Evet biraz sarardım, hatta uçlarımdan hafif hafif kurudum. Ama cildim ve rengim yanıltmasın sizleri. Şu ankarşınızda oluşumu bunlara borçluyum. Beni ve diğer arkadaşlarımı, toprağın bağrından söküp alan ellerin hoyrat olduğunu söyleyemem doğrusu. Olabildiğince nazik ve dikkatlice köklerimizden ayırdılar bizi. Bu nezaketin, bizleri düşünmekten kaynaklandığını sanacak kadar saf değilim. Hatta önüne atılıvereceğimiz o sert kabuklu, kırışık yüzlü garip yaratıkların iştahını körüklemek için
olmadığını da biliyorum. Onların, o çipil gözlerinin yedikleri şeyi gördüğünden bile şüpheliyim ben. Tepelerinde dikilen o tuhaf adam, bahçıvanın hürmetle uzattığı tepsiden bizleri alıp ayıklamasa ne ben şimdi burada olabilirdim ne de siz olan bitenden haberdar olabilirdiniz.
Eninde sonunda başıma geleceğini bildiğim ayrılık gerçekleştikten sonra, heyecan ve merakla beklemeye başladım. Arkadaşlarımdan bazılarıkabul etmek istemese de ben bir tohumun içinde var edildiğim günden beri hazırlanıyordum bu kaçınılmaz sona... Yok olmayacağımızı, sadece dönüşeceğimizi ve sonsuza dek farklı farklı bedenlerde hayat bulacağımızı, üstlerinde buram buram ter biriktiren arkadaşlarıma anlatmaya çalıştım bir kez daha. Ama her kafadan başka bir ses çıktı; kimisi; “sonsuz hayattan ziyaretine gelen mi oldu da bize ahkâm kesiyorsun?” diye sataştı, kimiyse, bir baharlık yaşamın, keskin dişler arasında ezilerek ulaşılabilecek sonsuz bir yaşama yeğ olduğunu söyledi. Hiçbirisine kızgın değilim artık. Geçti gitti, ancak kendim için endişelendiğimi söylemeliyim. Ben, sakince ve tevekkül içinde bir insana dönüşmeyi beklerken, önce şu aheste hayvanlara yem olacağımızı öğrendim - ki aslında buna katlanabilirdim- fakat ardından yeşil yapraklarıma bulanmış sarartıdan huylanan adamın elleri arasında boşluğa fırlatıldım. Madem ki atıldığım bu köşede kuruya kuruya öleceğim; sonsuz hayatın içinde kendim var olamasam da şahitliğimle anılmayı isterim.
İhtiyar adam, bahçıvandan tepsiyi aldıktan sonra, odanın ucundaki çıkmaya yaklaştı. Odadaki şömineden duvardaki hat levhaya yansıyan alazlar, bizi ayıklamasına yetecek kadar ışık vermiyordu sanırım. Odadaki tek pencereye yanaştı ve bağdaş kurup, tepsiyi dizlerinin üzerine koydu. Pencere bir hayli alçaktaydı; hani neredeyse yer seviyesinde. Oradan yayılan kucak dolusu gün ışığı içimi ısıttı. Şöminedeki odunların çıkardığı melodi, bu melodiye uyarak duvarlarda dans eden gölgeler ve saklı pencereden ışıyan güneş... Kendime ait gözlerle görebileceğim bu son manzara başımı döndürmüştü. Şöyle biraz ittim yanımdaki arkadaşı, serdim yaprağımı iyice güneşe. Canımın yanmasından anlamalıydım aslında yaptığımın yanlışlığını ama, diyorum ya bir sarhoşluk çöktü üzerime; sonsuzluk hakkında söylediklerimin ispatı için seferber olmuş etraftaki her şey de bir uğur lama seremonisi hazırlamışlar bize gibi geldi. Çocuklukmuş meğer, bilemedim. Her neyse, kamaşan gözlerim müsaade ettiğince etrafı süzmeye başladım. Camın yakınında duran şıra şişesi çarptı gözüme ilk önce. Herhaldeihtiyar içindir bu, diye düşündüm. Ağzının tadını biliyor, en has şıra güneşte bekleyendir. İhtiyarın ağzını kontrol ettiğimi de söylemeliyim. Her ne kadar bakışları ürkütse de, üzerine neredeyse yetmiş yılın değdiği dudakları şefkatle kıvrılmıştı. Fakat ne tebessüm ediyor ne de konuşuyordu; dişlerini görmeyi başaramadım bir türlü. Yalnız bir adamın konuşmasını beklediğim için deli olduğumu sanmayın hemen. Bizim bahçıvan hep konuşur, siz tabi insanlar arası bir konuşmaya alışıksınız. Ama hayatı bilenler, her canlıyla hatta kendi kendiyle bile konuşulacağını iyi bilir. Bu ihtiyarın sırtındaki derviş kıyafetinden ve odaya girdiğimizde sırtına kavuşturduğu elindeki neyden onun hayatı okuyabilenlerden olduğu kanısına varmıştım. Ama dediğim gibi tek kelime etmedi. Ben tam da yaşlı adamın bizleri çiğnemesini kolaylaştırmak için şırayı kullana cağını düşünürken yerdeki kımıltıları fark ettim. Bahçede birkaç kez benzerlerini gördüğüm ve hiç de hoşlanmadığım o emekleyen kabuklar, adamın ayaklarına sürünmeye başladılar.
Adam aldırmadı bu sırnaşmalara, ağırbaşlılıkla işine devam etti. Tepsinin bir tarafına en körpe ve yeşil olanlarımızı diğer tarafına da kartlaşmış olanlarımızı ayırdı. Beni eline alıp bir süre düşündü; henüz körpeciktim aslında, bir serçe parmak kadar bile değildi boyum. Rengime de diyecek yoktu doğrusu; en koyusundan, zümrüt gibi yeşildim. Ama ah, o güneşe vuruluşum... Itırlı uçlarıma hafifçe değen sarılık güneş vurdukça kızarmış, kızardıkça kurumuş, kuruyunca da beni gözden düşürmüştü. Adam epeyce düşünüp beni de hayvancıklarına layık bulmadığı diğerlerinin arasına koydu.
Ardından elindeki tepsiyle yine aynı sesiz ve ağır hareketlerle doğruldu, kaplumbağalar adamın karşısında bir hizaya geçtiler. İhtiyar tepsiden aldığı yeşillikleri onların önüne fırlattığında kımıldamadılar önce, sanki bir işaret bekler gibiydiler. Sonra şıra şişesinin adamın elinde olduğunu gördüm. Yere serili yaprakların üzerine ritmik hareketlerle eğildi kalktı şişe; yerlere kadar eğilip selam veren sonra da hediyesini sunan bir elçi gibi... Hayret, tören hâlâ bitmedi diye düşündüm, çünkü kaplumbağalarda hiç kıpırtı yoktu. Arada bir, yumurta kafalarını taslarından uzatıyor, neyse ki korkunç boyunları gözükmeden kafalarını tekrar yerine sokuyorlardı.
Adam, ceylan derisi terliklerini sürüyerek sedirin yanına geldi, biz odaya girince elinden bıraktığı neyini aldı; üflemeye başladı. Bir anda hareketlendi kaplumbağalar, odaya sanki efsun doldu. Benim bile içim kıpırdadı desem yalan olmaz. Neredeyse bir kenarda kuruyacağım gerçeğini unutup o sihire kendimi kaptıracaktım. Adam üfledikçe, kaplumbağalar birbirlerinin etrafında dönmeye, hantal vücutlarından beklenmeyecek bir zerafetle figürler sergilemeye başladılar. Önce yeşilliklerin etrafında halka oluşturuyor, bir kere döndükten sonra içlerinden birini kafalarıyla ittirip onun yemesini sağlıyorlardı. Sırayla her biri doyuncaya dek bunu tekrarladılar.
Dansın sonlarına doğru kapı vuruldu, ihtiyar neyi üflemeyi bırakmadangitti, kapının altına takılı çengeli ayağına dolayıp çekerek kapıyı açtı. Kapının ardında bir tepsi içinde beş tane mum yanıyordu. Ben artık göreceklerim hakkında tahminlerde bulunmaktan çoktan vazgeçmiş, hiç kimselere nasip olmayacak bir sırrın şahidi olduğum için kendimi bahtiyar sayarak, dikkatle seyretmeye devam ediyordum. Adam, tepsinintıpkı kapıdaki çengele benzeyen kulpuna ayağını takıp mumları içeri aldı. Belli ki kapıyı vuran tepsiyi bırakıp gitmişti ve adamın bir yandan ney üfleyip bir yandan bu zahmetli işi yapması, bu dört duvar arasında geçenlerin sır olduğunun en sağlam deliliydi.
Kaplumbağalarsa artık iyice kendilerinden geçmiş, dönüp duruyorlardı, arada yalpalamaya da başladıklarını, birbirlerine çarpmalarından ve ilk zamanki dönüş eksenlerinin gitgide dağılmasından anlıyordum. İhtiyar tepsiyi odanın ortasına getirdi. O ana dek fark edemediğim boynundaki maşayla yerde dağılmış bulunan yeşillikleri ortaya topladı. Kaplumbağalar birden üşüştüler bu yeşil yığına; etrafında toplandılar. Adamın yüzünde ilk kez o an tebessüm gördüm; sabırla bekleyen bir insanın istediğine kavuştuğu anki gülümsemesi...
Bunca gariplik yetmezmiş gibi adam tekrar şıra şişesini eline alıp, her bir kaplumbağanın üzerine bir miktar şıra döktü. Sonra da mumları tek tek aldı, kabukların üzerinde dağılmadan duran bu parlak sıvıya oturttu. Şimdi karşımda, sırtlarında evlerini taşıdıkları gibi güneşlerini de taşıyan beş kaplumbağa vardı. Adam şıra şişesinin kapağını kapattı, sırtındaki tosbağa kabuğu görünümlü çantadan ince bir ip çıkardı. Yem olamayacak kadar işe yaramaz bulduğu bizlerin yanına geldi, İçimizden en iri olanlarımızı seçip o ipe dizdi, sonra da hazırladığı bu tuhaf kolyeyi şıra şişesinin boynuna astı. Zavallı ben, şişenin boynuna da layık görülmedim; tepsinin içinde öylece bir başıma kalakaldım. Yine de “Belki” diyordum, ”Belki akla gelmedik, hayal edilmedik bir yerim olur, elbet bir işe yararım ben de. Hem bu muameleyi hak edecek bir kabahat da işlememiştim. Uçlarım azıcık kurudu diye yemek olamadım, boyum yetmiyor diye de kolye...”
Ama umutlarım boşa çıktı. Kapı bir kez daha vuruldu, adam tepsileri alıp kapıda bekleyene teslim etmeden önce beni tekrar eline aldı, şöyle bir yokladı avucunda, sonra da boşluğa fırlattı. Şö minenin neredeyse içine düşecektim ki alevlerin esintisi hafif bedenimi havalandırıp kendinden azıcık uzağa düşürdü. Ama yine de yanıyorum burada, sadece birkaç dakikam kaldı biliyorum. Odunlar geçmeye yüz tutsa da korlarından vuracak ısı zaten yarısı çekilen suyumu hepten yok edecek. Son bir gayretle anlatıyorum bunları size; sonsuz hayata erişemesem de şahitliğimle sonsuza dek var olayım diye...