğü gibi sıradan ve alışıldıktır aslında. Bu yüzden soğuk savaş ve İslam düşmanlığına yaptığı göndermenin yanı sıra asıl şaşırtıcı olan; Hamas ve Arap Dünyasının İsrail’i tanıma konusunda çağrıda bulunması Doğu’ya Barak Hüseyin yüzünü gösteren ABD Başkanının aynı zamanda Batı’ya gösterdiği bir Obama yanının olmasıdır. İran konusunu ise yoruma açık bırakması belli ki Ahmedi Nejat’ın yeniden seçileceğini düşünmesindendir. Amerika’dan gelecek başkan için Mısır sokaklarındaki fakir evlerin önlerinin paravanlarla kapatılması, Kahire sokaklarının hiç olmadığı kadar yıkanıp boyanması; Mısır kadar İslam Dünyası’nın da yeni başkandan çok şey beklediği anlamındadır.
Türkiye’de ise tüm diplomatik okumalar, kazananlar değil de kaybedenler tarafına geçilip de yapılırsa… Yani Fatin Rüştü Zorlu’dan Ahmet Davutoğlu’na ülkemizin dış işlerinde hep kararlı adımlarla yürüdüğünü söylemek mümkündür. Evet, 1071’den bu yana Anadolu topraklarında kurulmuş her Türk devleti yüzünü hep batıya çevirmiştir. 1964 yılından itibaren ise ABD’nin kendi menfaatlerine uymazsa bizi görmezden geleceği zaten bilinmektedir. Ama 2009 başlarından bu yana kendisini daha da iyi gösteren tek gerçek Amerika’nın Ortadoğu konusunda Türkiye ile ‘model ortak’ olmak zorunda olduğudur. Bundan sonra yapılacak toplantılarda, alınacak kararlarda “ABD’nin bizimle masaya oturmak istediği” vurgusunu kendisini hep hissettirecektir. Hal böyle iken Obama herkesten daha çok bizim model ortağımız olmayı istemektedir. Ve 2009 yılı Haziran ayının dış politikayı belirleyen vizyon açısından en önemli sorusu “Obama, şimdi sen bizim model ortağımız mı olmak istiyorsun?” cümlesinin içinden geçmektedir.
(Aylık Kadın Dergisi TURUNCU’nun
Haziran 2009 sayısındaki bu yazı OKUMAYERİ.NET’ten alınmıştır)