Dün bu şehri azgın ve küfürbaz bulduğunda dudağı uçukladı. Bu uçukluğun şokuyla şehrin dedikodusunu yapıverdi: Onu ki ben narin, alımlı, sükûnet abidesi bilir, nasihatçi ve müşfik bulur, özellikle bu yanını severdim. Böyle haklara tecavüz eden, böyle üste çıkmayı vazife belleyen, böyle elini kolunu camlardan sarkıtıp küfürler fırlatan, böyle bencillik içinde yüzen olması beni kırgınlığa uğrattı; derin bir bulantının içine koyup bıraktı. Ondan korktum. Onun gibi, göründüğünden başka tür ve hallere girebilen kimselerden çekindiğim kadar çekindim dün ondan. Ürktüm.
Dün bu şehrin sokak başlarını tutmuş olan gerilimi pusuda bekler bulduğumda, öfkeyi koca bir timsah gibi avlarını gözleri yaşarmadan yutmaya hazır gördüğümde, insanların sinirli oluşlarını, soğukkanlılıklarını zafersiz bir harbe teslim edişlerini gözlemlediğimde, onların da bu şehri nasıl bulduklarının, nasıl ondan bezdiklerinin bir işareti saydım.
Albenili çehresi bilinmez bir el tarafından yırtıp atılmıştı sanki. Gözü dönmüş bir katil gibi kurbanlarını arıyor, bilançosunu arttırmaya heveslenip, 'hel min mezid, hel min mezid,' diye avazlanıyordu. Ağzı alevler püskürtüyor, zakkum soluğunu içine çekenlerin ciğerleri dökülüyordu. Sonra çirkindi de: Alt dudağı yerde, üst dudağı gökte, gözleri yuvalarından firari. Saçlarının her bir teli diğerinden bağımsız olarak gökyüzüne dikilmişti. Uçlarından düşen kıvılcımlar yeryüzünü delik deşik edecekti. Bu haliyle bütün korku filmlerini sollayabilirdi de. Masalların imrenilen peri kızı görünmez bir değnekle maharetli bir cadı olup çıkıvermişti bir günde
Dünü yaşamış biri olarak artık bundan sonra Bursa denince hayalimde beliren o nur yüzlü, nar yanaklı, aksakallı pir-i fani konusunda pek şüpheci olacağım. Bugünden sonra Maraş, elindeki sazının telini onaran bir ozan olmayacak. İzmir gelgeç ruhlu, hoppa gönüllü bir kadın değil asla. Adana'yı bıçkın bir delikanlı zannetmemeliyim. Aydın'ı hayalime sokulan o vüsatinin altında ne denli boğucu bulacağım kim bilir. Şehirler bazen göründükleri yüzlerden çok daha başka kılıklara bürünebiliyorlarmış demek. Demek Ankara'nın hep bana doğru gelen o iğreti atmosferinde, bazen yüzümü tatlı bir tebessümle taçlandıran sevimli yanlarını bulup çıkarabileceğim. Belki de çehresinin sert hatlarının gevşediği zamanlar da oluyordur, çok zorlasam titiz ve duygu cimrisi olmaktan çıktığına da tanık olabilirim. Sonra ışıklarıyla akılları oynatan Paris'in, o ışıltılı makyajı ve pahalı giysileri içinde mutsuz bir fahişe gibi dolanması yanıltabilir beni. Her zaman ıslak gökyüzü altında paltolarının yakalarını kaldırmış insan hatırlatıcısı Venedik, hiç de gri yolların ağırlayıcısı sanılmamalı tarafımdan. Müzevir Beyaz Saray belki de başka şeyi ispiyonluyordur dünyaya, artık emin olmamalıyım.
Bu şehir, çay karıştırma sesleriyle yalnızlığını hafifleten bir yokluk köylüsünü ağırlamıştı. Geldiği kalabalık kahvaltı sofralarından, bütün ailenin hazır bulunduğu neşeli akşam yemeklerinden düştüğü bu şehirde, tek tabanca olmanın anlamını yalnız olmaktan ayırt etmeyi öğrenmiş birinin ev sahibesiydi bir zamanlar. O da, bu şehrin belli meydanlarında akan insan seline karışıp kalarak, içindekini bastırabileceğini düşünmüştü. Ama kalabalık arttıkça içindekinin de başıboş hayvan gibi o hücresinden bu hücresine saldırdığına şahit olması gecikmedi. Yalnızlık bütün bedenini zapt etmişti bir kere. Kaçıp kurtulmak, köyüne dönmek, tarlasını ekmek, toprağın meşakkatiyle terlemek, anacığı ve kardeşleriyle, yengesi ve yeğenleriyle güle oynaya yemekleri silip süpürmek, kahvede arkadaşlarını dinleyerek kâh dertlenmek kâh neşelenmek erişemeyeceği bir seraptı artık. Anılar damağını eski bir tat gibi yakıp geçiyordu bu şehirde. Korkuyordu.
Dün ben de bu şehirden korktuğumda onu birden bire terk etmenin kendi yararımıza olacağını düşünmüştüm. Bu şehir aldatılmayı hak etmişti dün. Bunca şımarıklığı ona mecbur oluşumuzdandı. Onu burada ıssız, kendi başına bırakıp gitsek, hep birlikte yapsak bunu, ne harikulade olurdu, dedim. Burada bir başına kalakalsaydı. Otobüsünü kaçırttığı yolcularının, kalabalıklarını sokaklarına yayıp bunalttıklarının, ekmeğine göz koydurtup aç sefil evine döndürdüğü babaların, anasını sinir hastası yaptığı ve dayakla doydurttuğu çocukların, hepsinin birden ahı tutsa, kadınların, kızların onunla olan kirlenişleri gibi kirlense o da, ağlayışlara kulak asmadığı gibi onun da feryadına kulak asılmasa, vursa yumruğunu en sert duvarlarına, kanasa, dişlerini döktürttüğü, saçlarını ağarttırdıkları gibi tek tek dökülse yapıları, sökülse söktürdüğü gibi kökleri, bir mezar taşını çok gördüğü yurtsuzlar gibi adı sanı silinse kütüklerden, oh, ne de hoş olurdu, dedim. Biz çekip gidersek cezasını görürdü. Ama şimdi durup direnmek insana yakıştırdığım bir tavır; bir başkaldırıdan ziyade bir uyum, aynı masada oturup ortak dertler edinmenin, aynı sorunlara eğilmenin muhasebesi içinde olmak demek. O yokluk köylüsü de benzer düşüncedeydi. Burada duracaktı. Kalabalığın içinde kalabalık olmadan da kendi kalmayı sürdürecekti, hem insanın umut etmekten başka neye cesareti vardı ki. Bunu ta buraya gelmezden önce, köyünde tarla sürerken, toprakla cebelleşirken, hasadı beklerken bilirdi. Şehir onu silkeledikçe o bir yerine tutunmaya çalışacak, dilini öğrenmeye azmedecek, hangi saati tutarlı, hangi vakti çekilmez, hangi hali bezdirici belleyecekti.
Burada insanlar gülmüyordu. İnsanlar sevinmeyi unutmuşlar burada. Yüzlerde nadiren beliren o yayvanlığın aslında sadece bir diş gösterisinden ibaret olduğu ve hepsinde kavgaya meyil, bir telaş, bir öfkenin taşması hali görülüyordu. Buradaki süresince sadece bir kez, o da trafikte, birini direksiyon başında oynarken gördü. Müzik yoktu. Davul yoktu. Ama şoför, felç geçiren trafikte kendince bir tempo tutturmuş, kollarını, başını ve omzunu oynatıp kendini eğlendirmeye çabalıyordu. Daha çok rahatlamak için yapıyor olması gerekirdi, fakat adam neredeyse dişlerini yiyip bitirecekti. Burada insanlar böyle tuhaftılar işte. Eğlenirken bile tuhaf.
Sonra herkesin herkesten korktuğu da açıktı. Kimse diğerinin anarşist mi, yan kesici mi, gizli örgütten mi, dolandırıcı mı, katil mi ne olduğunu bilemiyor, bunun için kapılar çalınmıyor, selamlar alınmıyor, ikramlar kabul görmüyor. Ketenpere buranın en revaçta, en zahmetsiz mesleği olup çıkmış. İnsanlar en yakınlarına bile reva görüyordu bu pis işi. En yüzü temiz dediğiniz adam bir bakıyorsunuz, dün alığın birini nasıl kekledim, diye yanındakilere normal bir hadiseymiş gibi anlatıyor, üstelik yaptığıyla övünüyor da, dinleyenlerden biri de demiyordu ki, 'olmaz böyle şey, hem günah hem ayıp' yok, tık yok, gülüyorlar, bir gün kendi başlarına da geleceğini düşünmemeleri ne garip ama düşünemiyorlar işte.
Buralarda pişirdiğiniz yemekten bir tabak kapı komşunuza verseniz, yarın tabakla birlikte yemeği kapınızın önünde bulmanıza şaşırmamanız gerekliymiş, adam ne bilecekmiş içinde ne olduğunu, sen katilin biri de olabilirsin, yemeğe zehir katmadığın ne malum. Belki de adamın karısına göz koydun, büyü falan yaptın, yapmadığını nasıl ispat edeceksin. Anlatıyorsun, ben kimim bunları yapmak kim diyorsun, hiç öyle birine benziyor muyum, soruyorsun ama nafile. Buradaki insanlara hayal denilen o tatlı şey kötü bir oyun etmiş. Efsanelerle, teorilerle, kurgularla hayatlarını zedelemişler, sakatlamışlar, öldürmüşler. İş arkadaşlarını akşam çaya davet etsen hemen işin aslını öğrenmeye kalkışıyorlar, hiç, diyorsun, işin ne aslı olacak, bir çay içeriz işte, onların şaşkınlığı senin de canını sıkıyor, yanlış tanınmak istemiyorsun, iyisi mi sen çayı bu akşam da yalnız iç, boğazına saplana saplana yalnız iç. Sonra anlıyorsun ki, yorulmaman gerekiyormuş, hayal kurmaktan, geldiğin yerleri, aileni düşünerek, başka can, başka şenlik aramadan aklındaki karelerle yetinmeyi bilmen gerek. Şehir denilen şey adama kaçmayı telkin ediyor olsa bile, direnmeyi de öğretiyor, görüyorsun. Bu soğuk duvarların ardında biliyorsun ki sımsıcak bir aile var, kıpır kıpır bir çocuk var, ağır başlı, çalışkan bir baba var, şefkatli, hamarat bir anne var. Onların hiç şaşmayan saatlerde kurulu sofraları var, taze, buram buram tüten çayları var, evin beyinin o gün en sevdiği yemeğin yapılmış olması ve bundan gelen bir mutluluk var. Biliyorsun bunu. Onlar senin varlığından haberdar değilseler de sen biliyorsun ya, sofralarına konuk olmak için neyi bekleyeceksin. Bir tabak alıp sen de otur masana. İyice dayan duvara. İyice sokul, sen de ortak ol soğukluğun ardındaki o sıcaklığa. Her kaşık kaldırışlarında kendini yenile. Tabakları sıyırıp geçen parmaklarda mazinin izini bulursun, biraz gözlerin dolar, biraz gitme isteğiyle aklını oynatacak olursun, bu hayattan bir tiksinme, bir bulantı tutar o an ama bunun kısa süreceğini bilirsin, sonra çaylar gelir, o kıpkırmızı taze kokulu çaylar. Kaşıklar döndükçe kesilmesin istersin bu orkestra, bu ses nasıl da kulağa hoş gelirmiş bilmezdin eskiden. Düşünürsün ki, şehirlerin senden aldıkları ortada, ancak verdiklerini de yadsıyamamalı. Köyüne döndüğünde çoluk çocuğu daha uzun, daha gür karıştırmaları için teşvik edersin çaylarını. Malum ya, belki birileri bir yerde kalabalıkların bile yutamadığı bu yalnızlık gıdasının uzun ömürlü olmasını dilemektedir hâlâ. Birileri. Hâlâ.