Menu
Şaziye Hanım ve Kâmil Efendi
Öykü • Şaziye Hanım ve Kâmil Efendi

Şaziye Hanım ve Kâmil Efendi


Kâmil Efendi, günün en önemli saati ve en kıymetli meselesi olan akşam yemeğini düşünüyordu şimdi. Allah var ki aç kalmazlardı, tek oğlunu evlendirdikten sonra yükleri de epey azalmıştı. Ancak yine de avam tabakasından bir fukara oldukları gerçeği değişmiyordu; kuru kayıtlarla çorba arasında devran eden sofraları, ete hasret gelmiş hasret gidiyordu. Bayramdan bayrama et gören sofralardı böyleleri, birkaç hafta içinde pişirilip tüketilen hayvandan geriye kalan kuyruk yağları kavrulur, diğer aylarda yemeklere etin kokusunu ancak o bulaştırırdı.

Kâmil Efendi, üst odada kerevette uzanmış, bahçedeki incir ağacını seyrediyordu. Kapıya doğru seslendi ama sesinin aşağıdan işitilemeyeceğini de çok iyi bilmekteydi:

-Akşama ne var avrat!

Elbette aşağıdaki kaşığın tencereye çarpma seslerinden başka bir dönüt alamadı. Sinirlendi, böyle zamanlarda hep sinirlenirdi ancak insan öfkelenmek için bile enerjiye muhtaçtı neticede. Aç karnıyla bu enerjiden yoksun kalmış Kâmil Efendi, şu vaziyette tekrarlamaya da üşendi sözlerini, sadece “avrat!” diye bir kez daha bağırdı. Yine bir dönüş alamadı iniltisine; sözleri, köyün kahvehanesinden gelen bağrışmalara ve aşağıda havlayan iki itin sesine karıştı, kayboldu.

Tekrar döndü solundaki pencereye, incir ağacında ve onun dallarına tünemiş tavuklarda gözlerini gezdirdi. Hiçbir şey düşünmedi, hiçbir şey düşünmediğini de fark etmedi. Hafta boyunca traktör üzerinde geçirdiği günleri, kahvehanede siyasetten söz açıp öfkeyle solumalarını hatırlamadığı saatlerdi böyle zamanlar. Pencereden girmeye çalışan ancak cama çarpıp duran bir sineği eliyle kışladı, tavuklardan gözünü ayırmadı. Tavuklardan biri kanatlarını çırparak yere atladı, yerde yiyecek bir şeyler aradı, neden sonra bu arayıştan vazgeçerek etrafına öylece bakındı. Sürgülü kapıya bağlı itlerden biri sokağa doğru yine havladı, bu sesi duyan tavuk korkak adımlarla ağıla doğru koşmaya başladı. İtin havladığı traktör, heybetli motoruyla sürgülü kapının önünden geçti, kahvehanenin yoluna doğru gürültüyle gitti. Kâmil Efendi, traktörün şoförünü gözüyle seçmeye çalıştı ancak şoföre baktıkça gözleri daha da puslandı, kim olduğunu bir türlü anlayamadı. Sanki karıncalanan bir televizyon yayını gibi yorulmuş gözlerini kapattı sonra. Bu arada sinek yeniden kanatlanmış, tahta pencerenin gevşek camına tekrar vurmaya başlamıştı. Sinek vızıldayıp cama çarptıkça cam sallanıyor, sesi, sineğin minyatür bir keman gibi titreyen vızıltısına karışıyordu. Kâmil Efendi sineğe aldırmadı, vurup öldürmeye de gönlü razı olmadı, gözkapaklarına yansıyan akşam güneşinin turuncu ışığını seyrederek uykuya daldı.

* * *

-Sofra hazır Kâmil Efendi!

Duymaktan en çok hoşlandığı iki kelime olan ‘sofra’ ve ‘hazır’, bir cümlede kulağından girerek Kâmil Efendinin içindeki neşe kıpırtılarını uyandırdı, bir çocuk gibi hızla ayaklandı. Tabii bir çocuğunki kadar çevik olmayan bedeni bu hıza ayak uyduramadı, nefes nefese kaldı. Kerevete tekrar çöktü, göbeğinin üzerine yasladı bedenini, başını serbest bıraktı, bir ölü gibi öylece bir süre kaldı. Sonra siniye çarpan kepçenin sesini duydu, yine heyecanla doğruldu, yeterince dinlendiğine kanaat getirmişti. Yan odaya geçti hevesle. Uyuyakaldığı için öğrenemediği yemeği aradı gözleri, hemen sonra sinide iki kâseye pay edilmiş topalak çorbasıyla karşılaştı. Fazlasını bekleyemezdi tabii ancak her gün bir muhtelif yemeğini yediği bulgura da sevinecek değildi. Hem ebegümeci de koymamıştı içine Şaziye Hanım. Mevsim ebegümeci mevsimi değildi, buna da şaşırmasına hacet yoktu, yine de içinde bir hayal kırıklığı, büyüyen bir iştahsızlık peyda oldu. Yere çöktü, kâseye uzanırken söylenmeye başlamıştı:

-Mevsimi mi bunun? Ebegümeci bile yok.

Şaziye Hanım ses çıkarmadı. Kâmil Efendi ise besmele çekerek çorbadan içmeye koyuldu. Lezzetine diyecek bir şeyi yoktu ancak dün akşamdan beri beklediği şu kıymetli saati böylece sıradanlaştıran bir yemeği de övmek, içinden bile olsa güzel olduğunu ikrar etmek nefsine zor geliyordu. Yine de çorbayı hızlıca içmekten geri durmadı, topalaklarını bir defa ısırıp yuttu, sanki lokmalar midesinde ne kadar büyük kalırsa o kadar hissederdi tokluğu. Şaziye Hanım daha kasesinin yarısına bile gelmemişti ki Kâmil Efendi tabağını sünnetliyordu. Şaziye Hanım, kaşığına yeni lokmasını alırken Kâmil Efendi ellerini açtı, duaya koyuldu:

-Elhamdülillâh, Elhamdülillâh…

Şaziye Hanım, kaşığı içindekilerle birlikte tabağa bırakıp ellerini açtı, duaya iştirak etti. Bir Fatiha üç İhlas okuyup hediye etti. Kâmil Efendi kalkınca yemeğine devam etti.

Kâmil Efendi banyoya geçip ellerini yıkamış, abdest almaya niyetlenmişti ancak ilacını içmeyi unuttuğunu fark etti. Döndü odaya, kerevete oturdu, Hanımına buyurdu:

-İlacımı getir hele.

Kadın, yine kaşığını içindekilerle birlikte tabağa koydu. Yan odadan ilacı aldı, geri gelip tasa su koydu, Kâmil Efendiye uzattı. Tekrar oturdu, kaşığı eline aldı. Kâmil Efendi bu kez suyu bitirmiş, tası uzatıyordu:

-Al şunu.

Şaziye Hanım tasa uzandı, bu arada kaşığını yine bırakmak zorunda kaldı, Kâmil Efendinin kalkmasını bekledi. Kâmil Efendiyse kollarını ve ayaklarını katladı kıyafetlerinin, sonra kalkıp abdest almaya gitti.

Şaziye Hanım girişteki odada yalnız başına çorbasını içiyordu şimdi. Azıcık tuz atmak istedi yemeğe ancak parmağına değen tuzla sıçrayıverdi, elinde açık yara vardı hâlâ. Topalakları haşlarken sıcak su dökmüştü eline, tuz da acıtmıştı şimdi yanık yerleri. Aslında bugün bulgur pilavı yapacaktı ama evdeki biberlerin hepsi acıydı, yarın pazardan köy biberi alıp onunla yapmakta karar kılmıştı. Midesinde ülser olduğunu söylemişti doktor, acıyı yasaklamıştı. Zaten acı yediği gün sancıdan duramaz, sabahlara kadar kıvranırdı. Dün de komşusuyla ağılda karşılaşmıştı, komşusu ebegümeci ettiğini, yarın küçük oğluyla onlara salacağını haber vermişti. Şaziye Hanım, topalak hamurunu yoğurmak için tüm gün ebegümeciyi beklemişti ama vakit ikindiye geldiğinde yemeğin geç kalmasından endişe etmiş, bir kararsızlık hali içinde topalağa girişmişti. Zaten komşusu da ebegümeciyi unutmuş olacaktı, kapısına gidip istemeye de kendi yüzü varmazdı. Kâmil Efendiye anlatmamıştı olan biteni, hem anlatsa “o kadından ot mu alınır, yemem ben onun verdiğini” demeyecek de ne diyecekti ki? Şaziye Hanım kolay kolay öfkelenmezdi, isyan ettiğini de bir Allah’ın kulu görmemişti daha. Ama tuz eline değince tüm olanlar gözlerinin önünden geçiverdi, tüm savunmasını içinden okudu Şaziye Hanım. Kendi vicdanının mahkemesinde sanık olmanın adaletsizliğiyle kavruldu. Bu savunma, geçmiş yirmi beş yılı da içinde barındırıyordu, şimdi Şaziye Hanım, tüm geçen günlerin savunmasını Kâmil Efendinin suretinde bir hâkime içli bir serenat gibi okuyordu. Kâmil Efendinin sesiyle bu duruşma sona erdi:

-Havluyu getir Şaziye!

Şaziye Hanım, bir sitem etti. Ama bu sitem kendine bir beddua mı, kadere bir başkaldırı mı, Kâmil Efendiye bir küfür müydü, bilinmez. Kalktı, yan odadan havluyu aldı. Banyonun kapısına gelirken bir gürültüyle yerinde sıçradı; hemen banyoya atıldı, Kâmil Efendiyi taburesiyle birlikte devrilmiş, yerde yatar halde buldu. Elinden düşen havlu, yerin ıslaklığını emip şişmeye başladı. Kâmil Efendinin gözleri açıktı, başından ince bir kan sızıyordu. Şaziye Hanım, bu ânı gerçeklikle bağdaştıramıyor, bu dehşetin gerçekliğini kabul edemiyordu. Ne ağlayabildi ne de sesini çıkarabildi. Bu arada zihnindeki mahkemede hâkimin sureti kararmış, mahkemenin ahşap sütunları kırılmış, salon bomboş kalmıştı. Mahkemenin tek sanığının ellerindense avuç avuç kan süzülüyordu.

Kevser

20 Temmuz 2000, Pendik, İstanbul doğumlu. Çukurova Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesinde öğrenci. Öyküleri Aşkar dergisinde yayınlanıyor ve 2017 yılında Sivas'ta düzenlenen Türkiye geneli öykü yarışmasında birinci oldu.

Diğer Yazıları