Menu
SATICI
Öykü • SATICI

SATICI



Meram’dayım. Balkonda oturuyorum. Önümde bilgisayarım var. Biraz dinlenmek amacıyla güzel düşünceler içinde ayaklarımı uzattım. Gökyüzüne, bahçeye, bahçedeki sesleriyükselen çocuklarıma, kızımın derste deney yapmak için yetiştirdiği fasulyeleri getirip bahçeye diktiği yere, az geride kalan kayısı toplayan eşime bakıyorum mütemadiyen.

Güzel bir yer, güzel bir bahçe, güzel bir hava, güzel bir an, güzel düşünceler var beni yazmaya çağıran…

Hemen bilgisayarıma döndüm. Başladım yazmaya. Ne güzel gidiyor. Akıyor, coşuyor, kelimeler, cümleler, düşünceler, kurgu, olaylar, izlekler, örnekler, kahramanlar bana yol gösteriyor, yol veriyor, çağırıyor; yaz, işte sana malzeme, diyor. Yazıyorum. Çok bulamadığım böyle anları çok isterim. Çok severim. 

İşte başladı akıp gidiyor, beni alıp götürüyor, çekiyor, çeviriyor, olgunlaşmış sanki yıllardır planladığım bir kurguyu gerçek hayatla bütünleştirip yaşatıyor.

Ara sıra esen rüzgârın etkisiyle olgunlaşmış kayısıların hoş, çekici, iştah açıcı kokuları burnuma çalınıyor, iştahım kabarıyor. Reçel yapmak için kayısı toplayan eşime sesleniyorum:

- Hatun! Biraz kayısı gönder çocuklarla.

- Tamam, diyor.

Çocukların sevinç çığlıkları, ara ara çekişme ve kavga seslerine dönüşüyor.

Bu arada aşağıdan bir satıcı sesi yükseliyor. Sokaktan yayılıyor evlere, açık pencere ve kapılardan içerlere.

Oralı olmuyorum. Duymazlıktan gelip yazmaya devam ediyorum. Çünkü yolunu bulmuş akıyor bir öykü. Kesmeye gelmez, diyorum. Ne olur ne olmaz, diye düşünüyorum. O tarafa bakmamak için ısrarcıyım.

“Hanımlar! Beyler! Teyzeler! Bacılar!”

Derken sokaktan gelen sesin muhatabı artık direk ben oluyorum:

- Beybaba! Beybaba!

Bakmıyorum. Eşim kayısı ağacının yanından sesleniyor, beni uyarıyor:

- Bey, diyor. Sana sesleniyor.

Yine bakmıyorum. Kararlıyım, gelen bu öyküyü tamamlamalıyım.

Sokaktan gelen ses çığlığa dönüşüyor:

- Beybaba! Beybaba!

Bu çığlıklar muvazenemi bozuyor. Biraz kırgın, biraz kızgın şekilde sokak tarafına, sesin geldiği yöne dönüyorum. Bir genç elinde cam kapaklı bir tencere bağırıyor:

- Gel, diyor bozuk bir aksanla devam ediyor:

- Dört tencere bir milyon dokuz yüz bin lira, diyor.

- İhtiyacımız yok, diyerek beni rahat bırakmasını istiyorum.

- Gel, diyor, çok ucuz bunlar.

Şaşırıyorum. Adamın gideceği yok gibi duruyor. Israrına devam ediyor.

Artık öykü bitmeden sona erdi. Kalktım ve ikinci kattan aşağı indim.

Satıcı yarı Arapça yarı Türkçe, karmaşık ve anlaşılmaz konuşmasını sürdürüyor. Ya da bunu bilinçli yapıyor:

- İki lira, diyor tekrar. Ayşe teyze, diyor. Suriye diyor, pasaport diyor. Para lazım diyor…

Adamı anlamaya çalışıyorum. Anlaşılmaz olmayı tercih ediyor. Ya da planının gereğini yapıyor. Bizi de senaryosunun rol paylaşıcıları yapıyor.

Arabasına doğru çekiyor. Birkaç kişi daha toplanıyor arabanın etrafına:

- Suriyeliyim, diye başladı konuşmasına.

“Müslüman gardaş” dedi. Dedi, dedi, dedi… Aklına ne geldiyse ne ezberlediyse ne yapması gerekiyorsa, hepsini söyledi.

- Al git, dedi. İki lira.

- Aklın başında mı, ya da iki lira ne demek bilir misin? dedim.

Bir anda ben de yabancı olduğunu düşünmeye başladım. Olamazdı. Yabancı birisi ta Suriye’den Meram’a gelip bu kadar rahat satış yapamazdı, yapmamalıydı. Ama o kadar güzel rol yapıyordu ki, inandırıyordu.

- Evet iki lira. Elindeki demir iki lirayı göstererek:

- Bunlar Suriye’de madalyaymış, değerliymiş; Ayşe teyze öyle dedi, deyince iyice anlıyorum ki, işin içinde başka bir iş var. Bu kadar saf olamazdı. Akılsız hiç değildi.

Dört tencereyi koydu yere:

- Bir milyon dokuz yüz bin lira, dedi.

Arkasından konuşmasına bozuk bir Türkçe ile devam etti:

- Fakııır mısın? dedi.

Cevabı beklemeden bir düdüklü tencere koydu. Tekrar fakır mısın? Sorusunun hemen arkasından bir tava, bir fotoğraf makinesi, bir sürahi, bir epilasyon aleti… Hediye hediye, diyerek yığdı. Çocuğuna, komşuna, çeyizine diyerek ballandırdı konuşmalarını…

Bu arada gözlerim arabadaki sürücüye kaydı. Pür dikkat bizi dinlediği kesindi. Adam iki lira ısrarına devam ediyordu.

- İki lira bile olsa; almam, haksızlık olur. Adaletsizliktir, seni kandırmadır, dedim.

Adamın ısrarı sürünce sürücüye seslendim.

Sürücü yanımıza geldi. Satıcıyı destekler mahiyette konuşmalarını sürdürdü. Sonuçta ağzındaki baklayı çıkardı:

- Bunların hepsi yüz doksan lira, dedi. Ucuz çok ucuz, alın; böylesini bir daha bulamasınız.

Anlamıştım, çözmüştüm yaptıklarını. Adamlara döndüm:

-Bunların hepsinin fiyatları zaten bu kadar tutar, dedim.

Baktılar ve öylece kalakaldılar. Söylediklerim onları çok şaşırtmıştı. Yaptıkları mizansenden etkilenerek şimdiye kadar birçok kişiye mal satmışlardı. Burada satamamaları planlanmamıştı.

- Olmaz, dedim, yaptığınız çok ayıp, çok yanlış, çok günah, Müslüman gardaş, dedim. Bunu yapmamalısınız. Bu numaralar doğru mu? İnsanları neden kandırıyorsunuz? Dikkat çekmek, insanları buraya toplamak için yaptıklarınız, numaralarınız, yalanlarınız, yaramazlıklarınız, çok yanlış çok yanlış… Bunu yapmayın. Helal kazancınıza haram katarak murdar etmeyin.

Adamlar, söylediklerimden rahatsız oldukları yüzüne yansıdı. Ama konuşmaya devam ettim:

- İki liraya zaten almam, haksızlık ederim. Şimdiki dediğiniz fiyata da almam, bunca yalan üzerine bina edilen alışverişte ben yokum. Bedava verseniz de kabul etmem çünkü siz dürüst değilsiniz…

Adamlar indirdikleri malzemeleri minübüse yükledikleri gibi yürüdüler.

Kafamda öykünün talihsizliği yürürken eşim yanıma yaklaştı:

- Biliyor musun? dedi. Bunlar bu numarayı sürekli yapıyorlar. Geçen yıl da bizim mahallede uygulamışlardı. Birçok mal satmışlardı. Sabahleyin yan sokakta iki minibüs boşaltmışlar. Satmışlar. Parayı götürmüşler yani anlayacağın…

- Anlamıştım zaten, diyerek kendime pay çıkarıyorum. Balkona, öyküme ulaşmayı düşünerek merdivenlerden tırmanıyorum.

Tekrar balkona ulaştığımda artık öyküden, kurgudan, kahramanlardan çok net olmayan siluetler dolaşıyordu zihnimde.

Olan benim öyküye olmuştu. Bir de komşuların doyumsuz istekleriyle takım takım aldıkları kalitesi belli olmayan mallara verdikleri paraya…

Diğer Yazıları