Menu
ömer lekesiz'le söyleşi
Haberler • ömer lekesiz'le söyleşi

ömer lekesiz'le söyleşi



-Şehirlerin, uzun yolculukların, büyük davaların olduğu kadar kalbin de yol haritası var mıdır ve bu harita yalnızca bir "kul" olan insanın yolunu nereye çıkarır?

-Sizin ilk sözcüklerinize yaslanarak kalbe dair hemen şöyle bir cümle kurabilirim: “Kalb şehirlerin, uzun yolculukların ve büyük davaların ta kendisidir.” Durun, şaşırmayın neden olmasın? Kalp, “Bir nesneyi bir durumdan diğerine dönüştürme, bir şeyin yüzünü değiştirme, elbisenin yüzünü değiştirme, vb.” anlamında Arapça bir kelimedir. Kullanım alanı çok geniştir, örneğin, kalb’ü-l insani: Bir insanı bulunduğu yoldan döndürmektir. Ankebut Suresi’nin 21. ayetinde de Allah’a dönüşümüz (“veileyhituglebun”) kalp sözcüğüyle bildirilmiştir. Büyük davalar diyorsunuz, büyük davalar büyük inkılaplara gebe olan davalar değil midir aynı zamanda? Peki, “inkılap” kalp sözcüğünden türemez mi? Binlerce kalbin birden attığı şehirler de arzın kalbleri değil midir?

Ben etimolog değilim, siz de söyleşimizi etimolojik bilgiye boğmamı istemezsiniz zaten. O halde kalb’in “bilgi ve anlayış”, “akıl, idrak”, “pişmanlık belirtisi” gibi Kur’anî anlamlarının da bulunduğunu; bizde yaygın olarak kullanılan “gönül” (Uygurca) ve “sîne” (Farsça) kelimelerinin söz konusu kalp kelimesine karşılık olduğunu; bu nedenle Divanü Lugati’t Türk’te kalb sözcüğünün yer almayıp, “yürek” sözcüğünün yeraldığını, iki kelimeyi daha iyi ayırabilmemiz için dilimizde örneğin “yürekli adam” deyiminin kullanıldığını ama “kalbli adam” deyiminin kullanılmadığını belirterek konunun mahiyetine bakalım.

“Mu’cemü’l Müfehres”ten yanlış saymadıysam, kalb kelimesi Kur’an’da 281 ayette geçiyor. Bu sayı şu açıdan çok önemli: Kur’an, kendinden önceki semâvî hikmeti, öğretiyi de bünyesinde topladığına (yani “Kur’an” olduğuna) göre, bu zenginliğin, semâvî olanla ya da olmayanla ilişkili -yaşamayan ya da yaşayan her metafizik / mistik- (örneğin Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştilik, Budizm.. gibi) hemen her inanışla bağlantılı olması ve onlarda da kalb sözcüğünün büyük bir önem taşıyor olması gerekir.

Konuşmaktan kaçındığımdan değil, sevgili okurlarınızı yormak istemediğimden diğer metafizik ya da mistik inanışlardaki kalp konusunu es geçip, İslâm Tasavvufu’ndaki karşılıklarına bakmamızın yeterli olacağını sanıyorum.

İslâm Tasavvufu’nu kurumlaştıran en önemli isim malumunuz İbn’ül Arabi’dir ve onun kalble ilgili yaklaşımları diğer mutasavvıfların yaklaşımlarını da büyük oranda kuşatır. Arabi’ye göre, “Kalb, her nefeste sürekli olarak, hal ve işlerde başkalaştığı için kalb diye isimlendirilmiştir.” Efendimizin, “Bedende bir organ vardır ki, düzgün olduğunda beden düzelir, bozuk olduğunda bütün beden bozulur, dikkat ediniz bu organ kalbtir” hadisinden hareketle Arabi, kalbi bedenin reisi olarak değerlendirmiş ve onu “... düşüncesini Allah’tan alan akıl; kendisine itaat edilen bir hükümdar” olarak tanımlamıştır. Ona göre kalb, Hakk’ın öğütçüsüdür yani Allah’a devat edendir; “Özelliği birlik, yetkinlik, kuşatıcılık olan ve parlak bir ayna olan bu ilahi kalb, hakikati, Hakk’ı sığırmıştır. Bu nedenle de Tanrı ‘Beni yer ve göğüm sığdıramamış, mü’min kulumun kalbi beni sığdırmıştır’ ifasiyle onu övmüştür” diye belirtmiştir. Yine Arabi’ye göre göğüs, kalp genişliğinin mahallidir ve o Beyt-i mamur, Beyt-i atik’tir, Kitabın anasıdır, onun da gözü vardır ki bu göz “baş gözüne benzer. O da kendisiyle göreceği şeyler arasına engel diye konulmuş yedi tabakaya işledikten sonra görebilir. Bu tabakaları geçtikten sonra ise, gaybın ilk mertebesine nüfuz eder”.

Arabi’nin kalbi tanımlamak için Beytullah’ın (Kâbe’nin) sıfatlarını kullandığı dikkatinizden kaçmamıştır. Bu yaklaşım aynı zamanda mezo, mega ve mikro kozmos arasındaki zorunlu ilişki üstüne düşünmeye götürür bizi ki, sevgili okurlarımız bunun üstüne mutlaka zihin yoracaklardır.

Evet, kalb, büyük bir kelimedir; bu kadar büyük bir kelime (hilkat, hal, niyet ve eylem) haritasız olur mu? Bence olmaz, olamaz. Adem’den Efendimize kadar olan tüm şeriatlar birer kalb haritasıdır; toptancı bir bakış açısıyla söylersek semâvî inanış kalb haritasının ta kendisidir; geçerliliği, doğruluğu tartışma götürmeyen bir “kalb kullanma klavuzu”dur o. Bu klavuz, sizin söyleyişinizle harita, “kul” olan insanın yolunu önce kendi esenliğine, huzuruna, sonra Tanrı’sına çıkarır. Çok uzağa gitmeye gerek yok, insanın iman huzuru içinde insanlığını tatması için zikir dahil çok çeşitli uygulamaları sistemleştiren İslâm Tasvvufu’na dair yazılan kitapların çok büyük bir bölümü (örneğin, Kûtu’l Kulûb, Miftâhü’l Kulûb) kalp terbiyesiyle ilgilidir, yani “verili bir kalb haritası”nın iyi kullanmaya mahsustur.

-Yol haritaları aynı zamanda bir yol arkadaşı ve menzil anlamına gelirken ve yeni dünya sistemi yolculukları “bizden ben’e” yönlendirirken; bu şartlar altında neden yola çıkmak istiyor pek çok insan?

-Kendimizin ne olduğunu anlamadan, Tanrı’ya göre ne olduğumuzu anlayamaz ve dolayısıyla bu anlamsızlığın neden olacağı bir ruh bunaltısı içinde bocalar dururuz. Bunun için Tanrı’yı ve ona göre konumumuzu belirlerken önce “ben”den başlarız, bu sayede “benliğimizi” öğreniriz. Tehlike şuradadır: “Benliği” öğrenişimiz bir noktada yani kendi nefsimizi güçlendirerek kibirlenme noktasına kilitlenip kalırsa sizin söyleyişinizle “biz” yokulur ve sadece “ben” kalır; diğer bir söyleyişle benlik arayışı “bencillik” arayışında kilitlenir. Modern zamanlar işte bu kilitlenmenin adıdır. Aydınlama çağı, modernleşme, post-modernizm derken asıl bunların üstünden kutsalla bağı koparılan insanlık “bencil”lik aşamasına kilitlenmiştir; bilimsel keşifler, teknolojik başarılar insanın kibrinin bilenmesini beraberinde getirmiştir. Getirmiştir ama insanın kutsala olan ihtiyacını, bencillikten hiçliğini idraki, kibrinden acziyetini kuşanma duygusunu ortadan kaldıramamıştır. Çünkü kalb dahil insanın tüm “ruhi melekeleri” ancak Tanrı’yla irtibatlandırıldığında asıl anlamına kavuşmakta, eylem rahatlığına ulaşmaktadır. Bunun içindir ki, mütekebbir modern insan, kalbini keşfederek acziyetinde yücelmeyi, hiçliğinde varlouşun keyfini yaşamayı istemektedir.

-Çok bilmiş hallerimize, ukalalıklarımıza, ‘ben senin bildiğin kadarını unuttum’ hallerine rağmen bilmek, kalbi bilmek, kalbindeki sırrı bilmek neden en çetrefilli soruları beraberinde taşıyor? Ay’a gitmemizin üzerinden neredeyse yarım asır geçmesine rağmen kalbe giden yolun bilinmeyeni beraberinde getirmesi neden?

-“Çok bilmişlik” modern insanın “suçu” değil “yazgısı”dır. Kendi adıma konuşursam, dağ başında üç koyununu güderek zikriyle, şükrüyle birlikte huzur içinde yaşayan bir ninenin huzurunu ve imanını kuşanan biri olarak yaşamayı isterdim ama bir kent insanı olarak Adem’den bugüne ulaşan bilgilerin saldırısı altında doğdum, büyüdüm ve yaşadım. Edebiyatı, tarihi, felsefeyi, sosyolojiyi, teknolojiyi, ekonomiyi vs. vs. bilmemek bana ne kaybettirirdi? Bence hiçbir şey ama modern dünyaya doğdum ve kendi cürmümce, Arabi’nin söyleyişiyle maluma tabi olan ilmin, malumat yığınıyla karşı karşıya geldim. Dolayısıyla bu bilgi yoğunluğu, hadi daha çık söyleyeyim bilgi çokluğu -ki, çokluğun olduğu yerde mutlaka kirlilik vardır- asıl bilinmesi gerekenlere giden yolu uzatan bir işlevi de yükleniverdi. Bence kalbe giden yolun bilinmemesi diye bir durum yok, sadece ona giden yollar gereksiz yere çok uzatılmış durumdadır. Kısaca söyleyeyim mi bunu: Alın Kur’anı, bulun felahı!

Hakk’a nazaran her bilgi bir yeni perdedir. Modern insan perdelerin çoğaltılasını sağlamada çok başarılırdır. Oysa ki, hakikatin keşfi, şimdiye kadar çekilmiş perdelerin bir bir açılarak perdesizliğe doğru yürümekle mümkündür. Perde çektik çünkü hayatı kolaylaştırmak istiyorduk, çekilmiş perdeleri yeniden açmak zorundayız çünkü hakikat onların gerisinde duruyor. Garip bir paradoks. Evet, bence kalbe giden yolun bilinmemesi gibi bir durum yok, sadece yazgımızın kıyamete yakın insanların yazgısı olması, bizim önceki ümmetlere göre daha çok şeytanla yüz yüze bulunmamız ilginçtir.

-Kalbimizde sakladığımız haritalar, içimizde çıktığımız yolculuklar ve “Benim bir sırrım var” halleri; iyi adamların kapımızı çalacağı bir dünya telaşından mıdır? -Savaş haberlerinin, katliamların, krizlerin sıradanlaştığı günlerde, güzel bir dünya için sağ cebinde yol haritası taşıyan iyi adamlar hâlâ var mıdır?

-Kalb haritasını en iyi okuyanların en büyüklerinden biri Şeyh Galib’dir. Hüsn ü Aşk’ında Aşk’ın kalb diyarına yolculuğu ve o yolda başına gelenleri anlatır. Aşk’ın başına gelecekleri kabul edip aşk diyarına çıkışını şöyle verir şeyhimiz Galib: “Aşk bu müjde üzerine ferahladı ve sevincinden üstünü başını paraladı. Derhal kalb diyarını sorup oraya giden yolu tuttu. Gayret de ona arkadaş olunca iki dost, sevgiliye doğru yola çıktılar. O yolun yolcusu daha ilk adımını atar atmaz bir kuyuya düştü.”

Aşk’ı kalb diyarına yolculayan nedenlerle, herhangi bir insanı kalp haritasını okumaya sevkeden nedenler arasında çok büyük bir fark yoktur. Yoktur çünkü insani öz değişmiyor. Sanki Rabbimiz, kendisiyle kulunun arasında -sizin sözcüklerinizle söylersem- savaş, katliam, kriz vb. perdeleri çektikçe, kul da her bir perdeyle o perdeleri aralamanın gerekliliğini düşünmeye, istemeye başlıyor. Perdeyi aralayacak biri olsun ki, perdeyi çeken olsun. Yani melûh olcak ki İlâh olsun, ya da Rab olmali ki, merbûb olsun. Bence rahat olunuz, ontolojik kuruluş böyledir: Lâhavlevelâkuvveteillâbillâh!

Güzel dünya özlemi, bizim cennete olan özlemimizden bir yansımadır, yoksa dünya güzel olamaz, olamaz çünkü neticede bir sürgün yeridir. Siz sürgünlerin bir eli yağda bir eli balda olacakları yerlere gönderildiklerini duydunuz mu hiç? Sadece özlediğimiz yere, cennete kavuşuncaya kadar dünyayı insanlığımıza layık ve daha iyi yaşanılabilir yer kılmaya çaba gösterebiliriz ki, fiziki ya da metafizik her çabanın gerekçesi de bundan ibarettir. Kalb haritası dediğimiz şey de sonuçta bu çabayı gerçekleştirmenin ve onun sonucunda cennetle (Allah’a kavuşmakla) ödüllendirilmenin en doğru adresidir. Söz konusu çabayı yığınlar yürütmez, yığınlar sadece kıyameti yaklaştıracak eğilimleri besler ve büyütürler. Yığınların dışında durarak bu çabayı ezeli ve ebedi bir sorumluluk olarak üstlenen birileri olur her zaman. Efendimize kadar resuller ve nebiler vardı, Efendimizden sonra sahabe ve veliler var. Bediüzzaman’ın hakikat meşrebine bağlı olmayıp, tarikat meşrebine bağlı olsaydım ve kendime bir şeyh bulabilseydim, size şimdi “iyi adam” olarak onun adını büyük bir keyifle söylerdim. Böyle birilerini bilmiyorum ama varlıklarına ve varlıklarının gerekliliğine her zaman inandım.

Haritalar, sınırların üzerinde yaşayanlara benzer mi? Onların hüznünden, kaderinden, kederinden ve sevincinden nasiplenir mi?

-Hepimiz sıkleti ve hacmi farklı birer testi gibiyiz; varlığından kuşku duymadığımız haritaları okuma şeklimiz de kendi halimize, aklımıza ve idrakimize bağlıdır elbette. Yukarıda söyledim, şeyhimiz Galib, kalb diyarını, “aşk” olgusu üzerinden Aşk’a keşfettirdi. Fuzuli de aşk ve mecnun oluş (sevgilide yok oluş) üzerinden yaptı bunu.

Rabbimizin bizlere verdiği anahtarlar da kapıları gibi sayısızdır. Birimiz hüzn üzerinden yürürüz Rabbimize de, birimiz bilim üzerinden, birimize kader olgusunu bilmek yeter de birimiz illa kaderimizin kazasını bekleriz. Birimiz sevinç gemileriyle yol alırız hilkat ummanında da, birimiz küçücük kayığımızla kazazedeleri kurtararak kat ederiz hayat denizini. Sonuç kalb huzurunu, kalb dilini ve kalb kelimelerini bulmaktan ibaret değil mi? Rabbimiz de “ben kulumun zannı üzerineyim” diye bundan buyurmuş olmalı.

-Haritalara bağlı kalmak /haritaya bağlı kalmayı istemek/ kaybedilmiş bir güvenin eseri midir? Kalpten çıkmış bir yol haritası her seferinde güveni bulmak için midir?

-İsra Suresi’nin 85. Ayetinde “Ve sana ruhtan sorarlar. De ki: ‘Ruh, Rabbimin emrindendir.’ Ve size ilimden sadece az bir şey verildi.” buyurulur. Kabul etmeliyiz ki, insan olarak “mükemmeliz” ama bu mükemmel oluş hilkatimizle ilgilidir ve Rabbimizin gücü ve bilgisi karşısında bir karınca kadar bile hükmümüz yoktur. Ancak bizim karıncadan farkımız da, bizi önemli kılan da “kutsal emanetin, bilginin, mesajın, haberin” taşıyıcıları oluşumuzdur. Hal böyle olunca, kalp haritasını iyi okumakla ilk sağlayacağımız şey kendi nefsimizi (ruh ve huzur cephesiyle birlikte) emniyet altına almaktır. Eğer cennetten çıkarılmasaydık bireysel ve toplumsal bir güven problemimiz de olmayacaktı. Çıkarıldık ve cennetten başka her yer bizim için her an tehlike çanlarının çaldığı bir yer hükmündedir. En adi arzularımız bile cennete olan özlemimizi yansıtır demiştik. O halde o arzulara yön verecek bir kılavuz ihtiyacı da kaçınılmazdır.

Bilmek; kalbini, kendini, yol haritalarını bilmek köle bezi yalnızlığı yaşayan insanlara yeni kapılar açmakta mıdır?

-N’ola her zaman dediğiniz gibi olsaydı ama değil. Çünkü bilmek sorumluluk yüklenmektir. Sorumluluk yüklenmekse halleri o sorumluluğa değenlerin halleriyle hemhal olmak, olamıyorsa bile ruhen o hali yaşamaktır, “Çatı” olmaktır tıpkı üstadımız Sezai Karakoç gibi:

“Kaç aç varsa hepsi ben / Kaç hasta varsa hepsi ben / Kaç liman önlerinden dönem / İşsiz hamal hepsi ben

Kaç aşktan ters yüz edilmiş / Aşık varsa hepsi ben / Bütün çiçeklerle donanıp / Bütün insanlarla ölen

Atılmış kömür toplar / Annelerin zoruyla çocuklar / -Başka çaresi ne annenin- / Çocuklarıyla yere çarpılan

Ben o çocuklarla yere çarpılan / Sevgili deyip yere çarpılan / Sedye taşımaktan kolu tutulan / Bu sessiz çılgın çalkantıda”

Evet, zordur bilmenin, tanık olmanın sorumluluğu, hiç bir hendeseye sığmadığı gibi, hendesesizliği (aklından vaz geçmeyi) bile davet eder çoğu zaman.

-Bir kalbin yol haritası neden bir diğerini tutmamaktadır? Bizim kaderimizi yazan El ile dünya tarihini yazan El aynı iken; her harita nasıl olup da kendi mucizesini yolcuya yaşatmaktadır?

-Acizane kanaatim odur ki bu, şeriatın bir olup, hakikatin bir olmamasındandır. Ama bence “diğerini tutmamak” gibi bir sorun yoktur, en azından onca beşeri ve semavi din incelememde buna hiç rastlamadım; hepsi bir kitabın sayfaları gibiler, bir bütünün parçası gibiler sanki... Vahdet-i vücud’un da, Vahdet-i şühud’un da aynı geçerlilikte birer kalp haritası olmaları gibi örneğin... Sahabelerin, ermişlerin, velilerin, hak dostlarının, hikmet sahiplerinin, her biri birer güneş ve ay olan nebiler, resüller yanında birer yıldız olmalarından ve hangilerine taabi olursanız olunuz onların sizi nebilere, resüllere ve sonuçta Allah’a götürebilmelerindendir, “diğerini tutmama” gibi sandığımız şey.

Hakikat gereği kutsallığın, hiyerofani ve epifaninin ezeli olmakla şeriatlar öncesinde varolmalarından, ebedi olmakla (İslâm şeriatı hariç) tüm şeriatların üstünde bulunmalarındandır. Son din ve son şeriat bunun için büyük bir önem taşımaktadır. Allah’ın ipine sarılmayı öğütleyen Kur’an (toplayıcı olmakla) tüm haritaları bünyesinde toplamakta ama aynı zamanda Furkan (ayırcı olmakla) da tüm haritaları ayırmaktadır.

Kur’an ve Furkan tek geçerli haritadır, çünkü o, tevhidin ve vahdetin karşılığıdır. Bence, bizim ona, hangi yıldızın aydınlattığı yoldan yürüyerek, hangi kapıdan hangi anahtarla eriştiğimizin fazla bir önemi yoktur, önemli olan o yolu yürümek, o kapıya ulaşmak ve o anahtarı kullanabilmektir.

-Bu özel söyleşi için teşekkürler. Okurlarımıza kalbinizin yol haritasından neler söylemek istersiniz?

-Benim kalbimin yol haritası kırıklarla doludur. Rabbimizin kullarını sağlam kalble değil, kırık kalble sevdiğini kim bana, ne zaman söylemişti hatırlamıyorum ama sağlam kalan kalbin insanın ruhi melekelerini körelttiğini, kırık kalbinse hem kendi varlığını daha çok duyurduğunu hem de (Rabbimize karşı) acziyetimizi daha çok beslediğini, büyüttüğünü yaşayarak öğrendim.

Kalbin kırık olması belki haritasının renk ve çizgilerinin belirginleşmesi için de gerekli ama ben buraya kadar biliyorum. Kalbin kırılması ne demek, kalbi neler, nasıl, ne kadar kırar? Bunu da sevgili okurlarımız düşünüp, bulacaklardır eminim.

Güzel sorularınız için ben teşekkür ederim.

(TURUNCU DERGİSİ, TEMMUZ 2009)