Menu
İKİ YAZI
Deneme/İnceleme/Eleştiri • İKİ YAZI

İKİ YAZI



SAVAŞ TANRISI

Yalnız kalmaya değecek kadar kalabalık değil hayat. Sadece gülümseyerek, her gün onlarca insan ile tanışmayı garantileyebilirsiniz. Örneğin, ekmek ve beyaz peynir alırken, kasadaki kıza gülümseyip 'iyi günler' diyerek, ikinci alışverişte samimi bir selamlama ile karşılaşabilirsiniz. Faturalarınızı öderken, geçim sıkıntılarından bahsederek, görevli memuru sıkmazsınız, emin olun. Komşuluğun bittiğini iddia etmekten vaz geçip, hemen bu akşam, pişirdiğiniz aşureleri apartmandaki tüm dairelere dağıtarak ilk adımı siz atabilirsiniz. Ve gerisi gelir mutlaka. İşleri yoluna koymak için gün boyunca içinde bin bir kimliğe büründüğümüz koşuşturmacada, kalp atışlarımızı hissedebilecek kadar farkına varabilmemiz gerekiyor zamanın. Öylesine, hiç fark etmeden geçen günler, canınızı acıtmıyor mu sizin de? Etrafımızdakilerden ziyade, artık en çok kendimizi ötekileştiriyoruz kendimize karşı. Unutmak, asla hatırımıza getirmemek istiyoruz gerçekliklerimizi. Kendimize yabancılaştıkça günbegün, ötekileri asla var olmadıklarına inandığımız et ve kemik yığınları olarak algılıyoruz. Ve onlara bağırmak ve onlardan çıkarlarımız oranında zorla almak ve onları öldürmek ve onları umursamamak pek de bir şey ifade etmiyor. Çünkü aslında hayatın kendisi bize artık pek bir şey ifade etmiyor. Başka açıklaması olabilir mi her yeni gün, haberlerin ölü sayıları ile reyting yarışına girmesinin?

Büyük toplumsal olayların temelinde hiç de karmaşık olmayan, oldukça basit nedenler vardır. Olan bitenin açıklanması hiç de güç değildir esasında. Hayatımızı, tarihimizi bir toplam haline getiren, bugünü bir sonuç olarka doğuran tüm kahramanlar, hayatlarının en az 20 yılını, kötülük düşünmeyerek, kötülük üretmeyerek, 'çocuk' olarak geçirdiler çünkü.

''Hayatta sadece iki trajedi vardır. Biri istediğine sahip olamamak diğeri sahip olmaktır.

Dünyada 550 milyon ateşli silah bulunmaktadır. Bu da her 12 kişiden birinin silahlı olduğunu gösterir. Tek soru: Geri kalan 11 kişiyi nasıl silahlandırabiliriz?''

Bir süredir kötülüğün varlığı, nedenleri üzerine düşünüyorum. Birazdan hakkında ayrıntılı bilgi vereceğim film tam da bu sırada 2. kez çıktı karşıma. Öylesine açık bir konu ve anlatım ile çekilmiş ki film, daha evvel izlemeyenler, benim tavsiye etmem ile izlesinler diye bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Ayrıca, filmdeki ana karakterin hayat hikayesine başladığı nokta, tam da zihnimi kurcalayan 'kötülüğün kaynağına' atıfta bulunuyor.

''Savaş Tanrısı, orijinal adıyla Lord of War 2005 yılında Andrew Niccol tarafından yazılan ve yönetilen, başrollerini Nicolas Cage ve Jared Leto'nun paylaştığı, 16 Eylül 2005 tarihinde ABD'de gösterime giren bir filmdir. Gerçek Yuri Orlov aslında piyanisttir. Filmde aşcı olarak kendi lokantaları Kırım Restoran'da çalışmakta olan Yuri Orlov (Nicolas Cage) hayatını aşçılıktan kazanamayacağını anlar ve silah tüccarı olmaya karar verir. Hayatı boyunca büyük oynamak isteyen Yuri silah tüccarlığında da büyük oynayarak, giderek Silah Kaçakçısı olmaya başlar. Peşinde kendisinden şüphelenen Interpol bulunmaktadır. Fakat Yuri yaptığı işi her seferinde legal olarak göstermeyi başarmıştır. Silah kaçakçılığında iyice yükselen Yuri artık pek çok ülkeye kaçak silah satarak Savaş Tanrısı olmuştur. Savaş Tanrısı, Uluslar Arası Af Örgütü’nün desteğiyle çekilmiş ve gösterime girmiş, Avrupa’da bir çok yerde gösterim için salon bulamamış, mali destek bulunamadığı için bağımsız olarak çekilmiş ve oyuncuların aldıkları ücretleri düşürmeleriyle tamamlanmış bir sinema filmi.''

Filmin henüz başında, Yuri kardeşini silah işinde kendisi ile birlikte olması içni ikna etmeye çalışıyor. Kardeşi teklifi reddedince, Yuri kardeşine 'ne kadar kötü bir aşçı olduğunu' söylüyor. Ve benzer birkaç cümle ile kardeşinin sahip olmadıkları ile sahip olabileceklerini eşleştiriyor ustaca. Bir hırsızlık gibi aslında; herhangi bir şeye sahip olmamamız mı daha kötü, o şeye hırsızlık yaparak sahip olmak mı daha iyi? Yuri, kardeşinin masumiyetini çalıyor. Film boyunca, Yuri parayı kazandığı hızda kaybediyor. Sebep olduğu ölümlere karşı asla beslemediği bir duygu olan, vicdan azabını, kardeşinin uyuşturucu bağımlısı olması ile günbegün daha kötü hale gelmesi ile tadıyor. Yuri'nin esasında tek pişmanlığı bu şekilde karşılıyor onu. Burada kardeşini, Yuri'nin kaçındığı tüm olumsuz duyguların bir sembolü olarak görmemiz gerekiyor.

''Silah satman ilk ve en önemli kuralı şudur: Asla kendi sattığın silahla vurulma!''

Yuri Orlov'un bir çok noktada dile getirdiği gerçekler filmin fikir altyapısının oldukça kaliteli olduğunu gösteriyor. Karakter oldukça iyi konuşturuluyor ve Yuri'yi tanımamıza, yaptıklarının nedenlerine dair birçok ipucu sunuyor. Örnekle:



''Dünyada 550 milyon ateşli silah bulunmaktadır. Bu da her 12 kişiden birinin silahlı olduğunu gösterir. Tek soru: Geri kalan 11 kişiyi nasıl silahlandırabiliriz?''

Satılan on binlerce silahtan herhangi birinin ve milyonlarca kaleşnikoş mermisinden bir tekinin, dünyanın Yuri'ye göre oldukça uzak bir ülkesinde olan bir çocuğun beynini parçalaması, Yuri'nin hayatının bir parçası mıdır peki? Ölümüne neden olduğumuz bir kişi için hayatımız boyunca vicdan azabı çekebiliriz biz; peki binlerce insanın ölümüne aracı olan birisi, ruhunda bunca azabı biriktirebilir mi? Ailenin, henüz çocukluktan itibaren, çocuklarını yetiştirme yöntemleri ile çocuklarının gelecekteki kimliğini büyük oranda belirleyebileceklerine inanıyorum. Huzurlu bir aile ortamında, kişi en çok 'kendisini tanıma imkanına' sahip olabilir. Kendisindeki iyiliğin, iyi olma potansiyelinin farkına varan her birey, etrafındaki insanları tanıyarak, onlara faydalı olma yoluna girebilir. Yaşayan herkes ile aramızda bir bağ olduğunu düşünüyorum ben. Aynı evi paylaştıklarımızla da, aynı şehirde olduklarımızla da, çok uzak ülkelerde yaşayanlarla da... Yalnızca eylemlerimiz değil, ifade ettiğimiz fikirlerimiz bile yanıbaşımızdakilerin de, hiç tanıyamayacaklarımızın da canını acıtabiliyorsa; bir tebessümümüzle de hem birbirimizin ve hem bütün insanların yüzünü güldürebiliriz.

Bu durumu, Elif Şafak'ın Aşk adlı romanının ilk bölümünde yaptığı tasvire benzetebiliriz. Bir taşın, durgun bir suya düştüğü andaki ilk etkisi nedir? Ve o ilk etki ile ortaya çıkan ilk su halkasının, ulaştığı son nokta neresidir?

Dünyayı değiştirmek, Savaş Tanrılarına baş kaldırmak istiyorsanız, insanlara selam verin! Arkası gelecek, işe yarayacaktır; emin olun.

1- http://tr.wikipedia.org/wiki/Sava%C5%9F_Tanr%C4%B1s%C4%B1_(film)

2- http://www.imdb.com/title/tt0399295/

3- http://tr.wikiquote.org/wiki/Sava%C5%9F_Tanr%C4%B1s%C4%B1

[email protected]

http://edebiyatuniversitesi.ning.com



NİŞANLIYA MEKTUPLAR

'Ruhun varlığı aşkla orantılıdır!' Victor Hugo

Hiç beklemediği bir anda, hep beklediği biri çıkabiliyor insanın karşısına. Büyük aşklarda hep böyle olmuştur durum. Umutlar tam da tükenmek üzereyken, vuslat'a dair ütopyalar oluşturulmuş; sevgiliye kavuşmak için tek çıkar yolun bir başka boyutta var oluş olduğuna kanaat getirilmişken duyurmuştur sesini mutlu son. Aşk yürekte bir çocuk gibi, ayrılık sürdükçe, kavuşmak imkansızlaştıkça büyümüştür sanki. Beklemenin aşka kattığı tadın farkına varan herkes, bunu doyasıya yaşamanın gayretinde olmuştur, çünkü, ruhunun varlığını en iyi, en sahici böylelikle anlayabilmiştir.

'Aşka hiçbir şey yetmez. Mutlusunuzdur; cenneti istersiniz; cennete sahipsinizdir; Tanrı’yı istersiniz.'

Ve mutluluk, tanrı ya da yürekleri aşkta ve ayakta tutan, inanılan her ne ise, onun tarafından ansızın düşürülmüştür, bir cemre gibi... Aşkım cemresi düşmüştür yani; artık bahardır her mevsim aşıklara.

Böylesine iançla, umutla beklemişti Victor Adèle'i. Ama mutluluk hiç de beklenmedik bir anda, ansızın karşılamamıştı onu. Aşkın gücüne, gerekliliğine inanıyordu çünkü ve her yeni günü, başından beri 'Nişanlım' diye yazdığı Adèle'e ulaşmak için çabalayarak geçirilecek bir başka basamağı olarak görüyordu yılların.

'Çabalarımın sonucu ne olursa olsun, mutluluğum ve hayatım için ona erişmem gerekliyse de, ona layık olmak vicdanım için yeterli.'

Geceleri, mum ışığında, para yetiremediğini ve bu yüzden çok üzüldüğünü defalarca dile getirdiği kağıtları tükeninceye dek masa başında, şimdi ölümsüzleşen, binlerce aşka ışık tutan mektuplar yazarak geçiren Victor Huo'nun hayata ve aşka tutunma çabasına şahit oluyoruz Nişanlıya Mektuplar'da. Tahmin edebileceğiniz gibi mektuplar Hugo'nun ölümünden çok sonra bir araya getirilip kitaplaştırılıyor. Kitabın henüz ilk sayfalarında yayıncıların şu cümlesi karşılıyor bizi: 'Muhakkak ki sevgilinin dışında, başkaları tarafından okunulması için yazılmamışlardı bu mektuplar.'

Bu gerçeği mektuplarda, Hugo'nun Adèle'den, mektupları okuduktan sonra yakmasını istemesinden de rahatlıkla anlayabiliyoruz. Yazarların ölümlerinden sonra, özel hayatlarına dahil olan mektuplarının okura sunulması edebiyat çevrelerince tarışılagelmiş bir konudur. Böyle bir aşkın tüm sürecini birinci elden dinlemiş olmak paha biçilemez elbette ancak, bu aşka saygı göstermenin tek çıkar yolunun da, sadece Adèle için yazılmış olduklarından mektupların hiç yayınlanmamış olmaları gerektiği olduğunu düşünüyorum ben. Öylesine samimi ki ifade edilenler, kitap bitsin istemiyorsunuz. Bir yandan heyecanla, sanki size yazılmışlar gibi bir sabırsızlıkla hemencecik okuyup bitirmek, tekrar tekrar, defaatle okumak istiyorsunuz; öte yandan, her bir ilan-ı aşk tuttuğunuz kağıda yayılıp ellerinizi yakıyor sıcacık var oluşuyla, mürekkepleri dağıtan göz yaşlarını hissediyorsunuz. Ve bu düş bitsin istemiyorsunuz. Eliniz titriyor her yeni sayfayı çevirdiğinizde.

'Ruhumda büyük bir yetenek gizli, sevme yeteneği bu ve tamamen sana adanmış; çünkü senin için hissettiklerimin yanında, dostlarıma, aileme, takdire layık ve zavallı anneciğime hissettiğim sevgi hiç kalır. Onları dostların, ailenin, annenin sevilmesi gerekenden daha az sevdiğimden değil bu; ama, seni, yeryüzünde hiçbir kadının sevilmediği kadar sevmemden ve bu sevgiye senin kadar kimsenin layık olmamasından...'

Tarihin en büyük edebiyat dehalarından birinin, yazın hayatının her anında ondan eserler barındıran sevgisinin büyüklüğünde ne kadar haklı olduğunu, Adèle'i hiç tanımamış olmamıza rağmen kabulleniyoruz. Çünkü aşkın tek nedeni, ona inanıyor olmaktır; varlığına inanıyor olmak... Mektuplar bize bunu öğretiyor. Hugo, 'yetenek' diyor böylesine sevebiliyor olmasına; sevme yeteneği! Resim yapabilmek ya da şiir yazabilmek gibi bir yetenek değil bu hiç şüphesiz. Kendisini anlamlı kılan, hayatı yaşanmaya değer ilk ve en önemli şey, iltifat etmeye bile utandığı 'nişanlısına' duyduğu aşk, ona göre... Ve o yaşamaya değer bir aşk arayarak geçirmiyor hayatını; aşka layık olmaya çalışıyor, bu duyguya yaraşır olmaya adıyor tüm çabalarını.

'Beni hatalarıma karşı acımasız yapan, sana layık olma arzusu... Adımın yanına koyacak bir ünvan aradıysam, bu adı bir gün senin de taşıyacağını düşündüğüm içindir.'

Milyonlarca insan dünyanın dört bir yanında, farklı coğrafyalarda, hep en sevgililere, hep en büyük olan aşklarını, itiraf ederken, aşkı da tanımlarlar. Bir mektubun 'en iyi düşünülmüş' son cümlesi ya da bir şiirin kafiyesi olarak tanımlanıp durur aşk; tanımlanmasının imkansız oluşudur aslında insanı bu çabaya iten en çok da. Victor Hugo, aşkı, hissettiği bu duyguya olan tüm yakınlığına, ensesinde duyduğu nefesin gerçekliğine rağmen, tanımlamamıştır. Zira aşkı sınırlayan, anlamını yitiren ilk şeydir, onun ne olduğunu anlamaya, onu tanımlamaya çalışmak! Aşkın aslında ne olmadığıdır farkında olunması gereken ya da aşkın bir insana yaptırabildikleri, kişinin aşk uğruna neler yapabildikleri...

'Gençlikte bedenlerin birliği ruhların birliğini pekiştirmeye yardımcı olduğu gibi; yaşlılıktaysa bu kez, her zaman diri ve bozulmaz kalan ruhların birliği, bedenlerin birliğini güçlendirir ve bu ruh birliği ölümden sonra da sürüp gider.'

Ya bu ayrılık bir kader olmasaydı aşklarında? Acı çekmeden, istedikleri gibi, duygularının olgunlaştığı ilk anda birliktelikleri mümkün olsaydı; o zaman Hugo tüm bu serüvene, mektuplara konu olan duygu yoğunluklarına kahraman olabilecek miydi? Hayatını anlamlandırması, sevebilme yeteneğini son noktasına dek zorlaması mümkün olacak mıydı? Bunu tahmin edebilmenin imkanı yok ama, Adèle'le kavuştuktan, 'mutluluktan', ruhların birliği hayat bulduktan sonra, ölümün ötesine dek sürebilip sürememesi, kanıtlamaya yeter herhalde bu süreci. Hugo, ayrılığı aşka layık olmak için 'gerekli' bir süreç olarak görmüştür. Acı onu yıprattıkça, bağışıklık da kazandırmıştır bir bakıma.

'Mutluluklarını bozacak hiçbir şey olmadığında, belki de aşklarını daha iyi hissedebilmek için, acılarını kendileri yaratmak ihtiyacındadırlar sanki.'

Bir aşktan, hele böylesi bir aşktan bahsederken, 'en' ile başlayan çok fazla sıfat kullanıyor insan. Bense, her aşkın en büyük olduğunu düşünüyorum. Ve bir aşkın, bir başkasıyla karşılaştırılmasını ya da bir sevgilinin bir başkasıyla; bir saygısızlık, bir hakaret olarak yorumluyorum. Belki de Hugo'nun sevebilme yeteneği herhangi birimizinkinden fazla değildi. Yalnız şu bir gerçek ki, kendi aşkını bu kadar etkileyici ifade edebilmiş, kelimelere dökebilmiş tek insan belki de Victor Hugo'dur!

'Bana ağır gelen mevcut andan kurtulmak için, seni son görüşümün hatırasını gözümde canlandırmak ya da seni ilk göreceğim anın umuduna sarılmak zorunda kalıyorum.'

Henüz 2004'te, daha 17 yaşındayken, tam da sınıf arkadaşıma platonik bir aşk beslerken okumuştum Hugo'nun Adèle'e mektuplarını. Bir ders kitabı gibiydi benim için; kendi içimde anlamlandıramadığım her şeyi dolaylı bir dille anlatıyordu bana. Ve ben de aynı cümlelerle, 'sevebilme yeteneğim' ile çıkmıştım sevgilinin karşısına. Ama olmamıştı; hiç beklemediğim bir anda, yıllar sonra, hep beklediğim halde çıkmamıştı karşıma. Garip; kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi! Okuduktan tam 6 yıl sonra, kitap yanımda olmamasına rağmen, not aldığım kısımları masamda tutarak yazabildim bu yazıyı. İnanılmaz; o yıllarda okuduğum birçok kitabın yazarını bile hatırlayamazken, mektupların sanki bana yazılmışlar gibi capcanlı hayalimde olması, Victor Hugo'yu, Nişanlıya Mektuplar'ını çok özel kılıyor benim için.

Kendi ifadesiyle, 'ölümsüz bir aşkın, ölümlü biri üzerindeki gücünün büyüklüğünü' görmek, mektupları okumak çok şey katacak aşk hakkındaki farkındalığınıza.

'Biricik Adèle'im, kağıt üzerinde kucaklayabilir miyim seni?'

[email protected]

23.03.2010

İstanbul