Menu
SENİN YÜZÜNDEN
Öykü • SENİN YÜZÜNDEN

SENİN YÜZÜNDEN

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler

Şarkı

Tam on yılım yitip gitmiş hayatımdan, dile kolay. Aradaki kopukluğu telafi ediyor aklım, bana oyun oynuyor sanki. Şu kapıdan daha bu sabah çıkmışım ve yorgunluğunu çekerek günün, her akşamki gibi sallanarak geri dönüyorum evime. Fazlalık, yüreğimdeki ağırlığı hüznün, göğsümdeki nefes almamı zora sokan bir yumru…

Gıcırdayarak açılan çift kanatlı tahta kapıdan adımımı attığımda, üzerime doğru sökün eden hatıralar buyur ediyor beni içeriye;  çocukluk anılarım, ahtapot kollarıyla hemencecik sarıveriyor ruhumu. İki basamaklı merdiveni çıkıp beton avluda birkaç adım ilerlediğimde ayaklarımın önündeki kahverengi boşluğu fark ediyorum. Tepesinden inmediğim, ipekböceklerimi yapraklarıyla beslediğim dut ağacının boşluğu, içimden bir şeyleri söküp alıyor. Önümde, yedi sekiz metre ilerde, betonun bittiği yerden başlayıp karşıdaki duvara kadar sıralanmış, hafızamdaki yerini muhafaza eden ve fakat artık iyice yaşlanmış, bakımsız kalmış vişne ağaçları… Solda, kömürlüğün yanında, yukarıya doğru uzanan çürümeye yüz tutmuş tahta merdiven… Yanında, sabahları yüzümüzü yıkamak için sıraya girdiğimiz evimizin tek çeşmesi… Başımı kaldırdığımda tüm görkemiyle üzerime hücum eden, çoğu geceler hâlâ koynuma düşmekte olduğu kâbusunu gördüğüm örümceğin kocaman yuvarlak yuvasını yaptığı ahşap balkonun korkuluğu… Bir araya toplanmışlar, ergenliğe yürüyen bir çocuğun bugüne uzanan hikâyesini anlatmaya başlıyorlar sanki hep bir ağızdan.

Binanın giriş kapısının açıklığında küçük bir koridor, sağında üç somya ve sobadan müteşekkil orta büyüklükte bir odaya açılan kapı. Zamanımın çoğunu somyaların üzerinde zıplayarak, olmadı kilimin üzerine uzun atlayışlar yaparak, benden beş yaş büyük ağabeyime kıyasla çocuk sayıldığımdan –onun başka arkadaşları vardı artık- yalnız başıma türlü türlü oyunlar icat ederek geçirdiğim oturma odası. Koridorun sonunda, hem mutfak olarak tasarlanmış hem de banyo olarak kullanılmak üzere tabanı kara betondan yapılmış, şimdilerde duş kabini dediklerine benzer iptidai bir kısımla bölünmüş uzunca diğer bir oda. Planı aynı olan ve yandan ahşap merdivenle çıkılan ikinci kat. İşte, çocukluğuma ait olan ve hafızamdan silmek için on yılımı verdiğim halde hâlâ beynimde çakılı duran hatıralarıma ev sahipliği yapan mekânlar...

Aslında daha avlu kapısına yaklaşırken başlamıştı dile gelen hatıraların kulağıma fısıldaması, iliklerime kadar ürperten sedanın kulaklarımda çınlaması.

“Hep senin yüzünden!”

On yılı aşkın süredir uyumak için gözlerimi her yumduğumda yankılandı beynimin içinde bu ses. Kolay olmadı bu sedayla yaşamaya alışmak. Esaretin en büyüğü kendine tutsak olmakmış meğer, her yeni günün sabahına bir katil olarak gözlerini açmak zorunda kalmak.

Babam mükemmel birisi değildi, olmaya da çalışmadı zaten hiçbir zaman. Hatta küçük dünyamın inşasını kurdu farkında olmadan; mukavim surlar ördü etrafıma, ağır ağır, sessizce, kendine bile duyurmadan. İnsanlar içinde yalnız bir insan olmayı öğretti, kanadığımda elimi bile kıpırdatmamayı. Yine de babalar, çocukları için ne sağlam bir kaleymiş meğer. Kaybedince anlıyor insan.

Babam bazen döverdi bizi, yalan değil. Bir akşam yemeğindeyiz, zaman ve mekân yavaşça şekilleniyor hafızamda, evet, ilkokul beşteyim. Ölümünden sadece üç ay öncesi. Sıralandığımız yer sofrasının etrafında sol yanımda yerini alıyor babam, tam karşımda bağdaş kurmuş annem, sağımda ise uyuşan dizlerine verdiği ağırlığı ikide birde değiştirerek oturmaya çalışan ağabeyim. Yatılı okuduğu liseden evci izniyle çıkıp geldiği bir hafta sonu… Bir cuma yahut cumartesi akşamı olmalı. Neden kızdı babam, ne yaptım da tepesini attırdım, bilemiyorum. Hatırladığım, sağ elindeki kaşığın sapını kemerli burnumun tam çıkıntılı olduğu yere yukarıdan aşağıya doğru kuvvetlice vurmasıydı. Zaten biraz kabarık duran burnumun ortası iyice şişmiş, morarmış, bir hafta sonra okuldan istedikleri için çektirmek zorunda kaldığım vesikalık fotoğrafta da bir süs gibi yerini almıştı. Her hatırlayışımda olduğu gibi otomatik olarak burnuma gidiyor elim. Morluğu hâlâ duruyormuşçasına hafızamdaki tazeliğini koruyan süsümü okşuyorum hafifçe.

Derin bir nefesle çıkmaya başlıyorum yılların ağırlığını taşımaktan bitap düşmüş merdivenin adımımı her attığımda inleyen çürümüş basamaklarını. Son basamağı geçip eşiği atladıktan sonra soluklanıyorum biraz. Sağdaki kapısı açık duran odanın önüne geldiğimde ise heykel kesiliyorum. Babamların yattığı oda… Gözlerim nemleniyor yavaştan. O meşum olayı yeniden yaşıyorum adeta.

Günlerden pazardı, aslında hiç hatırlamıyorum, çocukluğumdan beri balık hafızalıyımdır, fakat bu olaya gelince adım gibi eminim. Babamı pazar günü haricinde gündüz evde görme imkânından mahrumduk çünkü. İğne ile kuyu kazar dururdu ve söylenenin aksine kendi söküğünü de dikmeye fırsat bulurdu. Önceleri istisnasız her gün çalışırken, ihtilal, zorunlu ‘tatil günü’ sunmuştu. Pazar günü açık dükkân gördüklerinde, zabıtalar, -affetmek, lügatlerinde yoktu o zamanlar- hemen karalarlardı ceza makbuzunu; ancak özel izinle açılabiliyordu iş yerleri, o da sadece lokanta, pastane, kahvehane gibi yerler. Herkese nasip olmuyordu öyle çalışma izni alabilmek. İşte ne olduysa, ihtilal yüzünden olmuştu olanlar; öyle bir kıskacına almıştı ki çocuk beynimi, İskender’in düğümüne rahmet okutuyordu. İhtilâlden dolayı benim için biraz farklıdır pazar günlerinin anlamı. Tatildir, lakin biraz da çocukluğumun katilidir aynı zamanda.

Babam daha yataktaydı ben uyandığımda. İçimde bin neşe. Bir hafta kalmıştı okulların kapanmasına ve ben ortaokullu olacaktım seneye. Ortaokul demek büyümek demekti, siyah önlüğü çıkarıp üzerinden takım elbise giyme imtiyazına sahip olabilmekti. Ömrümün en ağır oyununu oynamak düşmüştü bahtıma o gün çocuk neşemle. Yatağa atlayıp babamın taht misali karnı üzerine kurulmuştum. Bir yandan onu uyandırmaya, yataktan kaldırmaya çalışıyor bir yandan da nefes alıp verdikçe inip çıkan kocaman göbeğinin üstünde, belediyenin parkında oynayan, tahterevallinin bir ucunda yükselip göklere uçuyormuşçasına haz duyan bir çocuğun sevincini yaşıyordum. Birden ne olduğunu anlayamadan babamın beni üstünden atıp kalktığını, yalpalayarak banyoya doğru gittiğini, bu arada anneme ‘Bana bir şey oluyor, başıma su dökün.’ diye seslendiğini ve yarı yolda yere yığılıp kaldığını hatırlıyorum. Annem hemen içine soğuk su doldurduğu tası babamın kafasına boca etmişti. Düşerken başını çarpmış olmalıydı ki alnının sol şakağına yakın yerinden kan sızıyordu. Kaçıncı tas suydu annemin döktüğü sayamadım; hafiften gözünü açmıştı babam. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Benim yüzümden bayıldığını düşünmüş, sevincimi bile göstermeye korkarak mutfağın bir köşesine sinmiştim. Bildiğim tüm duaları sıralıyordum peş peşe; akşama babamı sağ salim görürsem, bir daha yaramazlık yapmayacağıma dair yeminler ediyordum Allah’a.

Bu, babamla oynadığım son oyundu.

Annemin sesine zoraki çıktım ortaya, kalbim hâlâ küt küt atmakta. ‘Çabuk’ diyordu annem, ‘Altan amcana bir koşu haber ver, hastaneye götürüversin babanı.’

Altan amca, iki ev sağımızda oturan ve sokağımızdaki tek otomobili olan komşumuz. Sabah akşam arabasıyla evine her geliş gidişinde bütün çocukların imrenerek baktığı, komşulukların henüz can çekişmeye başlamadığı demlerde mahallelinin kolu kanadı.

Bir kolunda Altan amca, diğerinde annem, arabanın arka koltuğuna bindirdiler babamı. Yanına oturduktan sonra kapıyı örtmeye çalışırken tosladı gözlerime annemin sert bakışları. Elini sallıyordu öfkeyle, ‘Hele bir şey olsun babana, ben sana sorarım!’ diye bağırıyordu. Kocaman adam olmuştum, oturulur muydu öyle insanın karnına. ‘Bir geleyim göstereceğim ben sana.’ diye söyleniyordu. Kapının kapanma sesine denk geldi annemin son cümlesi:

“Hep senin yüzünden!”

Çakıldı kaldı çocuk beynime, bir daha sökülmemecesine.

Çaresiz eve girdim, somyanın üzerine yüzükoyun attım kendimi, uyumuş kalmışım. Ne kadar zaman geçmişti bilemiyorum, annemin feryatlarıyla uyandım. Yanında komşu kadınlar. Sakinleştirmeye çalışıyorlardı, lakin pek başarılı oldukları söylenemezdi. ‘Gitti erim, gitti!’ diyerek çığlık atıyordu annem. Başından eşarbı kaymış, gözleri kızarmış, ellerini bağrına vurarak haykırıyordu:

“Ne yapacağım ben şimdi Allah’ım, ne yapacağım?”

Annem odasına kapanıp ağladı bir süre daha, sesi kalbimin güm gümleriyle yarışıyordu. Sabaha kadar çıkmadı odadan. Acıkmıştım ama yemek yemeği düşünecek halde de değildim. Saatlerce kapısının açılıp üzerime yürümesini bekledim annemin, ‘Katil!’ diye atılıp dövmesini. Ama olmadı. Sabah odadan çıktığında tuhaf bir durgunluk vardı üzerinde. Onu son gördüğüm güne kadar da geçmedi bu hâl. Babamı öldürmüş, annemi ise canlı cenazeye çevirmiştim. Nasıl taşıyacaktım bu yükü küçücük yüreğimde? Şaşkınlıktan ne yapacağımı, ne düşüneceğimi bilemiyordum.

Sabah beraber gittik hastaneye, susarak. Annem cenazeyi teslim alırken tek damla yaş dökmedi gözlerinden. Sanki gece boyunca gözpınarları kuruyuncaya kadar ağlamış, bir damlasını bile bırakmamıştı geriye. Çok tuhaf bakıyordu. Benim içim acıyor ama o bunu görmüyordu. Babamın ölümüyle ilgili tek kelime konuşmadık. Başka konularda da konuşmadı zaten. Benimse sormaya cesaretim yoktu. Mecbur kalmadıkça pek sesini duyurmamış kimseye. Sessiz sedasız tamamlamış ömrünü. Sonradan öğrendim, üzülmedim.

Babamı ebediyete uğurladıktan sonra bir ay zor dayanabildim annemin her şeye bigâne, suskun dünyasına. Yüzüne her baktığımda, gözlerinin içinde akseden baba katiliyle burun buruna gelmenin acısına daha fazla katlanamadım. Nereye gideceğimi bilmez bir halde, otogara, bitkin adımlarla sürüklendim adeta ama yine de bir kez olsun ardıma dönüp bakmadım.

Büyüktü otobüsün beni bıraktığı şehir. Yaşadığım küçük Anadolu kentine göre devasaydı. Çaresizce ıssız ve soğuk sokaklarda yürüdüm, yürüdüm. İçimde pişmanlık kıvılcımları çakıyor, geri dönmenin cazibesine meyleder gibi oluyordum ki bir tokat patlattım kendime. Öyle şiddetli bir tokat ki acısını iki gün hissetmiştim yanağımda. ‘Hayır!’ dedim kendime. ‘Kesinlikle dönmeyeceğim.’ Vazgeçmekten öyle korkmuş olacağım ki diğer yanağıma da aynı şiddette bir tokat yapıştırdım. Gözlerimden yaş boşaldı. Daha on bir yaşındaydım.

Tinercilerin sahiplendiği zavallı çocuğu almıştı birkaç ay sonra polisler, bir köprü altında soğuktan titrerken. Kaçamamıştım diğerleri gibi, yakalanmıştım. Bir yetiştirme yurdunun sıcak yatakhanesine kavuştuğumda duyduğum his, galiba sevinçti. Fakat ana kucağının yerini tutmuyordu hiçbir yer ve ana gibi yar da olamıyordu kimse. Çok da mutlu bir ergenlik yaşayamadan büyümüştüm.

Üniversitenin son gününde geldi telefon, mezuniyet törenindeki buruk sevincimin ortasına düşüverdi aldığım haber. Son nefesini vermiş annem, ismimi sayıklayarak. Ne bir üzüntü duydum, ne bir hasret sızısı. Annemdi, beni doğuran kadındı nihayetinde; geldim cenazesine, hafızamdaki suretinden on yıl daha yaşlanmış olan yüzünü son bir kez daha görmek için.

Dalgın dalgın dolaşıyorum çocukluğumun geçtiği mekânlarda. Aynalarda, arkamda bıraktığım anılarımı arıyorum buğulu gözlerle. Yatak odasına giriyorum, ölüm uykusuna daldığı yatağını -görüştüğü tek komşusu Hafize teyze söylemişti- seyrediyorum gözlerimi kırpmadan. Çekmeceleri açıyorum, kapatıyorum, pufa oturup bakınıyorum odanın her köşesine.

Duvarda, işlemeli örme çantasının içindeki Kur’an-ı Kerim’de dolaşıyor gözlerim. Annemin alırken ve yerine asarken üç defa öpüp alnına götürüşleri, hafızamda o kadar canlı ki hâlâ. Dünün, hatıralarımla örülmüş akisleriyle dalıp gidiyorum. Aheste bir kıpırdanışla uzanıp alıyorum duvardan. Çantanın kapağını açıp dokunuyorum biraz çekinerek. Çıkarıp sahifelerini karıştırıyorum, okuyamadığım yazılarını inceliyorum. Elimde Elifba, camiye, yaz tatilinde düzenlenen Kur’an Kursu’na gittiğim günü düşünüyorum. Abdest almayı unuttuğum için diğer çocukların alay edip kahkahalarla gülüştüğü, benimse öfkeden arkama bile bakmadan geri döndüğüm anı yaşıyorum yeniden. Gözpınarlarımdaki akmak için fırsat kollayan birkaç damlayı siliyorum yavaşça gömleğimin yenine. Ağlamamak için sıkıyorum kendimi bütün gücümle.

Kapatıp tam yerine koyacakken çantanın içinde bir kâğıt ilişiyor gözüme. Kırışmış, dörde katlanmış soluk bir kâğıt. Annemin Kuran’a emanet ettiği önemli şeylerden biri olmalı. Alıp açmaya başlıyorum merakla, beni bir olayın büyüsüne kaptırıp yine geçmişte bir gezintiye çıkaracağını hayal ederek. Bir hastane raporu bu, yazıları yılların yıpratıcılığına dayanamamış, yer yer silinmiş. Aman Allah’ım! Bu, babamın ölüm raporu… Bunca yıl niçin saklamıştı acaba annem? Gittikçe artan merakımla okumaya çalışıyorum epeyce zorlanarak, çoğu yerini heceleyerek. Ölüm nedeni kısmına gelince kalp atışlarım hızlanıyor birden, gözlerim fal taşı kesiliyor. Babamın sözlerini duyuyorum sonra banyonun kapısında:

”Başıma su dökün!”

Ömrümün acemilik döneminde yaşadığım suçluluk psikolojisinin etkisiyle doğru değerlendirememiştim demek hayatımı altüst eden felaketi, bunca yıl bir yanlış anlamanın kurbanı olmuştum. Peki ya annem, yanlış anlamama yol açan tavırlarını neden sürdürmüştü ısrarla? Neden beni teselliye kalkışmamıştı? Gözlerim, -kâğıdı tutuşturacak yakıcılıkta- ölüm nedeni kısmına çakılı: İntracerebral hemorrhage. (Beyin dokusu içine kanama.)

Burnumu çekerek yavaşça iniyorum merdivenin basamaklarını. Ellerim ceplerimde geçiyorum avludan. Eskimiş, yıpranmış, yıkılmaya ramak kalmış kapının ardında bırakmak istiyorum ergenliğe adım atmakta olan çocuğu. Bir an önce uzaklaşmak istiyorum bu yerden, kaçmak, rahat yüzü göstermeyen mazimden. Koşarcasına atıyorum adımlarımı. Fakat ne yapsam olmuyor, yitirdiğim çocukluğum uğulduyor kulaklarımda. 

 

Salih

Çankırı’da doğdu. İlk, orta ve liseyi Çankırı’da okudu.  Anadolu Üniversitesi. (AÖF) İş İdaresi bölümünü ve Konya Selçuk Üniversitesi Ziraat Fakültesini bitirdi. Konya’da ikamet ediyor. Salih Elyesa müstearıyla Konya’da yerel bir gazetede köşe yazıları yazdı.