Menu
MAKONDO KAHVESİ
Öykü • MAKONDO KAHVESİ

MAKONDO KAHVESİ

Dünyanın en büyük kahve üreticisi Bay Alba, sinirden saçını başını yoluyordu. Büyük umutlarla girdiği son pazarda kelimenin tam anlamıyla çuvallamıştı. Bu büyük fiyaskoyla iş dünyasındaki  prestiji yerle bir olmuş öte  yandanmilyonlarca dolarlık yatırımı da heba olmuştu. Kuşaklardır kahve ticaretiyle uğraşan ailesi, ne krizler görmüş  ne darboğazlar atlatmıştı ama böylesi...Duvarda dizili aile büyüklerinin fotoğraflarıyla göz göze gelmemeye çalışarak  koltuğundan kalktı, ofisinin Makondo ırmağına bakanpenceresi önünde durdu.

- Onlarca pazar araştırması, inceleme, reklam!  Nasıl boşa gider? Hem de ne için? Saçma sapan  bir inanış, aptal bir koca karı uydurması!

Oysa bu iş için en becerikli adamını görevlendirmişti. Nasar İguara. “Satamayacağı hiçbir şey  yok!” diye gururlanırdı adamıyla. Nasar, bu güveni hak ediyordu doğrusu. Patronunu, yanında çalıştığı yıllar boyunca bir kez bile hayal kırıklığına uğratmamıştı. Bu son işte de, tereddütsüz Nasar' ı görevlendirmişti Alba. Adam, söz konusu ülkeye gidip aylarca kalmış, insanların alışkanlıklarını incelemiş ve kendinden emin bir tavırla raporunu sunmuştu:

- Müthiş bir pazar burası efendim. Yetmiş milyonluk bir pazar! İnsanlar, günün her anında çay denen bitkiyi içiyorlar, ki bunun için endişelenmemize hiç gerek yok; bol reklam ve hediyeli satışlarla hedef pazar avucumuzda demektir.

- Bedavayı herkes sever, diye bölmüştü adamının konuşmasını Alba.

- Fakat efendim, burada durum biraz farklı, “Bir alana iki bedava!” şeklinde kam panyalarla satamayacağımız hiçbir şey yok, diyen Nasar, sözlerinin tesirini artırmak için  Bay Alba' nın çocukluk yıllarına ait  koleksiyonlarını sergilediği  büfenin yanına gitmiş,  Makondo' nun, ilk çağ kuşlarının yumurtaları kadar parlak ve pürüzsüz çakıl taşlarından* birini eline alarak  konuşmasına devam etmişti;

- Garip insanlar bunlar.  Güzel bir reklamla  Makondo' nun çakıl taşlarını bile satabiliriz onlara.

Gelgelelim işler planladıkları  gibi gitmemişti. Hediyeli kampanyalar  biraz işe yarasa da satış rakamları bir türlü kâr edecek seviyeye ulaşamayınca Alba, Nasar' a: “Daha fazla  zarar etmeden pılını pırtını topla Makondo’ ya dön!” demek zorunda kalmıştı.

- Nasar, orada bize ekmek yok! Maalesef  bu kez yanlış pazara oynadığımızı kabul etmek zorundayız.

Tüm bu gelişmelerden sonra Bay Alba, artık  yenilgiyi hazmetmeye çalışıyorken, Nasar, onuhavaalanından  aramış ve  coşku dolu bir sesle konuşmaya başlamıştı:

- Efendim, bu pazarda neden tutunamadığımızı  buldum. Duyduğunuzda kulakla rınıza inanamayacaksınız!

Bay Alba'yı heyecanlandırıp umutlandıranbu girişin ardından Nasar, bir an susmuş, derin bir iç çekişle beraber, sesini, inanmış insanların minnettar tınılarıyla süsleyip: “Tanrı' ya daha çok dua etmeliyiz efendim, çarelerin tükendiğini sanırken melekleriyle bize yardımını ulaştırdı.” dedikten sonra, bir çırpıda anlatmıştı; havaalanının bekleme salonunda koltuğa nasıl da üzgün ve yıkılmış olarak çöktüğünü, pek çok boş koltuk dururken gelip  yanına oturan anne kızı ve ikisi arasında geçen o konuşmayı...

- Kimin aklına gelir! diye öfkeyle soludu Bay Alba. Hâlâ inanamıyordu ve Nasar' dan şu meseleyi etraflıca dinlemek için sabırsızlanıyordu. Uçak çoktan inmiş olmalıydı ve Nasar iner inmez evine uğrayıp karısına görünmediyse -”Bu adamın tek kusuru kılıbık olması!” diye mırıldandı. - şu an binadan içeri giriyor olmalıydı. Saat ve para hesabında hiç yanılmazdı Bay Alba, yine yanılmamıştı; gür ve kıvırcık kaşlarını yatırmak için tükürüklediği parmaklarını, kaşlarına götürüyorken kapı vuruldu ve Nasar heyecanla odaya daldı. Biri duymanın diğeri de anlatmanın telaşında olan iki adamın da hoş beşle vakit harcamaya niyeti yoktu. Hemen toplantı masasının başına geçtiler.

Nasar, son derece yorgun, hatta perişan görünüyordu. Siyah, dalgalı saçları karmakarışık olmuş, gözleri kan çanağına dönmüştü. Gerçek  bir işkolik olan adam, sadece uzun uçak yolculuklarında adamakıllı uyumayı alışkanlık haline getirmişti ama bu sefer bunu başaramadığı her halinden belliydi. Bay Alba, kısık ve şaşkın bir sesle:

- Nasar, dedi. Oğlum, emin misin? Belki de bambaşka bir şeyden bahsediyorlardı. Hem sen, o lisanı  öğrenemediğini söylüyordun, duyduklarını yanlış anlamış olmayasın?

Nasar,  gücenmiş bir ifadeyle patronunun yüzüne baktı.

- Haklısınız efendim. Çetrefilli bir dil bu. Ama ben sadece derdimi anlatmakta zorlanıyorum. Konuşulanları  rahatlıkla anladığımdan şüpheniz olmasın.

- Zekandan şüphe etmiyorum. Ama, duyulmuş şey değil...

- Evet efendim, on saatlik yolculuk boyunca bunu düşündüm ben de.  Maalesef, yaygın bir hurafeyle karşı karşıyayız. O küçük kızın yüzündeki dehşeti görseydiniz, ömrü boyunca ağzına bir damla kahve koymayacağına siz de tereddütsüz inanırdınız.

Alba, düşünceli gözlerini yerdeki  halıya dikti. Evet, sorun belliydi ama bununla nasıl başa çıkacakları konusunda hiçbir fikri yoktu. Neden sonra sehpanın üstündeki telefona uzandı elleri: “Rebeca, kızım bize iki sade  kahve!” Şimdi kafayı çalıştırma vaktiydi ve elbette bunun için tek ihtiyaçları koyu birer kahveydi. Nasar, minnetle patronuna bakıp söze başladı:

-  Efendim, telefonda  anlattığım gibi, o anne kız, koca meydanda gelip, benim yanıma oturdular. Kız, huysuz bir şeydi,  hiç susmuyor, sürekli annesinden bir şeyler istiyordu. Anne çok sabırlıydı doğrusu. Alttan alıyor, kızı usanmadan idare ediyordu.

- Uzatma Nasar, bana yalnızca duymak istediklerimi anlat, diye sabırsızlıkla araya girdi Bay Alba.

-  Afedersiniz efendim, şimdi oraya geliyorum. İşte, tam bu şımarık çocuğun dırdırından bunalmış  başka bir koltuğa geçmek üzereydim ki kızın istediği son şeyi duyunca yerimden kalkmaktan vazgeçtim. ”Kahve istiyorum!”  diye tepinmeye başladı velet. Annesi: “ Olmaz!” dedikçe kız asabileşiyor ayaklarını yere vura vura bağırıyordu: “Kahve, kahve, kahve!” Nihayet kadın, kızın kollarından tutup karşısında diz çökerek oturdu ve kararlı bir ses tonuyla:

- Biliyorsun tatlım, dedi. Sana daha önce de söylemiştim. Kızlar kahve içmez. Çünkü…

-  Kahve içen kızlar kararır!

Bu cümleyi söylerken küçük kızın gözleri dehşetle açılmıştı:

- Sen  bu yüzden kahve içmiyorsun değil mi anneciğim? diye devam etti.

- Evet tatlım. dedi annesi, Tıpkı teyzen, büyükannelerin ve halan gibi.

Efendim, hele bundan sonrası tam bir felaketti; başımı ağrıtan o kaprisli kızın yüzündeki korku ifadesi gözümün önünden gitmiyor.

- Kız için ben de üzüldüm, ama o, büyüyünce unutacaktır, bizim uçup giden milyoncuklarımızı kim geri getirecek?

- Unutacağından sizin kadar emin değilim efendim. Kız, annesine son bir soru daha sordu çünkü: “Anne, peki bizim üst kattaki teyze, o çok mu kahve içmiş?”

Sözün burasında Nasar, başını elleri arasına alıp, sustu bir süre. O anı tekrar yaşa dığı belliydi. Anlatmakta zorlanıyordu, yutkundu,

- Annesi ne cevap verdi be adam! Konuşsana!

Bay Alba' nın çıkışmasıyla toparlanan Nasar, ağlamaklı bir halde anlatmaya devam etti;

-Tek kelime çıkmadı ağzından! Çocuğun gözlerinin içine baktı ve imalı bir şekilde göz kapaklarını yavaşça açıp kaparken, başını da hafifçe öne eğdi. Tanrım! Ben de tıpkı o küçük kız gibi sıkılı yumruğumu kocaman açtığım ağzıma, dişlerimin arasına sokacaktım, korkuyla haykırmamak için!

İki adam endişeyle bakıştılar. Durum vahimdi gerçekten. Bay Alba, Nasar' ı dinlerken yumruklarını sıktığını ve vücudunun endişeyle gerildiğini fark etti.

- Nasar! diye inledi. Çocukluğunda, kahve içerse kararacağına inandırılan milyonlarca kadından bahsediyoruz! Bu kadınları,  renklerinin kahveden zarar görmeye ceğine ikna etmek kahvenin selülite yol açmadığına ikna etmekten çok daha zor! Hatta imkansız!

- Umudumuzu yitirmemeliyiz, efendim. Muhakkak bir çıkış yolu bulacağız, her zaman  bulduk...

- Boş versene! Düşündükçe benim bile saçmalık dediğim bu lafa inanasım geliyor. Bana bak! Kendine! Pencereyi açıp Makondolu insanlara bak! Tenimize bak! Bu koyu rengimizin yüzyıllardır su içer gibi içtiğimiz kahvenin marifeti olmadığı ne malum?

İki adamın kafası da bir hayli karışmıştı. Tenlerinin kahveye çalan rengi, bu inanış karşısında peşin bir mağlubiyetin habercisiydi. Elinde kahve tepsisiyle odaya giren Rebeca' ya kurtarıcı gibi baktılar. Kahve ve ten rengi arasında ispatlanmış bir ilişki kurmak için henüz erken olsa da, bir fincan sade kahvenin dikkatlerini toplayıp, sağlıklı düşünmelerine yarayacağı kesindi.

Rebeca tam bir Makondo kadınıydı. Etine dolgun, orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü, simsiyah saçlı...Rebeca' nın kahve servisini dalgın dalgın izleyen Nasar, faltaşı gibi açılmış gözlerini kadının saçlarına dikerek haykırdı;

- Rebeca, saçlarına ne yaptın öyle?

Nasar' ın hayret dolu sorusunu  iltifat sayan Rebeca, saçından bir tutamı parma ğına dolayıp kikirdeyerek  cevapladı;

- Sarı bana yakışmış değil mi? Hem, kime yakışmaz ki...

Cevap beklemeden, odadakileri başıyla selamlayarak çıktı. Son derece mutlu bir hali vardı. Ah Rebeca! Daha birkaç gün önce ne denli mutsuzdu oysa. Aylardır geniş ve kemerli burnunu, hokkaya çevirtebilmek için biriktirdiği parayı, hayırsız kocası gözünün yaşına bakmadan elinden almış ve bir gecede kumar masasında bırakıp gelmişti. Hemen arkasından da dünyanın parasını saydığı mavi lenslerini daracık banyosunda aceleyle makyaj yapmaya çalışırken klozete düşürüvermişti. Rebeca' nın, bir kadının başına gelebilecek en büyük felaketleri yaşadığı muhakkaktı. Neyse ki Bay Alba cömert davranmış ve son bir aylık fazla mesai ücretini tek seferde ödemişti. Rebeca bu sefer parayı,  kumarbaz kocasına kaptırmamaya kararlıydı. İş çıkışı doğruca kuaföre koşmuş ve güzelliği üzerinde kara bir leke gibi duran siyah, tiftik saçlarını saman sarısına boyatmıştı. İşin en mühim kısmını halletmişti ama saçları çabuk uzuyordu; zavallı kadın,  diplerden görünen siyahlıkları yok etmek için on beş günde bir kuaföre gitmek zorunda kalıyordu. Kuaföre bu sıklıkta ödenek ayırmaya alışık olmayan bütçesini dengelemek için evden işe, işten eve tabanvay kullanması gerekiyordu  fakat, tüm zorluklara değmişti işte, başka zaman olsa, Nasar başını çevirip bakmazdı bile Rebeca' ya,  önemsemezdi onu, ama bu sarı saçlar; kabul ve takdir görmenin ilk adımı!

- Evet Nasar, dedi Bay Alba. Rebeca' nın saçlarıyla işin bittiyse, konumuza dönelim!

Nasar düşünüyordu; “Rebeca' nın saçları, Rebeca' nın sarı saçları...”  Bay Alba' yı yerinden sıçratacak kadar ani bir silkinişle ayağa fırladı;

- Efendim, buldum, buldum! Birkaç ay sonra o ülkede ettiğimiz zararı misliyle karşılayacağız. Bütün kadınlar, fincan fincan Makondo kahvesi içecekler!

- Delirdin galiba, bu nasıl olacak?

- Efendim, hani şu meşhur manken, hangi ülkeydi…Kuzey Avrupalı… Bizim çalıştığımız reklam ajansıyla anlaşması olan… Tatu!.

O gün, Bay Alba ve Nasar geç saatlere dek çalıştılar; planlar yaptılar. Ofisten ayrılıp evlerine vardıklarında,  kısa bir zaman sonra ceplerini dolduracak paraların hayaliyle sıcak yataklarına uzandılar.

Aradan altı ay geçti; Macondo' daki ofisten bu kez keyifli konuşmalar, kahkahalar yükseliyordu.

- Aferin oğlum Nasar, diyordu Bay Alba,  Sen şeytana  pabucunu ters giydirirsin!

Nasar' ın planı tutmuş ve Bay Alba' nın şirketi,  o zorlu pazarda görülmedik satış rakamlarına ulaşmıştı. Bu işten tek kârlı çıkan Bay Alba olmamıştı kuşkusuz; Nasar' ın maaşı ikiye katlanmış, Rebeca aldığı ikramiyelerle  üç çift lens aldığı gibi, koca burnundan da kurtulmuştu. Üstelik, on beş günde bir kuaföre gidebilmek için, işiyle evi arasındaki sekiz kilometre yolu yürümesi de gerekmiyordu artık. Gerçi sürekli arabaya binmesi vücudunun biraz daha irileşmesine sebep olmuştu ama, gün aşırı gittiği spor salonu sayesinde fazla kilolarından kurtulacağına emindi.

- Rebeca, kızım buraya gel, dedi Bay Alba. Bize iki sade kahve getir ama bu paketten pişirilsin!

Elindeki kahve paketini Rebeca' ya uzatırken hâlâ gülüyordu; “Nasar, sen şeytana  pabucunu ters giydirirsin!”

Rebeca paketi aldı, önce paketin üzerindeki fotoğrafa, sonra da kapının yanındaki boy aynasından kendine baktı; memnun bir ifadeyle gülümsedi.  FotoğraftaKuzey Avrupalı manken Tatu, yanık tenini gözler önüne seren bikinisiyle  sere serpe uzanmış gülümsüyor ve elinde  kıymetli bir hazine gibi tuttuğu kahve fincanını şuh bir edayla ağzına götürüyordu. Baştan çıkarıcı bu görüntü, Tatu' nun, kadınlara fısıldadığı  güzellik sırrıyla tamamlanıyordu;

“Kalıcı bronzluk için, Makondo Kahvesi için!”

* Yüzyıllık Yalnızlık / Gabriel Garcia Marquez

Diğer Yazıları