Menu
İŞARET
Öykü • İŞARET

İŞARET

Azıcık aklı olan köşe bucak kaçmalı işaretlerden. Keşke kaçabilseydim ben de.

Ama olmadı. Ben kaçtıkça o üzerime geldi ben onu yok saydıkça, o kıpır kıpır kendini hatırlattı. Görmedim, duymadım, aldırmadım, bana mısın demedi. En sonunda vazgeçtim savaşmaktan. Varsın ne olacaksa olsun!

Başlangıçta ufak tefek şeylerdi. Kırılıp takıma veda eden bir porselen tabak, yağmura yakalanan yepyeni süet çizmeler, bir gün önceden kalan dünki  yemeğin ertesi akşam sofraya gelişiyle asılan suratlar… Her  evde her gün onlarca kez yaşanan iniş çıkışlardan bizim nasibimize düşenler. Neden bir başkalık olsun ki diyordum. Her birine akla uyar sebepler sıralayan zihnim,  peşinden, hepsinin de altında bir bit yeniği olduğu şüphesiyle kendini zehirliyor, baş edemediğim bir kontrolsüzlükle beni akıl almaz, tuhaf bir sebep-sonuç ilişkisine inanmaya zorluyordu. Zihin benimdi, işaret de… Bedenimin görünür ve görünmez bu iki parçasının kavgasını giderek artan bir endişeyle seyretmeye başladım. Hangisi galip gelirse gelsin sonuçta benim payıma mağlubiyet düşecekti.

Bugün gibi hatırlıyorum. Bir öğle vaktiydi. Telefonla ulaşan haberin şokunu atlatır atlatmaz son bir haftadır bana rahat, huzur vermeyen işaretin ortadan kaybolduğunu fark ettim. Vazifesini  yapmış köşesine çekilmişti; inkarın tüm kapılarını suratıma kapatarak. O, saklandığı yerde haklı zaferinin tadını çıkarırken yorgun zihnim yenilgiyi bir çırpıda kabul etmiş ve meydanı, hem işarete, hem de işaretle alakalı derinliklerinde barındırdığı türlü tatsız hatırayı ortalığa boca eden hafızama bırakmıştı.  Haklıydı; gerçek gün gibi ortadayken cepheyi terk etmekten başka çıkar yol yoktu ki. Hatırladıkça korkmaya korktukça daha çok şey hatırlamaya başladım. Başıma geleceklerin büyüklüğü atakların sıklığı ve şiddetiyle ilintiliydi. Özellikle bu son olay öncesi işaretin beni neredeyse uykuda dahi rahat bırakmadığını düşününce…

Haberi telefonla gelen cenaze taziyesinden dönerken eşimle işaret hakkında konuşmak istedim. Ağzımı açmaya her niyetlenişimde işaret saklandığı yerden çıktı ve bir göz kırpmalık süre içinde  beni caydırdı. Bunu neden yapıyordu? Uzak akrabalardan birinin ölümü değil miydi bana getirdiği haber? Dahası mı vardı? Yoksa benimle kurduğu ilişkiyi sır gibi saklamamı mı istiyordu? Sebebi ne olursa olsun, o akşam, içinde ismi geçen herhangi bir konuşmadan beni alıkoymayı başardı.

Ondan kurtulmak için türlü yollara başvurdum. Önce nefsime çattım. “Sana işaret geldi diye kendini bir şey sanma sakın! Tek bir hayırlı haber getirdi mi; getirmedi! Böylesi bir kabiliyeti işi karanlık ve kötülükle olanlar ister. Peki, karanlık ve kötü olana kabiliyet denir mi? Denmez! Topla kendini, onu sen çağırdın, geldiği yere yollayacak olan da sensin!” Ben nefsimi azarladıkça işaret iyice azıttı. Baktım böyle olmayacak, görmezden geleyim dedim. Gözlerimi yumup başka şeyler düşünmeye zorladım kendimi. O içerde debelenip durdukça ben gözlerimi daha sıkı kapattım. Biraz daha biraz daha… Birbirine sürtünmekten göz kapaklarım aşındı ama maalesef onu başımdan savmam mümkün olmadı.

Çaresizlik içinde kalıcılığına hükmettim. Onunla yaşamaya alışmalıydım. O halde ben de ona ister istemez göstermiş olduğum ihtimamdan vazgeçeyim diye düşündüm. Belki de gücünü içten içe  kabullendiğimi hissediyor ve azalan direncimi vampir gibi emerek semiriyordu. Akıllıya kırk gün deli dersen… Öyle ya, ayağım taşa değse işaretten bilen ben değil miydim? Onun karşısında teslim bayrağını çekti diye aklımı, işareti bir marifet sayıyor diye nefsimi hırpalamak da neyin nesiydi? Onun beni büsbütün ele geçirmesinden korunmamın tek yolu beni ben yapan her şeye sımsıkı sarılmaktan geçiyordu.İşareti, birbirimize düşerek değil ittifak ederek hayatımızdan kovabilirdik.

Bu taktik işe yaramadı dersem yalan olur. Ama yalnızca birkaç gün. Sonrası… Öyle bir geri geldi ki yer gök birbirine geçti. Bir hafta boyunca gözümün gördüklerini salladı, peşinden ayağımın altındaki toprak sallandı.  Koca şehirler yerle bir olduktan sonra ortaya çıkıp ben biliyordum, falancaya söylemiştim, filancaya anlatmıştım diyen onlarca insanı kalbim burkularak dinledim. Ben, kimseye tek kelime  etmemiştim. Hem ne söyleyebilirdim ki?  Yaklaşan bir şey var diyebilirdim sadece, yaklaşan büyük bir şey var, çok büyük…

Tarif edemezdim, hangi kapıyı çalacağını kestiremezdim, ne o zaman bildim bunları  ne de şimdi biliyorum.

Bedenimde bir asalak gibi yaşayan işaret, dilinin pek küçük bir kısmını açık etti bana. Haksız sayılmaz, işbirlikçisi olmaya yanaşmadım hiç. Ben ona arsız bir misafir muamelesi yapıyordum o da felaket haberlerini mektupları kapının altından yerlere atan bir postacı gibi getiriyordu. Sana ait olanı bulabilmek için her zarfın üstünü tek tek oku!

İnsan kolay alışıyor. Bir zaman sonra alıştım ben de. Zarfları, elimi uzatmadan gözlerimle ayıklamayı öğrendim. İşaretin geliş gidişlerini isimlendirip sınıflandırmayı da başardım.

Rahvan gelirse  canım ne kadar yanar, dörtnala gelişi beni neremden vurur, az çok kestirir oldum. Düşmanını tanıyacaksın. Düşmanımı tanıdıkça korkum azaldı, hem öyle azaldı ki onunla ara sıra dalga geçmeye bile başladım. Atladığı her kötü haberi haneme gol kaydediyor

Sonra da: “Formdan düştün, yaşlanıyor musun yoksa beni terk mi ediyorsun?” diye ona sataşıyordum. İtiraf etmeliyim, bunları söylerken göğsümde ince bir ürperti dolaşmıyor değildi. Ama, nasıl desem, işaretle yüz göz olmuştuk sanki, hem şerrinden ürküyor hem de işi laubaliliğe vurarak onun karşısında dik durmaya çalışıyordum.

Hayli zaman sonra artık işaret-felaket ilişkisinin çetelesini tutmadığımı fark ettim. Bu vazgeçiş biraz kanıksamaktan biraz da –galiba ikinci itirafın vakti geldi- işarete haksızlık ettiğimi düşünmekten kaynaklanıyordu. Yaşadığım üzüntü ve keder verici hadiseler işaret yüzünden değildi ki. O oldurmuyor, sadece duyuruyordu. İşarete haber vericiliğin ötesinde bir anlam yüklemek meseleyi tavuk-yumurta çözümsüzlüğüne itmekten başka bir işe yaramayacaktı.

Aramızda geçenlere azıcık sağduyu ve akılla yaklaşmaya başladığım günlerde karşıma bir yazı çıktı. Doğru muydu okuduklarım? Yıllarca metafizik bakışla değerlendirdiğim işaretin  bir sağlık sorunundan ibaret olması mümkün müydü?

En büyük hastalık alışmakmış. Kurtulmaya çabaladığım, hamlelerine direndiğim işarete, anlamını doğru kefeye koyduğuma ve hayatımda o anlamla varolduğuna, öyle inanmışım öyle alışmışım ki müspet ilimlerde tespit edilmiş bir karşılığı olması ihtimali beni allak bullak etti.

Bir vakitler  rastlantıların isabet ettiğine kendini inandırmaya çalışan ben değilmişim gibi bu kez koskoca tıp ilmini karşıma alıp işaret, seçilmişlik, özel hassasiyetlere sahip olmak gibi tezlerleişaretle olan ilişkimin  müstakil ve seçkin bir birliktelik olduğunu savunmaya kalkıştım.

Doktor, bahsettiği sıkıntının tam teşhisi için muhakkak emar çekilmesi gerektiğini söyledi.  Doktor Bey, dedim, madem benzer şikayetle size gelen pek çok kişi var bir genelleme yapabilirsiniz. Emar bize tam olarak ne söyleyecek? Aslına bakarsınız hanımefendi, dedi, sinir uçlarına giden bir uyarının varlığı dışında başkaca bir bilgimiz yok.

Peki bu uyarının sebebi? Bilemiyoruz… Tedavisi? Yok…

Dudaklarıma doktordan saklamaya gerek duymadığım pis bir gülümseme yayıldı, teşekkür edip yanından ayrıldım.  Birlikteliğimizin başından bu yana işaret ilk kez beni mutlu eden bir hadisenin içinde hem de başrolündeydi.  Kötülükle iyiliği ayıran bir eşiği geçmiş gibiydim. Ömür boyu ayrılmayacağımız aşikarsa ilişkimize yeni bir şekil verebilirdik ve işte bu gün, taze ve güzel bir başlangıç olabilirdi bizim için. Durup işareti yokladım, sesi soluğu çıkmıyordu.  Kendimi haylaz çocuğunu sevmekten geri durmayan bir anne gibi hissediyor, benim sevimli yaramazımın da ilk kez karşılaştığı  bu şefkatli anne tavrının şaşkınlığıyla köşesinde mahçup, ezik beni seyrettiğini hayal ediyordum. Bilim bu birlikteliği açıklamakta acze düşmüştü ama bizi birbirimize yaklaştırmayı başarmıştı. Bundan sonra her şey çok güzel olacaktı. Kendimi korumak için kaldırdığım kalkanımı indirmiştim. Maskemi çıkarmış, aramıza  ördüğüm duvarları yıkmıştım. İlk kez bir başkasının yanında ondan bahsetmiş ve varlığını basit bir fizyolojik hadiseye bağlayanlar karşısında hakkını yüksek sesle savun

muştum. Şaşkın ama mutluydum. Şimdiden sonra gül gibi geçinip gidecektik. Şu dünyada sevgiyle, tatlı dille halledilmeyecek, üstesinden gelinmeyecek ne vardı ki.

Coşkun duygularla dolu dolu arabamın kontağını çevirdim. İşaret hâlâ süklüm püklümdü. Yeni duruma alışması için zamana ihtiyacı olduğunu tahmin edebiliyordum. Dudaklarımda sevgiden, barıştan, iyilik ve güzellikten bahseden bir şarkıyla yola koyuldum.

Kendimi fazlasıyla rehavete kaptırmış olacağım; kırmızı ışığı son anda fark edebildim.  Öndeki araca tampon mesafesi kala durmayı başardığım sıra işaretten titrek ve ürkek sinyaller gelmeye başladı. Teşekkürler canım, dedim, daha dikkatli olurum. Benim yumuşacık, ılık sesimi duyan işaret az sonra daha hızlı yanıp sönmeye başladı. Aramızda geliştirmeye çalıştığım yeni dile sığınarak, sakin ol, dedim, tamam geçti. Ama ne desem durulmuyordu. On dakika önce mutluluktan şarkılar söyleyen dilim susmuş, kalbime çöreklenen tarifsiz sıkıntıyı kovabilmek için dualar mırıldanmaya başlamıştı. Huylu huyundan vazgeçmiyordu işte. Eski dost düşman olmuyorsa eski düşman da dost olmazdı. İşaret gemi azıya almış, tepindikçe tepiniyordu. Yarabbi,döneceğim her köşenin ardında beni bekleyen neydi?

Sonrası felaket! Önce kaldırımda dehşetten büyümüş gözlerle yola bakan kadını fark ettim. Sonra da baktığı şeyi.  Bir saniye içinde gözlerim kadın ve yoldaki arasında gidip geldi. Ona çarptım diyememem, tekerleklerin altına attı kendini. Bir anda oldu; görmem ve kulaklarım dan gitmeyen o sesi duymam. Arabayı kenara çekip başımı direksiyona dayadım. Dikiz aynasından geriye baktığımda gördüğüm manzarayı belleğimden silmeye çalıştım. Duracak zaman yoktu. Dikkatini kaldırımda duran kadına vermek yerine, sorumlu olduğun yoldan ayırmasaydın! Ama bir anda oldu, o kendini yola attı. Ufacıktı, yola atlanmayacağını bilemeyecek kadar ufak! Her gün yollarda onlarcasını görüyorum, daha büyüklerini, daha güçlülerini. Duramazdım, dursam da aynısı olacaktı. Direksiyona oturandır mesul iki ya da dört, fark etmez ayakları üstünde gezinenler değil. Ben kendimle kavgaya tutuşmuşken, işaret yine köşesine çekilmişti. En azından o duruldu, dedim, bugün bir tane daha kaldıramam. Ne geriye dönüp yaptığım şeye bakmaya ne de yola devam etmeye mecalim kalmıştı.  Hain ve acımasız yanım geri dön diyordu, her katil cinayet mahalline döner. Yoldaki  cansız yatarken ben şimdi bana olacakları tasa ediyordum. Her gün sokakta gördüğüm dört ayaklılar öfkeli bakışlarla üzerime geliyorlar, kendimi güçlükle attığım evimin önünde sabaha kadar uluyor, miyavlıyor ve camlarımı tırmalıyorlardı. En berbatıysa annesini düşünmemdi. Kısas isteyen bakışlarla oğluma yaklaşıyor, sıkı sıkı yapıştığım o minik el terden kayarak bulanık görüntüler arasında yitip gidiyordu.

Panik içinde telefona sarıldım. Durumu izah ettiğim arkadaşa, hakkımdaki hükmü sordum. Kasıt var mıydı, dedi. Deli misin, dedim, üzüntüden ölmek üzereyim. Kasıt yoksa ceza da yok, dedi. Ortada bir ölü varsa niyet neyi değiştirir? Niyetimin yerde yatana bir faydası var mı? Kazayla adam ölüyor, dedi.  Ama işaret… Uyardı, anlamadım, saçma bir mutluluk hissiyle temkini elden bıraktım. Ne işareti, dedi. Boşver, dedim.

Şoför koltuğuna ilk kez oturan biri gibi çalıştırdım arabayı, ayağım frende, sağ şeritten ayrılmadan eve geldim. Korktum diye mi böyle yaptım dersiniz? Hayır. Ben telefonu kapar kapamaz işaret tekrar kıpırdanmaya başladı. Sanki yüz kişi omuz omuza horon tepiyor. Bir ay geçti üzerinden, hâlâ… Sol gözüm durmadan, dinlenmeden seğiriyor.

Diğer Yazıları